Akşam gazetesi yazarı Etyen Mahçupyan, Ermenilik tartışması üzerine “Şahsen ben şu anki Ermenilikten çok sıkıldım. Anadolu bütünlüğünün geçmiş ve gelecekte doğal parçası olan, yerliliğin taşıyıcılığını yüklenen bir Ermeniliği özlüyorum. Herkesin yüzüne bakarken, herkesin de yüzüme bakmasını, bakabilmesini istiyorum” dedi.
Mahçupyan “Palyaçonun cehennemi” başlığıyla yayımlanan (26 Ağustos 2014) yazısında "Azınlıkların küçük dünyalarında Müslümanları aşağıladığını” ileri sürerek, “Ermeni 'aydınları' diye ortalıkta dolaşanların büyük kısmı kendilerini seyre gelmiş sol liberal 'aydın aristokrasisinin' alkışını almak için, burunlarına kırmızı toplar yapıştırmış, yeri geldiğinde taklalar atan palyaçolar gibiler” demişti.
Mahçupyan’ın bu yazısının ardından Akşam yazarı Hayko Bağdat da “Etyen Abi” başlığıyla yayımlanan yazısıyla cevap vererek, "Palyaçolar neticede çocukları eğlendirirler. Saray soytarıları ise çocuklara 'vurun' emrini veren kralları" diyen Bağdat, Mahçupyan'a hitaben, "İktidarı savunurken, mazlumun yanında pozlarıyla devlet sanatçısı gibi davranarak bizleri aşağılamaya utanmıyor musun" ifadesini kullanmıştı.
Etyen Mahçupyan’ın Akşam’da “Bir Ermeni olarak…” başlığıyla yayımlanan (28 Ağustos 2014) yazısı şöyle:
Bugün bu ülkenin önünde yeni bir bahis var. Yüz yıldır dışlayıcı ve reddedici bir ideolojinin sultasında yaşanan tarihsel parantez kapanıyor. Türkiye 1908’in hiçbir zaman çiçek açamayan yeni vatandaşlık ve birliktelik arayışını bir kez daha hayata geçirmeye hazırlanıyor. Başarının garantisi yok… Hiçbir kimliksel grubun tek başına beceremeyeceği, bu topraklardaki herkese muhtaç olduğumuz bir süreçte yeniden sınanacağız. Küresel dünya bu karmaşık, çok kimlikli halk yığınını kendi potansiyelini aramaya ve gerçekleştirmeye davet ediyor. Çevremizde olup bitenler sadece Batılı olmaya çalışarak gidilecek yol olmadığını, kendimizi hatırlayarak ve taşıyarak dünyanın anlamlı bir parçası ve paydaşı olabileceğimizi söylüyor.
Bu maceranın dışa açılan, mesafeleri kapatan, sınırları kaldıran bir yönü var. Ama aynı zamanda iç dünyamızda kaybedilmiş bir belleğin geri çağrılmasını, zaman içinde oluşmuş melezleşmelerin kimlik kategorilerinin önüne çıkarılmasını ifade ediyor. Osmanlı dünyasının yapısal veya fiziksel nitelikleri ne denli işlevsizse, o dünyanın kendisini anlamlandırma çerçevesi de o denli hayati. Çünkü bu halkın ortak olarak sırtını dayayabileceği, kendisini parçalı da olsa bir bütünün içinde hissedebileceği ve bu zemin üzerinde birbirinin yüzüne bakabileceği başka bir referans yok.
