Bilgi Üniversitesi Medya İletişim Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Esra Arsan, "Medyadan çok medya tüketicisini suçluyorum. İnsanların toplumsal olaylara, insan hakları ihlallerine, sansürcü zihniyete karşı korkunç bir duyarsızlığı var. İnsanlar zaten Türkiye’de gazete okumuyor" dedi.
Evrensel gazetesinden Serpil İlgül'ün "Medyadan çok tüketicisini suçluyorum" başlığıyla yayımlanan (1 Nisan 2012) Esra Arsan söyleşisi şöyle:
Medyadan çok tüketicisini suçluyorum
Önce Newroz yasağı ve şiddeti, ardından ‘yeni’ Kürt planı ve Özgür Gündem’in kapatılması... Hepsi bir hafta içinde yaşandı. Tepkiler sonucunda mahkeme kapatma kararını kaldırdı ancak, Gündem’in kapatılması yeni diye sunulan planda nereye oturuyor?
Aslında “yeni” olan hiçbir şeyin bir yeniliği yok. Kürt meselesinde olsun, azınlıklar, Aleviler insan hakları ihlallerinde olsun, basın ve ifade özgürlüğü meselesinde olsun, eski olarak tanımladıkları, sözgelimi askeri vesayet rejiminden çok büyük fark görmüyorum. Karşımızda sivil bir iktidar var, yeni bir planı olduğunu ve bu planın da sanki toplumu rahatlatacak, barışı getirecek bir plan olduğu yolunda bir algı yaratılıyor. Halbuki yapılan her şey eski.
Yapılan her şey eskiyse, neden yeni bir durummuş gibi karşılanıyor? Şaşırtıcı olan ne?
Beni şaşırtan şey, AKP’nin bu yanlış işleri yaparken, kamuoyunun rızasını alarak yapması. Yani AKP bunu bugün yapmaya başlamadı. Evet, Newroz olayları geçen sene olmamıştı, bu sene polis aşırı şiddet kullandı, provoke etti ve bunu da Kürt karşıtı bir söylemle yeniden üretti. Fakat burada sorun şu; gerek referandum sürecine, gerekse genel seçim sürecine baktığımızda bu hukuksuzluklar ve adaletsizliklere rağmen insanlar AKP’ye oy verdiler. Yüzde 55’e yakın bir oya sahip AKP. Şaşırtıcı olan bence bu.
Yani Ahmet Türk’e yumruk atıldığı zaman büyük medyanın bunu bir iddia olarak vermesi, halkın da buna çok meyilli olması, sorgulamaması, benzer şekilde olayların gerçek boyutunu aktarmaya çalışan gazeteler kapandığı, gazeteciler tutuklandığı zaman “a demek ki bunlar da yapmıştır bir şey” anlayışının devam ediyor olması.
Bu üretimde sermaye medyasının rolü, düne göre daha mı etkinleştirildi?
AKP, siyasal iletişim sürecini çok iyi kullanıyor. Sanki demokratikleşiyor “muş” gibi, sanki anayasa değişiyor “muş” gibi, sanki darbeler sorgulanıyor “muş” gibi yapmayı çok iyi beceriyor. Bunu gazeteleri, televizyon kanallarını, siyasal iletişim süreçlerinin her boyutunu çok iyi kullanarak yapıyor. Sosyal medya araçlarında kullandığı maaşlı genç elamanlardan tutun da, Başbakanlık basın danışmanına kadar herkes çok sistematik çalışıyor ve bu “mış gibi”liğin kamuoyuna aktarılabilmesi için çok büyük efor sarf ediyorlar. Böylelikle bu sanal ortamı yaratıyorlar.
Dolayısıyla Newroz haberlerinin veriliş biçimi, ondan önce de Roboski katliamının neredeyse 24 saat haber olmaması, bunun somut göstergelerinden biri…
Tabii.
Eskiden 'kanlı katil' şimdi 'izinsiz nevruz'
Ama konu Kürt sorunu olduğunda bu uyum dün de vardı? Bugün değişen ne?
