Evrim Altuğ’u Seviyorum

Evrim Altuğ’u Seviyorum
Barış Acar  http://prounodasi.wordpress.com   Oysa o söze “Sanat tarihini sevmiyorum,” diyerek başlıyor. Depo Kültür Merkezi’nde “Kritik Sanat: Sanat Kritiği” konuşmasında göz teması kurmadan konuşuyor Evrim Altuğ. Haber yapan olarak haberinin yapılmasından çekiniyor sanki. Ürkek, sıkılgan, kendinden emin, ama sanat ortamında uzun zaman geçirmiş olmasından kaynaklanıyor olsa gerek, sakınaklı; ölçerek konuşuyor. Muhabirlik ve Sanat Eleştirisi Yaklaşık iki saat süren konuşması boyunca yaptığı haberlerden örnekler gösteriyor. Belirli bir düzen gütmemiş bunları izleyiciye sunarken; karşılaştığı imgeye göre aklına geldiğince konuşuyor. Öte yandan salonu gözettiğini, gözüne takılan simaları kırmamak için onlara dair haberleri arayıp bulduğunu fark edebiliyorum.  Hikâyesinin özeti: Radikal gazetesi, Milliyet Sanat, BirGün, Sabah, Newsweek, Sanat Dünyamız, Cumhuriyet, ArtUnlimited… uzayan bir liste.  “Bir arz talep meselesi,” diyor. “Sizden bir yazı istiyorlar, siz de yazıyorsunuz. Bir nevi taksicilik gibi.” Yazdığı yazıları, bugüne dek olan çabalarını sanat eleştirisi olarak tanımlamaktan özenle kaçınıyor. “Öz olan muhabirliktir,” diyor, “Sanatçıların yanında olup onların kaydını tutmak, gerektiğinde onların sizin yerinize söz almasına olanak vermek, kesişmeler yaratmak…” Projeksiyon makinesinin arkasına siper almış konuşurken, yüzünü çok az kişi görebiliyor. Görülmeden, sadece sözcükler aracılığıyla var olmaya çalışıyor sanki.  Ana akım medyada da, ara akım olarak tanımladığı çok daha sınırlı bir kitleye hitap eden medyada da yer aldığını, bunların kendisine farklı farklı şeyler öğrettiğini söylüyor. Kendini bir yerde konumlandırıyor; ama oranın neresi olduğunu kestirmek güç. Oysa kafasındaki muhabiri çizerken zorlanmıyor. “Her şeyden önce PR ilişkilerinden bağımsız olmalı,” diyor. “İçindeki okuyucunun gezip görmesine izin vermeli.” Avangard-gazetecilik diye ekliyor bir ara. Sonra üzerinde çok durmuyor.  Sanat eleştirisinin sanatçı cephesi konuşuluyor daha çok. Sanatçının çaresizliği, piyasa ilişkileri içinde kayboluşu, bu noktada medyanın piyasa tarafından manipüle edilişi üzerinde duruluyor. Altuğ’un konuşmasında sezgisel olarak yola çıktığı “sanat tarihinin yokoluşu” noktası dikkati çekmiyor. Üniversitelerin edebiyat bölümlerinde bir köşeye sıkışmış, kurumsal olarak tasfiye olmanın eşiğinde duran sanat tarihinin yerine bugün gazetecilik konuşuyor. Belirlemeler yapıyor, manüpile ediyor ya da görmezden geliyor.Gazetenin Perspektifinden Sanat  Oysa herkes biliyor ki, kültür-sanat alanı gazetelerde magazin boyutu içinde değerlendirilir. Gündemin, politikanın, dünyada ve ülkede olup bitenin uzağında “çerezlik” alanlar olarak görülür. Bu yüzden de sanat yazıları yazanlar ya gazeteye yazı yetişsin, eksik kapansın duygusuyla hareket eder ya da ekmek teknesine hamur yetiştirmek telaşesindedir. Eleştirinin tedavülden kalkmasının ilk suçlusu sanat tarihindeki kemikleşme eğilimiyse, ikinci suçlu gazetelerin yan ürünü olarak 20. yüzyıl başında türemiş “edebiyat adamı”nın orta seviye derinliğini bile yitirmesi, entelektüel kimliğinin yavanlaşması, piyasanın elinde her geçen gün daha da çiğleşleşmesi. Bu çiğleşme içinde eleştirinin ciddiyetine/ samimiyetine hiç mi hiç yer kalmaması.  Çağdaş sanatın bugünkü dilemmasını bu entelektüel derinlik yoksunluğu çok güzel özetliyor. Eleştirinin “okuma yapmak”a indirgenmesi kimseye bir sorunmuş gibi gelmiyor.  Evrim Altuğ, yaptığı işi “Prestij olarak karşılığı var ama ücret olarak böyle bir karşılık yok,” diye tanımlarken, kimlik olarak bu arada kalmışlığı örnekliyor. Olabildiğince gerçek olduğu nokta şurası: Yazdığı, farklı gazetelere farklı zamanlara dağılmış olan yazılarını bir araya getirip getirmeyeceğini soruyor biri. “O bambaşka bir insan olur,” diyor, “O insanla karşılaşmak istemem. Arayan bulsun.”  Kendini ifade edişindeki samimiyete inandığım Evrim Altuğ’a bir sanat tarihçisi olarak kızamıyorum. Gazetecilik ve sanat arasındaki ilişkiye dair söylediği şu sözler, sıkıntısını yaşadığı çağı ve coğrafyayı muazzam bir biçimde özetliyor: “Siz o dükkânın sahibi değilsiniz; sadece reyona bakıyorsunuz.”