Yönetmen Fatih Akın, “Duvara Karşı” filmine neden Sibel Kekilli’yi seçtiğini ilişkin, "Sibel’i erotik geçmişinden ötürü değil, en iyi oyunculuğu verdiği için seçtim. Kamera önünde rahat olması da artıydı. Kabiliyetliydi yani, geçmişi beni ilgilendirmez" dedi.
Görüntü Yönetmenleri Derneği’nin YouTube’da gerçekleştirdiği canlı yayına konuk oldu. Ersin Gök, Birkan Yorulmaz ve Firar Güney Kayran’ın sorularını yanıtlayan ünlü yönetmen, 2.5 saatlik yayında sinema aşkının nasıl başladığını, HBO için çekeceği Marlene Dietrich dizisini ve “Duvara Karşı” filmine neden Sibel Kekilli’yi seçtiğini de anlattı.
Akın'ın açıklamalarından önce çıkan başlıklar şöyle:
“Duvara Karşı’da Sibel’i ben seçtim. Yapımcılarla konuşurken ‘Birol Ünel, Türk. Kızın da Türk olması lazım’ dedim. O dönem Almanya’daki Türk oyuncular çıplaklık var diye kabul etmediler. ‘Ablam kızar, babam kızar, mahalle kızar’ dediler. Ben de ‘erotik alanda Türk oyuncu yok mu’ diye bir araştırma yaptırdım. Arayıp ‘Bir tane var’ dediler, Sibel’den bahsettiler.
Onu oyuncu seçmesine çağırdım. Aynı zamanda 200 kız daha vardı. Evden kaçan kızlar bunlar.
Sibel’i erotik geçmişinden ötürü değil, en iyi oyunculuğu verdiği için seçtim. Kamera önünde rahat olması da artıydı. Kabiliyetliydi yani, geçmişi beni ilgilendirmez.”
“7 yaşındaydım. Ailem, gurbetçi ailelerin evine film izlemeye giderdi. Yeşilçam filmleri izlerdik. Solcu ailelerin evinde de Yılmaz Güney filmlerini. Bunlar benim ilgimi çekti. Öte yandan video dükkanı olan aileler de vardı ve onlarda her türlü Batı filmi bulunuyordu. Filmler bütün hayatımdı.”
“Küçükken fabrikada, babamın yanında çalıştım. Garsonluk yaptım. Setlerde de çok çalıştım. Lise döneminde bir film şirketinden iş istedim. 18-19 yaşındaydım. ‘Kahve yaparım, eşya taşırım’ dedim. O dönem sinemayı öğrenmeye başladım. Bir kısa film yaptım ama kamerası ve kurgusu iyi değildi.”
“Almancı olarak yetiştim, Türkiye benim için ‘Matrix’ gibi bir şeydi. Bir gerçek hayat var; Almanya, okul, mahalle. Bir de Türkiye. Köy hayatı, bağa gitmek, İstanbul...”
“95’te İstanbul’da Kemancı’ya gidiyordum kendi başıma. Kimseyle diyalog kuramıyordum. O zaman çok zordu, New York gibi bir yerdi. Kendi başına gidince kimseyle tanışamıyorsun. Çok da meraklıydım İstanbul gençliğine, rock müziğe meraklıydım.”
“Duvara Karşı birden patladı, ödüller aldı ve bir anda ‘Alman yönetmen’ olarak değil ‘yönetmen’ olarak buldum kendimi. Bu durum sonraki filmim ‘Yaşamın Kıyısında’ için büyük bir sanat baskısı yaptı üzerimde. Ne yaparsam yapayım tamamen farklı yapmam lazımdı.”
“Duvara Karşı’nın başarısı beni Sezen Aksu’yla tanıştırdı. İlk filmimden bu yana şarkılarını kullanırım. O filmde yapımcı olduğum için parasız kaldım bir anda. Ünlü oldum ama parasızdım. İstanbul’a gidip müzikçilerle takılayım diyerek ‘İstanbul Hatırası’nı ve ‘Cennetteki Çöplük’ü çektim.”
“Nuri Bilge Ceylan sinemasını izliyorum. Görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki ama Nuri Bilge Ceylan da fotoğrafçı. Hepsi çok sağlam filmler. Son izlediğim iki Türk filmi ‘Müslüm’ ve ‘Yol Ayrımı’ oldu. Zeki Demirkubuz’un ‘Masumiyet’ini de izlemiştim, beni çok etkilemişti. ‘Yaşamın Kıyısında’ benim Türk sineması deneyimlememdir. Yılmaz Güney’ın ‘Arkadaş’ filmine gönderme var.”
“Tavşan ormanda gezerken gözleri açık gezer, korkar çünkü. Başarılar üst üste gelince ben korkumu kaybettim, o yüzden ‘The Cut’ ile başarısızlık geldi. Depresyona ve borca girdim. İstediğim projeyi yapamadım. ‘The Cut’tan sonra ‘Paramparça’yı çektim. Şu an karşımdaki rafta 8 proje var. 4 tanesi dizi,4 tanesi film.”
“Sinemada bir saatten sonra tiyatro grubu gibi oluyorsun, aynı oyuncularla çalışıyorsun. Çünkü yeni oyuncuyla çalışmak için enerji gerekiyor. ‘Beni doğru anladı mı?’ diye düşünüyorsun. Projelerim sade ve kolay olsun istiyorum. ‘Yeni oyuncuya ne gerek var, o oynayabilirse’ diyorum. Bu bir yönetmen tekniği. Hikaye ve kameraya daha fazla konsantrasyon olmam lazım.”
“HBO için 6 bölümlük ‘Marlene Dietrich’ dizisini çekeceğiz. Mini dizi. Aslında 30’ların Hollywood’u benim dünyam değil. O yüzden başta korku ve endişem vardı. Ama Diane Kruger bana cesaret verdi. Bu, onun projesi.
‘Benim yönetmenim sensin. Ben Marlene Dietrich’i oynamak istiyorum, sen yaz, sen çek’ dedi. ‘Ablam ne diyorsun sen?’ falan dedim. Gerçi ben ondan büyüğüm. Sonra baktım filmimiz gişe yapıyor, ödüller alıyoruz, ‘Madem aramızda böyle bir alışveriş var, yine beraber çalışalım’ dedim.Senaryoyu 1 yıl boyunca dört kişi yazdık. Bu kadar iyi olmasını beklemiyordum. Farklı bir yaklaşımı var. Bir saatten sonra ‘6 bölüm çok para, ne yapacağız’ diye düşünmeye başladık. HBO ise ‘Biz bunu tek yapacağız. Sen sanatı hallet, biz parayı hallederiz’ dedi.”