Gemilerin karadan yürütülmesiyle gerçekleştirilen İstanbul’un fethinin 563. yıl dönümü kutlanırken, gemilerin karadan yürütülmesiyle ilgili olarak Yeni Şafak yazarı Yusuf Kaplan "Fatih'in gemileri karadan yürütmesinin sebebi Şeyhülislam'ın surların dövülmesine izin vermemesi" dedi.
“Geçmiş’lerini bilmeyenler, geleceğe yürüyemezler” diyen Kaplan, İstanbul’un fethinin surlar dövülürse gerçekleşebileceğini ama sur etrafında sivillerin yoğun yaşıyor olmasından dolayı Şeyhülislam’ın fetvayı vermediğini belirtirken “Sivillerin vurulmasına izin vermedi, Fatih’e “Başka bir yol bul!” dedi!” diye yazdı.
Kaplan’ın “Fatih’in, gemileri niçin karadan yürüttüğünü bilmiyoruz, iyi mi?” başlığıyla (30 Mayıs 2016) yayımlanan yazısı şöyle;
Öncelikle şu: Fatih'in torunları olduğumuzu söylüyoruz övüne övüne ama Fatih'in, gemileri niçin karadan yürüttüğünü bilmiyoruz bile!
İkincisi: Fatih, “Ortaçağ karanlığına son verdi; Rönesans'ı başlattı; çağ kapattı, çağ açtı” aşağılık kompleksinden bir türlü kurtulamıyoruz!
Fatih’in derdi, Ortaçağ, Rönesans filan değildi; Hakikat’ti!
Unutmayalım: Konuşlandığınız yer, konuşmanızın içeriğini belirler; dil'ini, yer'ini ve yön'ünü tayin eder.
İstanbul'un fethi, bizim tarihimizin en önemli, İslâm tarihinin bir kaç önemli hâdisesinden biridir. Ama Fatih'in torunları olmakla övünen bizler, İstanbul'un fethini bile hâlâ Avrupa tarihi üzerinden anlamaya ve anlatmaya kalkışacak kadar aşağılık kompleksi yaşıyoruz!
Fatih'in Ortaçağ diye, Rönesans diye bir derdi yoktu. Fatih de, bütün Müslümanlar da Avrupa'ya acınası, hakikatten uzak, hakikatle buluşturulması gereken zavallılar olarak bakıyordu!
Fatih'in derdi, rüyası, Konstantınıyye'yi fethederek, Peygamber Efendimiz'in (sav) müjdesine mazhar olmak ve İslâm medeniyetinin 13. yüzyıldan itibaren Moğol ve Haçlı saldırılarıyla birlikte yaşadığı, İslâm dünyasını perişan eden birinci büyük medeniyet buhranına nihâî olarak son vermek, Roma'yı da fethederek hakikat medeniyetini ulaşılamayacak en ücra noktalara ulaştırmaktı.
İstanbul'un fethiyle birlikte, birinci medeniyet buhranı aşıldı; Osmanlı, üç kıtada hakikat'in bayrağını dalgalandıracak bir güce ulaştı; dünyaya farklı dinlerin, kültürlerin, medeniyetlerin barış içinde, Batılılar gibi köklerini kazımadan, herkese hayat hakkı tanıyarak yaşanabileceğini gösteren, tarihte ilk defa küre ölçeğinde hem Darü's-Selam (Barış Yurdu) hem de Dârü'l-İnsan (İnsanlık Yurdu) inşa eden ilk küresel medeniyet tecrübesinin temellerini attı.
Ve Gazâlî'nin akîde, fikir ve siyaset'te yapıtaşlarını döşediği Ehl-i Sünnet Omurga'yı muhkemleştirdi; böylelikle İslâm dünyasını ilk defa küre ölçeğinde birleştirdi ve sonraki zamanlarda da İslâm birliğinin hangi temeller üzerinden kurulabileceğini ve korunabileceğini gösterdi.