Geçmişin aydınlık yüzü bugün önümüzde Türkiyelilik olarak, bir iradi arayış, bir bahis olarak duruyor. Çoklu ve çoğulcu bir halk yığınından kimlikleri aşan bir birliktelik duygusu ve duruşu üretmek üzere… Başlangıç noktası, tepeden inme ideolojik kibir ve seçkinci zümre utanmazlığıyla aramıza sınır çekmeyi, hepimizin zihnini ve yüreğini yozlaştırmış olan ötekini aşağılama alışkanlığından sıyrılmayı gerektiriyor. Bundan ötesi yeninin inşasıdır ve elini harca sürmeyenin, terini paylaşmayanın bu konuda konuşma hakkı da herhalde olmayacak…
Söz konusu inşa sürecinin başını tabii ki bu ülkenin Müslümanları çekecek. İslam dininin takipçileri veya dindar oldukları için değil. Kapanan parantezin en geniş dışlanan kesimi oldukları ve daha önemlisi son yirmi yılda bu dönüşümün taşıyıcılığını bizzat kendilerini dışa açarak, sorgulayarak ve değiştirerek hak ettikleri için. Dönüşümün kendisi İslami kesimi daha dindarlığa değil, ama kültürel olarak İslami duyarlılığın sahipliğine taşımış durumda. O nedenle bugün Türkiye’de yaşananlar Orta Doğu’da yaşananlardan bağımsız olarak anlaşılamaz. Aynı nedenle Türkiye’de yaşananlar dini değil, ancak tarihsel/kültürel zeminde anlam kazanmakta ve ‘yerliliği’ karşımıza bir çoğulcu kimlik olarak çıkarmakta. Yedi ceddi şu veya buradan gelmiş olsa bile, yerliliği hissetmeyen, onun sorumluluğunu paylaşmayan, bu uğurda kendisini aşamayan hiç kimse gerçekte ‘buralı’ değil, ‘Bizden’ değil…
Yerliliği kimliksizleşmek, giderek kişiliksizleşmek olarak anlayan güruh bu topraklara ve bizlere yabancıdır. Ait olmadıkları bir halkı yüreklerinde aşağılayarak kendilerini bu ülkenin sahte rehberlerine dönüştüren şarlatanlarla önümüzdeki dönemde işimiz olmayacak. Onlar yabancı oldukları için devletin verdiği kimliğe ya da cemaatlerinin sağladığı alkışa muhtaçlar. Yabancılıkları ile yüzleşmek yerine yabancılaşmayı rasyonalize ederek ‘aydın’ olabildikleri için, kendilerine açtıkları çukurda ve tarihin bu noktasında kalacaklar. Fikir boşluğunu sıradanlığa duydukları öfke ve nefretle doldurmaya devam edecekler. Ama tam da bu nedenle muhatap alınabilecek kişilikten yoksunlar. Onlar bu halkın yeniden kendisini oluşturacağı ve tanımlayacağı, nihayet toplum olacağı, belki de kendisini ‘millet’ gibi hissedeceği inşa macerasının doğal safraları…
Türkiyeli olmak bunu istemekle bağlantılı… Ama yerli olmak bir istek meselesi değil. Dolayısıyla karşımızda iki bahis birden var: Yerli olanların Türkiyeliliği ne denli inşa edebilecekleri… Ve yerli olmamakla birlikte Türkiyeli olmak isteyenlerin samimi ve sahici olma davetini ne denli karşılayabilecekleri.
Ermeniler son Osmanlı idiler… Şimdi de ilk Türkiyeliler olmak durumundalar. Olumsuzluk üzerine oturan her kimlik onu taşıyanı kurutur. Geçmişin unutulması değil, açık yüreklilikle, ötekinin yüzüne bakarak anlatılması, konuşulması ve bundan alınan keyfin yerliliğin harcı olduğunun hissedilmesi zamanı…
Şahsen ben şu anki Ermenilikten çok sıkıldım. Anadolu bütünlüğünün geçmiş ve gelecekte doğal parçası olan, yerliliğin taşıyıcılığını yüklenen bir Ermeniliği özlüyorum. Herkesin yüzüne bakarken, herkesin de yüzüme bakmasını, bakabilmesini istiyorum…
Not: Geçen yazımda isim vermemiştim. Genellikle gerekmiyor… Etrafınıza bakın. Sahnedekiler belli. Onları şişirenler ve kullananlar da…