İş Kürtlere geldiği zaman ulusalcısı, İslamcısı, milliyetçisi Kemalist’i hepsi zaten resmi devlet söylemini yeniden üretiyor. Van depreminden başlatırsak, Van depreminde üretilen anti Kürt söylem, arkasından Roboski, arkasından Newroz haberciliğine baktığımızda evet, bu paketlenmiş habercilik söyleminde değişen bir şey yok. Burada en bariz görülen, eskiden genelkurmayın dayattığı işte “kanlı katil”, “bebek katili Apo” demek zorundaydın. Şimdi ise “izinsiz Nevruz”, “illegal Nevruz”! Bütün haberlerde bu vardı. “Bir bahar kutlaması yapılırken hükümet niçin tarih dayatır”ı bile sorgulamadı medya.
Sorgulamak bir yana savunuldu.
Evet, “efendim hükümetin kararına uysunlar.” Hep bir ötekileştirme. İşte, “Terörle mücadele yasası var, uysalardı yasaya.” Yasa saçma, herkesi her an hapse atabilmeyi sağlayabilen bir yasa. İşte 100 gazetecinin şu anda cezaevlerinde olmasını sağlayan yasa. Böyle bir yasayı savunmamalı gazeteci. Gazeteci, haberci dediğimiz kişi, toplumda var olan eksiklikleri, yanlışlıkları ortaya koymalı. Bizde, var olan aksaklıkları yanlışları daha da meşrulaştıracak bir şekilde çalışıyor. Örneğin polisin şiddetini görmezden gelir. Halbuki polisin sivil vatandaşa uyguladığı şiddeti gazeteci göstermekle yükümlü. Hesap vermesi gerekiyor bunu yapmadığında.
Hükümet medyayı marjinal olarak kendine bağladı
Hesap veriyor mu peki?
Vermiyor çünkü, hükümet o yüzde 55 iktidarının getirdiği boyutta bir medya desteğini de sağlamış durumda. Yani ekonomik olarak kendisine çok bağlamış durumda. Çok marjinal olarak bağlamış hem de.
Marjinal derken?
Bir kişinin bir gazete ya da televizyon kanalının sahibi olabilmesi için, hükümete yakın olması gerekir. Sabah-ATV satılacak, Çalık grubu medyadan çekilecek, Murdoch gelecek deniyor. Demek ki Çalık, ekonomik olarak borcunu ödeyemedi. Bir şekilde onu yavaşça çekip kurtaracaklar, yerine başka bir şirketi getirecekler. Eğer kapitalist bir sistemde, herkes hakiki rekabet ölçülerinde hareket etsin deniyorsa, en çok parayı verenin alması gerekiyor. Ama böyle olmuyor. ATV, cebinde en çok nakit parası olana değil, cebinde beş kuruş parası olmayıp, hükümete yakın olduğu için devlet bankasından kredi alana veriliyor. Bu marjinalite.
Ya da vergi borcu çıkararak, ya da ceza keserek…
Ya da diğer işlerini aksatarak, “şu ihaleleri alabilirsin, şunları alamazsın” denerek. Yani ekonomik olarak bağlanan büyük medya, diğer taraftan ideolojik olarak da (Kürt meselesi söz konusu olduğunda) çok istekli ve hazır bir şekilde işbirlikçilik yapıyor. Buna İslamcısı da Kemalist’i de, ulusalcısı da, liberali de dahil oluyor. Çünkü çok müthiş bir Türk patriotismi (vatanperverlik) var ülkede.
Toplumda nefret söylemi özgürlüğü var
Anti Kürt söyleminin sokaktaki yansımalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Beni en çok rahatsız eden şey bu. Toplumda nefret söylemi özgürlüğü var özellikle Kürtlere karşı, Ermenilere karşı, gayri Müslimlere karşı ve bu alkış alan, yargı süreçlerinde destek gören bir durum. Yani “ben Ahmet Türk’e yumruk atabilirim bir şey olmaz”, “ben Sebahat Tuncel’e tokat atabilirim bir şey olmaz”. Bunlar, bu mevcut kötü yasalara göre bile suç aslında. Fakat mahkemelerde korundukları, münferit olaylar deyip geçiştirildiği ve sorumlular asla hesap vermediği, tersine bu kötü muameleyi yapanlara makam mevki verildiği için, kendisi gibi görmediği özneye kötülük yapma imkanı giderek büyüyor. Van’da, Newroz’da bunu yaşadık. Ne kadar ırkçı, ne kadar anti Kürt bir söylemin olduğunu gördük. Bu çok tehlikeli bir süreç. Medya söylemiyle de giderek palazlandırılıyor. Afganistan’daki ölümler, şehit cenazeleriyle her seferinde yeniden kaşınarak halkın zihnine kazınan ve “işte bu çocukları öldürenlere kötülük yapmak meşrudur, doğrudur” gibi bir anlamı yeniden üreten bir söylem. Bunu görmek, beni kişisel olarak çok mutsuz ediyor.
