Evren'in evindeki silahlar kaldırıldı

Evren'in evindeki silahlar kaldırıldı

 T24- Vatan gazetesi yazarı Reha Muhtar, 12 darbesi davası nedeniyle yargılanacak olan Kenan Evren’in intihar etmemesi için ailesinin evdeki silahları topladığını yazdı.

 

Muhtar’ın bugün (19 Ocak 2012) yayımlanan “Canına kıyar” diye Kenan Evren’in evinde toplanan silahlar...” başlıklı yazısı şöyle

 

Tarihi kategorize ettiğim günler çok gerilerde kaldı...

 

Bir zamanlar ne güzeldi bütün bir döneme “faşist diktatörlük” adını takmak...

 

İçindeki herkesi faşist, mağdur olan herkesi demokrat ilan etmek...

 

En sevdiğim, en demokrat, en tonton bulduğum liderlerden birisiydi Turgut Özal...

 

O bile, Ecevit’ler, Demirel’ler, Erbakan’lar karşısında siyaset yapamasın yasaklı kalsınlar diye portakal rengi tişört giymiş üzerindeki “no no no” yazısıyla meydan meydan dolaşmıştı...

 

Sevimli olmasına sevimliydi...

 

Ancak o haliyle demokrat ve sivil bir politikacıdan çok bir diktatör gibiydi...

***

 

 

Dün 12 Eylül darbesi nedeniyle Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya’nın Nisan başında yargılanmasının başlanacağı açıklandı...

 

Müebbetle yargılanacaklar...

 

Evinden bir tanıdık kanalıyla aldığım bilgiler, 94 yaşındaki Kenan Evren’in iki büklüm halde olduğunu söylüyor...

 

Sanırım Pervin Hanım diye bir yardımcısı varmış yanında...

 

Herşeyine o bakıyormuş...

 

O da sadece o yanında istiyor onun yardımıyla işlerini görebiliyormuş...

 

12 Eylül’ün yargılanacak olması Kenan Evren’e çok koymuş...

 

Anayasa’yı ve kendi Devlet Başkanlığını yüzde 92 oy oranıyla onaylayan referandumu düşünüyormuş...

 

“Nasıl oldu da yüzde 92’den bu hale geldik?..” diye...

***

 

 

O Anayasa referandumu gününü çok iyi hatırlıyorum...

 

Milliyet gazetesinin Ankara bürosunda genç bir muhabirdim...

 

Kenan Evren’in “vatan haini” diye ima ettiği yüzde 8’lik o minik azınlığın kendi içinde yarı kahraman bir üyesi gibi hissediyordum kendimi...

 

30 yıl geçmiş üzerinden galiba hayır’lar “mavi” renkli oy pusulalarıydı...

 

Zarfın içinde “mavi olduğu görünsün, atan attığına atacağına bin pişman olsun” diyorlardı...

 

En azından öyle bir tevatür vardı...

 

“Evet”ler “beyaz” oy pusulasıydı galiba...

 

Kim bilir belki böylece “kimin ne attığını sandık başında saptayacaklardı...”

 

Bunların konuşulduğunu hatırlıyorum...

***

 

 

O renkli pusulayı saklayarak atmıştım oy pusulasını zarfın içine, kapattıktan sonra da anlaşılıyor mu diye zarfı çevirip bakmıştım...

 

Hızlı hızlı sandığa gidip içine atıvermiştim... İçimden sandıktaki zarfların biran önce birbirine karışmasını dileyerek...

 

Korkmuş muydum?..

 

Korkmamak mümkün müydü ki?..

 

Aslında şimdi düşünüyorum da 12 Eylül’ün olduğu saatlerde, ne yalan söyleyeyim “içimde bir ferahlama” duymuştum...

 

Onbeş yaşımdan beri beş yıldır ölümle burun buruna yaşıyordum o günlerde...

 

Sabah 6 sularında Ankara’nın ana caddesi Atatürk Bulvarı’ndan tanklar arasında tek başına yürüye yürüye ajansa giderken, “asker geldi artık ölmeyiz” diyordum...

 

İnsan öyle bir şey...

 

Canını kurtarınca rahatlıyor önce...

***

 

 

12 Eylül öncesi olaylarının ne kadarını “Evren ve arkadaşları” taammüden planladılar bilmiyorum...

 

O ölümlerde onların sorumluluğu ne kadar ondan da tam emin değilim...

 

1 Mayıs 77, Kahramanmaraş 78’de, Çorum olaylarında, hep gizli bir elin olduğunu gördüm yaşadım...

 

Taksim Intercontinental’in tepesinden makineliler kalabalığı tararken, olayın bir sağ sol olayının ötesinde olduğu belliydi...

 

Fakat bütün o silahlı öldürme olaylarından sadece darbeciler mi sorumlu, bugün bile bu sorunun cevabını tam bilemiyorum...

 

Hala o cinnetin aramızda dolaşan sivil sorumluları, sıradan katil müsebbibleri de varmış gibi geliyor bana...

 

Öyle hissediyorum...

 

Neyse...

***

 

 

12 Eylül sabahı “onların kurtardığını hissettiğim o ‘can borcu’ bana hala darbe günlerinde geçirdiğim onca tedirgin aylara karşın, darbecilere vururken beni biraz düşündürtür, elim çok gitmez...

