TCMB'nin 20 Ekim toplantısı hem içeride hem de dışarıda tedirginlikle beklenen bir toplantıydı.
Eylül ayında faiz indiren TCMB'nin bu hatayı Ekim'de de devam ettirmesi uluslararası risk algısını tetikleyebilecek kritik bir adımdı.
Maalesef korkulan oldu ve Merkez Bankası politika faizini beklentilerin de üzerinde bir kararla 200 baz puan indirdi.
Normal şartlarda gelişmekte olan bir ülkedeki rutin bir merkez bankası toplantısı gelişmiş ülkelerin radarına pek girmez. Çünkü gelişmekte olan ülkeler genellikle defansif bir tutum izlerler. Büyük gelişmiş ülke merkez bankalarından gelecek sinyallere bağlı olarak kendi duruşlarını belirlerler.
Fed'in sıkı para politikası konusunda net sinyaller verdiği 22 Eylül toplantısından bir gün sonra TCMB toplandı. Gelişmekte olan ülkeler Fed'in sinyallerine ağırlıklı olarak faiz artırarak cevap verdiler. Çünkü eğer Fed para musluklarını kısmaya başlar ve risk iştahı azalırsa yabancı sermaye çekebilmek ve azalan risk iştahını bertaraf edebilmek için daha yüksek bir faiz gerekir.
Eğer makroekonomik temelleriniz sağlam, riskleriniz az ve ülkenize duyulan güven yüksekse faizleri fazla artırmanıza gerek kalmaz. Ama kırılganlıklar ne kadar fazla ise Fed sıkılaşmaya giderken önce o ülkeler sermaye çıkışı yaşarlar.
Fed kararına faiz artırarak cevap veren diğer gelişmekte olan ülkelerin aksine TCMB faiz indirimine gitti. Türkiye'nin kırılganlıkları ise zaten 2018 sonrası dönemde giderek artmış, enflasyon pahasına büyüme tercihleri aşırı ısınma, yüksek enflasyon ve yüksek kur olarak geri dönmüştü.
Oluşan tablo merkez bankasının döviz rezervleri satılarak giderilmeye çalışılınca kırılganlıklar daha da artarken yabancı sermaye büyük ölçüde yurdu terk etmişti.
İşte böyle bir ortamda, dış konjonktür tersine işaret ederken TCMB faiz indirim döngüsünü başlattı. İktisadi temellere ters düşen bu adım gözleri TCMB'ye çevirdi.
Gelişmekte olan ülke merkez bankası bir yandan dışarıdaki dengeleri gözetirken bir yandan da elbette içerideki dengeleri gözetmek zorundadır. Kimi zaman iç dengeler ve dış dengeler birbiri ile çelişir. Böyle durumlarda merkez bankacılığı bu iki etkiden hangisinin ağır basacağını öngörebilecek bir ustalık ve tecrübe ister.
Ancak 20 Ekim kararında böyle bir çelişki yoktu. Zira nasıl ki dış dinamikler faiz indirimlerine izin vermiyorsa iç dinamikler de aynı şeyi söylüyordu.
İçeride yüzde 20 eşiğine dayanmış bir enflasyon, yükselen risk primi, zayıflayan TL, kredibilitesi kalmamış bir Merkez Bankası vardı. Bu şartlar, neresinden bakılırsa bakılsın bir faiz indiriminin söz konusu bile edilemeyeceği şartlardır.
Ne yapılmaya çalışılıyor ve ne sonuç elde ediliyor?
İktisada giriş dersinde düşük faizin borçlanma maliyetini düşüreceği, dolayısı ile "diğer bütün değişkenler sabit kaldığında" faiz indiriminin ekonomi üzerinde genişletici etki yapacağı anlatılır.
Ancak ekonomi oldukça karmaşıktır. Faiz indiği zaman diğer bütün değişkenleri sabit tutmak her zaman mümkün olmaz. O değişkenlerden en önemlilerinden birisi kredibilitedir.
Eğer merkez bankası faizi indirir ve bu kararın enflasyonu artırmayacağına piyasaları ikna ederse, yani kredibilitesi yüksekse, uzun vadeli faizler de düşer. Borçlanma maliyeti azalır, ve ekonomide arzu edilen genişleme sağlanır.
Öte yandan kredibilitesi zayıf bir merkez bankası, hele de enflasyonun yüzde 20'ye dayandığı bir ortamda faiz indirirse, enflasyon beklentilerini tutamaz. Kredibilite daha da yıpranır. Bunun sonucunda risk primi, uzun vadeli faizler ve kur artar.
İşte bu durum "daraltıcı genişleme" adımına örnektir. Yani kağıt üzerinde bir genişleme adımı atılsa da pratikte ekonomik maliyetler daha da arttığı için ekonomi daralır.
Peki TCMB neden halen faiz indirimlerinde ısrar ediyor?
Hükümetin ekonomik duruşunun pandemi döneminde sık sık değiştiğini gözlemledik. Önce faizler düşürülürken kur sabit tutulmaya çalışıldı. Bu şekilde kurdan gelen ekonomik maliyet baskılanmak istendi.
Şimdilerde ise kuru tamamen göz ardı edip salt faizi düşürerek ekonomiyi canlandırmayı hedefleyen bir politika benimsendi. Bu "daraltıcı genişleme" politikalarının iç talep üzerindeki ters etkisine az önce değindik.
Dış talebe gelince: Değersiz TL ile iç talebi boğup ihracatı artırmayı hedeflemek, eve aldığınız pastayı çocuklarınızın önünden çekip "misafirlere" saklamaya benziyor.
Kaldı ki yerli parayı zayıf tutmanın net ihracatı artıracağı konusunda da iktisat yazını net bir cevap vermiyor. Artan aramalı maliyetinin arzı düşürdüğü, bozulan finansal koşulların ihracatı olumsuz etkilediği örnekler mevcut.
Yapılması gereken artan kur ve enflasyon altında ezilen iç talebi koruyacak, yoksulluğun önüne geçecek, fiyat istikrarı odaklı, kapsayıcı ve sürdürülebilir bir büyüme patikası olmalıdır. Yani hem pastayı büyütecek hem de adil dağılımını sağlayacak politikalar geliştirilmelidir.
Pastayı salt Merkez Bankası politikaları ile büyütebilir miyiz? İronik şekilde eğer TCMB yarın bir faiz artırımına gitse bu adım büyük ihtimalle ekonomiyi rahatlatacak bir adım olurdu. Ancak olay Merkez Bankası'nı aştı.
Kurumsal bağımsızlığın hızla eridiği bir ortamda ne Merkez Bankası sadece para politikasını temsil ediyor ne de faiz indirimleri de sadece faiz indirimi anlamına geliyor. Piyasadaki olumsuz fiyatlamanın önemli bir sebebi de bu.
Bu noktada yapılması gereken basit bir faiz kararının çok ötesinde, yeniden güven ortamının oluşturulması, kurumsal bağımsızlığın inşa edilmesi ve sonrasında liyakatla seçilmiş idarecilerin işlerini layıkıyla yerine getirmesidir.