Medya güçsüzleşiyor
Kürt sorunun çözümsüzlüğündeki katkısına ek olarak, örneğin sağlıkta dönüşümün halkın yararına olacağını yazan, AKP’nin bütün icraatlarının arkasında duran, bu politikalara karşı çıkışları göstermeyen sermaye medyasının ‘vebali’ artıyor denebilir mi?
Ben medyanın çok açık bir şekilde güçsüzleştiğini ve habercilik anlamında da etkisini kaybettiğini düşünüyorum. Medyadan çok medya tüketicisini suçluyorum. İnsanların toplumsal olaylara, insan hakları ihlallerine, sansürcü zihniyete karşı korkunç bir duyarsızlığı var. İnsanlar zaten Türkiye’de gazete okumuyor. Tartışma programlarını belli bir kitle izliyor. Onun dışında halkın büyük çoğunluğu zaten dizilerle uyutulmuş durumda. Yani toplumsal gerçeklikten kopmuş. O dizilerin alt metinlere baktığımız zaman yine çok cinsiyetçi, çok ırkçı, çok ötekileştirici bir söylemin orada da üretildiğini görüyoruz. Dizileri, şovları, kadın programlarını 24 saat izleyen, bir kitleden söz ediyoruz. Yani insanlar sandığa giderken, tamamen gündelik hayat kriterleri üzerinden karar veriyorlar, medyada okuduklarından veya gördüklerinden değil. “Başımı kapatırsam kocam iş alabiliyor mu”, “TOKİ’den ucuza ev alabilir miyim”, “belediye yardımı keser mi” vs. üzerinden. O anlamda medyanın tam tersine kurban olduğunu düşünüyorum. Onun için medya bir şeyin vebalini falan ödemeyecek. Toplumun artık medyayı nasıl görmek istediği konusunda bir talebinin olması lazım. Yani doğru haber için, adalet için, özgürlük için bir talebinin olması gerekiyor. Bu talep olmadığı sürece toplum bu kadar bir medyayla idare edecek.
İyi ama bunu talep etmesi için ‘doğruyu’ bilmesi gerekmiyor mu? O talep nasıl oluşacak?
Herhalde şöyle olacak, toplumun her kesimi eşit şekilde hükümetin baskılarına maruz kaldığı noktada bir şekilde bir başkaldırı yaşanacak. Şimdi kendisine çok iyi bir süreç gibi anlatılan meselelerin, örneğin sosyal güvenlik dönüşümünün aslında ilaç tekellerinin halkı bir şekilde kazıklama işi olduğunu gördüğünde anlayacak ve “siz neden doğrusunu yazmadınız” diyecek, o gazetelere tepki göstermeye başlayacak.
Sosyal medyada da cadı avı başlayabilir
Dünyada sosyal medyanın bir alternatif olarak giderek güçlendiği söyleniyor. Türkiye’deki kullanımı nasıl?
Türkiye’de sosyal medyanın şu anda siyasal iletişim alanında kullanımının çok niş bir alan olduğunu düşünüyorum. Bizim gibi sosyal medyayı etkili kullanan üç beş kişi haricinde insanlar genellikle sosyal medyayı chat yapmak, arkadaş edinmek için kullanıyorlar. Veya kendi sosyal reklamını yapmak için. Türkiye’de başında “sosyal” geçen her şeyin, aslında kapitalist sistem içinde reklama dönük icrasının çok yaygın olduğunu düşünüyorum. Reklam ve tanıtımla ilgili insanlar. Haber alıp vermek konusunda sosyal medya kullanımı henüz o kadar gelişmiş değil. Talep de yok zaten. Evet, büyük medya kurumlarını, ajansları falan izliyor insanlar ama asıl olarak twitter, facebook gibi çok sayıda görüntülü, yazılı haberin, fotoğrafın paylaşıldığı alanlarda. Doğru bilgiye erişmek için gerekli yolları bilen çok az insan var.
