Süheyl Aygül
[email protected] Yaşamda belli mekanizmalar tarafından özellikle farkındalık yaratılan seçili konular veya kişiler vardır veya fark edilmesi tamamen sizlerin duyarlılığınıza bırakılmış olanlar. Mesela “Survivor’’ yarışma programına katılan birçok popüler isim gerek görsel gerekse yazılı medya tarafından sürekli ilgi merkezi haline getirilirken, her doğan yeni bir günle birlikte gerçek bir survivor yarışına katılmak zorunluluğuyla uyanan sokakların isimsiz kahramanları sevgili tüylü dostlarımız nedense pek farkedilmezler. Oysa fark etmek ve birşeyler yapabilmenin hiçbir zahmeti veya maliyeti olmamasına rağmen! Farkedilmeyen dostlarımız her bebek gibi severek başlarlar yaşamlarına yardıma muhtaç olarak, ancak aileleri dört bir tarafa dağıldığı için onları şefkatle saran kollardan ziyade zaman zaman zalimler diyarına dönüşen şehrin kolları onları kucaklar ve “sokak survivor’’ı olabilmek için yaşama katılmak zorunda kalırlar. Güvenmek isterler her cinse, özellikle insanlara… Bazıları haklı çıkarlar da. Şanslı olanlar iyi kalpli insanlar tarafından evlere alınırlar. Diğerleri ise maalesef fark edilmez, sokaklarda yalnız kalır. Evde beslenen şanslı arkadaşlarına göre çok daha kısa süre yaşarlar. Bir yandan karınlarını doyurmaya, bir yandan da hastalıklarla boğuşmaya çalışırlar. Ortalama iki yıl civarında yaşarlar. Çatıları gökyüzü, döşekleri ise topraktır. Doğal yaşam alanları bazen bir balkon, bazen bir arabanın altı, kaldırım üstü, çöp tenekesi yanı, yağmurda, karda çamurda durdukları bir kuytudur çoğu zaman. Sanki gidecek bir yerleri varmış gibi hızlı hızlı yürümelerinde anlam bulamadığımız, ani kararla ters dönüp istikamet değiştiren, bakışlarındaki inanma ihtiyacı yüreklerimizi sızlatan, sevimli masum dostlarımızdır onlar. Her yeni bir günde nefes almak ve hayata tutunmak adına yaşama meydan okumak durumda kalırlar. Tek gayeleri yaşamak olmasına rağmen bazen tekmelere bazen taşlı sopalı saldırılara maruz kalırlar. İnsanların yaptıklarından dolayı çoğu zaman boynu bükük olurlar. Üzerlerine yüründü mü yalpalayıp kaçarlar. Çoğu kısa yaşam sürelerini bile doldurmadan motorize olmuş trafik canavarlarına teslim olup hüzünlü gözlerini sonsuza kadar kaparlar. Geçenlerde tek hayali yanına bir kaç veteriner alıp barınak kurmak ve restaurantları atıklar konusunda geliştirdiği projeye entegre etmek hayali olan bir dostum sokaktan aldığı ve Pudra adını verdiği kedinin kendini nasıl mutlu ettiğini sefkat dolu gözlerle anlatırken, eve alamadığı ancak her sabah işe giderken sabah kahvesini aldığı kahve zinciri mağazasının önünde karşılaştığı ve peçete ile sevmeye çalıştığı, Rimel adını verdiği, sevilirken asil İngiliz atları gibi ön bacak hareketleri yapan siyah, sol kulağının üstü belediyeden aşılı olduğunu gösteren bandı ile, çirkin, kirli, zayıf ama çok sevimli bulduğu sevecen dostundan bahsetti. Geçen hafta Rimel’in arkadaşları ile birbirlerini kovalarken hızla gelen trafik canavarı bir dolmuşun altında kaldığını uzaktan görünce ve durmayı dahi tenezzül etmeyen şoförden sonra oradaki başka birisinin de kuyruğundan çekerek çöp tenekesinin önüne bırakması sahneleri ile yaşadığı duygusal travmayı anlattı. Uzun süredir ağlamayan bir kişi olmasına rağmen nasıl hıçkırıklarla ağlayarak arabayı sürmek zorunda kaldığını ve gününün nasıl kâbusa dönüştüğünü anlattı. Ertesi sabah ise işe giderken Rimel’in tekrar kuyruğunu sallayarak ona doğru koştuğunu görünce gözlerine önce inanamamış, sonra önceki gün olanlar Rimel’in diğer bir şanssız arkadaşının başına geldiğini anlamış. Sevgiyle kucaklaşırlarken, aralarındaki peçeteyi de artık bundan sonra kullanmama kararı almışlar. Her sabah işe giderken, Rimel onun gününün güzel başlamasına neden olurken, bir taraftan da onu orada bir daha görememek korkusu yaşamaya da devam ediyormuş, bu arada Rimel’in yakışıklı bir pozunu da çekip bana göndermeyi ihmal etmemiş. Aslında, Avrupa ve Amerika’da şehirlerin sokaklarında rastlanmayan sevgili tüylü dostlarımız benim için bir şehri sevmemde en önemli kriterlerden biridir. Mevcut bulunmamaları halinde, o şehirde bir şeylerin eksik olduğunu, o şehrin ruhunun yarım kaldığını düşünürüm. Sabah mahmurluğunda işe giderken oturmakta olduğu arabanızın üzerinde tüm masumluğuyla uyuklayan, şehrin sokaklarında uzun yürüyüşlerinizde yol boyunca size eşlik eden, yalnızsanız, huzursuzsanız, fark edilmez durumdaysanız, sizinle dertleşmek için etrafınızda dolanan anlamlı gözleriyle konuşan dostlarımızdır onlar. Herkes ve her şeyin aynılaşmaya başladığı bir dünyada onlar, büyüklü, küçüklü, çirkin, güzel, siyah, beyaz veya farklı renkleriyle şehirlerin gökkuşağıdırlar. Şehrin sokaklarının sadık bekçileri, sisli akşamların gönüllü nöbetçisidir onlar. Onlarsız sokaklar bomboş ve ruhsuzdurlar… Bir gün insanların sorunları biterse, kendilerine de sıra gelir diye umar tüylü dostlarımız. Aslında, o güne kadar karınlarını doyuran ve tüylerini okşayarak içlerine hep ihtiyaç duydukları şefkat dolu titreşimler uyandıran bir insan elidir belki de tüm beklentileri. Güzel sözler söyleyip, başlarını okşadığında sizi her gördüğünde bu kadar sevinen başka bir tanıdığınız olmadığı hissini ruhunuza yaymak için genelde hep hazırdırlar. Onlar her daim hazırdırlar. Peki siz hazır mısınız? Hazırlık için nedir gerekli olan? Belki de Sezen Aksu’nun dediği gibi ihtiyacınız olan sadece empati, sempati biraz tolerans… Ne dersiniz? Yarın farklı bir gün olsun… İşe giderken veya yolda yürürken en azından bir fark edilmez dostunuzu fark etmeye çalışın. İster başını okşayın isterseniz simidinizi paylaşın. Size sunacakları koşulsuz sevgi ve yaşatacakları mutluluğu hissederek bundan sonra fark edilmeyen dostlarınızın hep farkında olun! Eğer bir fark edilmez dostunuza basit bir şekilde bile olsa kendinizi fark ettirir, onu mutlu ederseniz, o hiçbir zaman sizi unutmayacaktır. Aslında insanlarla tüylü dostlarımızın temel farkı da belki de tam bu noktada saklı değil midir?