 

Eleştirirken hakkın geçmesinden ‘ah almaktan’ korkarım...

 

O ah almaktan korkmak, ‘bir can verme duygusunun yarattığı acının’ şafak vakti ferahlamasındandır’...

 

Tahsin Şahinkaya’nın yıllar sonra beni işimden etmesini bile, televizyondan attırmasını bile bana tevekkülle karşılatan o “gerçek mi sanal mı olduğunu bilmediğim can diyetidir...”

***

 

 

O yıllardadır F-16 savaş uçaklarının alımında 2 milyar dolarlık rüşvet haberiyle ilgili bir Amerikalı’nın sözlerini yayımlamam ve Hava Kuvvetleri’nin başındaki Tahsin Şahinkaya’nın ayağa kalkması...

 

O günlerdedir Kenan Evren’in Adapazarı’nda halka hitaben “12 Eylül’e çamur atmak isteyenler var... Boğulacaklar o çamurda” dediği tarihi konuşma...

 

O aylardadır tedirgin tedirgin ne olacağımı beklediğim saatler günler...

 

Sonra bir gün aynı haberi ilk özel televizyon maceram esnasında Star’da yapmaya kalkmam ve “görünmeyen bir elin beni apar topar beni Star televizyonundan uzaklaştırması...”

 

Bizzat Tahsin Şahinkaya’nın ya da onun yakınındakilerin eliydi muhtemelen o gizli ve derin el...

 

Şimdi Tahsin Şahinkaya 12 Eylül’ün Kenan Evren’den de önce, 1 numaralı sanığı pozisyonunda...

 

Nedense onun Kenan Evren’den daha sorumlu bir sanık olması beni bir nebze rahatlatıyor...

 

Onca lafına karşın o can borcunun geçmiş diyetinden olsa gerek, Kenan Evren’i, o kadar sert mahkum edemiyorum kalbimde...

***

 

 

Öğrendim ki ailesi silahlarını evden toplattırmış...

 

Ne olur ne olmaz “Canına kıyar” diye...

 

Evren’in kaldığı evde silahlarının hiçbiri kalmamış, hepsi çocuklarının evine götürülmüş...

 

Aklı tamamen yerinde, vücudu iyice yaşlanmış, iki büklüm haldeymiş...

 

Durup durup “yüzde 92 evet oyu nasıl olup da bugün sesini çıkartamaz oldu” diyormuş...

 

Hayatın ne garip bir ironisi bu...

 

O günlerde “vatan haini kapsama alanına zaman zaman girip çıkan” yüzde 8’lik azınlık aidiyetinden bir genç gazeteci, bugün onu da anlayarak yazmaya çalışıyor darbe günlerini...

 

Bir zamanlar meydanlarda “vatan hainliği yapanlar” içinde sıraladığı, sonra işinden olan o genç gazeteciye nasipmiş bugünleri de yazmak...

 

Dün akşam En Son Haber sitesinde 12 Eylül günlerinde kanser olup, yurt dışına tedavi için çıkış izni verilmeyen ünlü sanatçı Ruhi Su’nun ölüm haberini okuyordum...

 

Cenazesinde inanılmaz bir kalabalık toplanmıştı da 12 Eylül’cüler toplanan kalabalığı da gözaltına almışlardı...

 

160’tan fazla kişi içeri alınıp 15 gün içerde tutulmuştu...

 

Ruhi Su’dan bir “Aldırma Gönül’ü” dinlemeye başladım dün gece...

 

Sonra Drama Köprüsü’nü koydum onun görüntüsünden ve sesinden...

 

Gözlerimden bir damlacık yaşın akıverdiğini hissettim...

 

Ruhi Su ve o günlerde mağdur edilmiş yüzbinler için...

 

12 Eylül günlerini yazmaya devam edeceğim...

*****

 

 

GÜNÜN ANLAMLI SÖZÜ

 

YAŞAMIŞ OLDUĞUM HAYAT NEYİ TEMSİL EDECEK?..

 

“Her birimizin sadece ebeveyn değil, aynı zamanda insan olarak da kendimize şu soruyu sormamız gerekir:

 

“Öldükten sonra yaşamış olduğum hayat neyi temsil edecek?..

 

Öldüğümüzde bıraktığımız ayak izlerini ve gelecek nesillerin bunları nasıl tanıyacağını düşünmemiz gerekir...

 

Hepimiz Mahatma Gandhi veya Rahibe Terresa olmak zorunda değiliz...

 

Bunlar o insanlar için çizilmiş haritalar ve onlar bu şekilde yaşamayı seçtiler...”

 

Bütün ihtiyacımız olan, kendimizi aşmamıza olanak sağlayacak bir yolda yürümemizdir...

 

Robin Sharma”

 

Sharma’nın sözleri bunlar...

 

Bir vurgu yapayım sizin için...

 

“Öldükten sonra yaşamış olduğum hayat neyi temsil edecek?..”

 

Başkasını yargılamak için değil, kendiniz için bu soruyu cevaplandırmaya çalışın...

 

Aniden çok şeyi farketmeye başlayacaksınız...

 

Gerçek cevaplara yönelebilirseniz mucizevi bir etki bırakacak bu soru üzerinizde...