Görüldüğü gibi, bizim tarih bilincimiz delik deşik edildi. O yüzden İstanbul'un niçin fethedildiğini de, Fatih'in gemileri neden karadan yürüttüğünü de bilemiyoruz, ne yazık ki!
Tarih bilincini yitiren bir toplum, özellikle de toplumun önünü açması beklenen sözümona “aydınlar”, zihnî felçleşme ve körleşme yaşar. Sadece tarihe değil bugüne de, geleceğe de şaşı bakar; önünü de arkasını da, bugününü de yarınını da, ülkenin önündeki engelleri de imkânları da göremez. Ve geleceğe aslâ emin adımlarla yürüyemez.
O yüzden fetih'le işgal'i karıştırır. Metamorfoz yemiş, pergelini şaşırmıştır çünkü.
Soru şu tam bu noktada: Bir ülkenin 'aydın'ları, fetih'le işgal'i niçin birbirine karıştırır ve aradaki ontolojik farkı niçin göremez ki?
Celladına âşık, dolayısıyla sömürge kafalı oldukları, bu topluma her zaman Batılı, dolayısıyla yabancı gözlüklerle ve şaşı baktıkları, o yüzden de zihinleri işgal edildiği ve körleştiği için, elbette ki!
İlke şu burada: Tarih, geçmiş'le ilgilidir ama gelecek'le ilgilenir. Geçmişlerini bilmeyenler, geleceğe yürüyemezler.
Tarihimizin kilit hâdislerinden birinin nasıl gerçekleştiğini bilmeden yaşıyoruz! Onun için de yaşamıyoruz aslında, yaşadığımızı sanıyoruz! Esen rüzgârlara göre oraya buraya savrulup duruyoruz yalnızca! Ürpertici gerçekten!
Bu yazıda, Fatih'in gemileri niçin karadan yürüttüğünü açıklayacağım ve şok olacaksınız!
Bugüne kadar bilinemeyen bu tarihî gerçeği öğrenince, nasıl bir medeniyetin çocukları olduğumuzu fark edecek ve dünyaya bambaşka bir gözle bakacaksınız:
İstanbul'un fethi, surlar dövülürse, gerçekleşebilecekti. Ama önemli bir sorun, hayatî bir engel vardı: Surlarda yoğun bir sivil nüfus yaşıyordu.
Şeyhülislam, fetvayı vermedi Sultan Mehmed'e: “Bu surları dövemezsin! Masum sivilleri öldüremezsin! Başta bir yol bul!” dedi. Fatih, gemileri, karadan yürütme fikrini işte bundan sonra geliştirdi.
Osmanlı bu, işte!
O yüzden Osmanlı, anlaşılamamış ve aşılamamıştır; anlaşılamadığı için de aşılamadığı da anlaşılamamıştır.
Yazının başında da dikkat çektiğim gibi, İstanbul'un fethi bizim için hayat-memat meselesiydi. İslâm medeniyetinin 13. ve 14. yüzyıllarda yaşadığı birinci büyük medeniyet krizi, nihâî olarak İstanbul'un fethiyle aşılabilmişti.
Eğer İstanbul, fethedilememiş olsaydı, İslâm “tarihten çekilebilirdi”.
Böylesine ölüm-kalım meselesinin söz konusu olduğu kritik bir zaman diliminde bile, Osmanlı, masumları aslâ vurmama konusunda insanın tüylerini diken diken eden muazzam bir insanlık, merhamet ve adalet dersi vermişti bütün Haçlılara ve Avrupalılara.
Batılılarla aramızdaki fark burada gizli işte! Uygarlık'la medeniyet arasındaki fark da!
Uygarlık şiddet ve işgale, acımasızlık ve köleleştirmeye; medeniyet ise hikmet ve fethe, merhamet ve adalete dayanır.
O yüzden, büyük tarihçilerin -örneğin Toynbee'nin- de altını çizerek vurguladıkları, benim de zihninize kazımaya çalıştığım gibi, “Osmanlı, insanlığın geleceğidir”.
O yüzden, “geleceğine” iyi sahip çık öyleyse, diyorum.