Yani Türkiye’de bir facebook devriminden bahsedemiyoruz!?
Hayır! Arap devriminde olduğu gibi, Türkiye’de de alternatif ve muhalif var oluş biçiminin kendi içinde tehlikeler barındırdığını düşünüyorum. Sosyal medya, önümüzdeki günlerde bir cadı avına da dönüşebilir. Hükümetin basını sansür cinneti, yakında sosyal medyaya da sıçrayacak. Sosyal medya devrim yapar mı yapmaz mı? Sosyal medya tabii ki devrimin aracısı olarak insanların iletişim kurmasında kolaylıklar sağlıyor ama eskiden olduğu gibi devrimler yine sokaklarda yapılıyor, oturduğumuz yerde bilgisayar başında devrim olmuyor. Sosyal medya devrimin görünür kılınmasında, farklı coğrafyalarda hızlıca bilgi aktarımında belki etkili oluyor ama her ne oluyorsa insanların sokaklara çıkmasıyla oluyor.
Gazeteciler korkuyor
Geçtiğimiz yıl yaptığınız araştırmada gazetecilerin yüzde 81’i, sansür ve oto sansürün basında yaygın olduğunu söylemişlerdi. Sansür, oto sansür derken çok grift kavramlardan söz ediyoruz ama son dönemde oto sansürün daha ön planda olmasının nedeni ne?
Bunun nedenini de tek parti iktidarına bağlıyorum.
Neden?
Çünkü bir sağcı, bir solcu olduğunda veya iki üç partili hükümet kurulduğu zaman, daha parçalanmış medya yapıları, daha farklı ideolojik arka planlardan medya güçleri oluyor. Ve birbirlerine karşı kontrol mekanizmasını daha iyi yürütebiliyorlar. Şu günlerde öyle şeyler söyleniyor ki, attığınız e mailler yerine ulaşmadan polisin bilgisayarına düşüyor diye iddialar var. Şimdi böyle bir ortamda yaşadığınızı düşünün, bir gazetecisiniz, mesela Deniz Feneri haberini veya yolsuzluk haberini yazacaksınız veya Newroz’da polisin insanlara nasıl ateş ettiğini yazacaksınız. Durup bir düşünüyorsunuz, çünkü bunun karşısında hükümet veya polis teşkilatı gelip de “biz öyle bir şey yapmadık, tekzip edeceğiz bunu” demiyor, direk hakkınızda fezleke çıkarıyorlar. Kendinizi ertesi sabah gözaltında bulabiliyorsunuz. Düşünsenize, Pozantı’yı yazan DİHA muhabiri Özlem Ağuş şu an cezaevinde.
Gazeteciler bazı haberleri yazmaktan hakikaten korkuyorlar. Beğenin veya beğenmeyin en üst düzey gazetecilerin tek tek yerlerinden alındığını görüyoruz. İşte köşe yazarları gidiyor. Bana sorarsanız tabii ki korkmadan mücadele etmek gerekir ama büyük medyanın içinde bu mücadeleyi sürdürmek mümkün değil. İktidarlar o yüzden Özgür Gündem’den korkuyorlar. Çünkü Özgür Gündem en başından beri cesaretle, yılmadan gerçeği, haberi savunmuş, mevcut ana akım medyada var olmayan Kürt bakışını insanlara aktarmayı kendine misyon edinmiş bir gazete.Ve bu uğurda gazetecileri öldürülmüş, kaybedilmiş, hapsedilmiş. Ele geçiremedikleri bir tek, küçük adacıklar gibi duran Gündem, Evrensel, Birgün gibi muhalif basın kaldı. Bu da eski bir şey.