Fazıl Say: "Taraf olmayan bertaraf olur" sloganı büyük hata; Kültür Bakanı'nın tebrik telefonu güzel bir aşama

Fotoğraflar: Hürriyet'ten Emre Yunusoğlu, Toygun Özdemir

Dünyaca ünlü piyanist ve besteci Fazıl Say, "Türkiye’de klasik müziğin ilgi görmediği, kendi bestelerine yeterli değerin verilmediği" algısının kesinlikle doğru olmadığını söyledi. "Son 10 yılda Türkiye’de yaşanan ve ötekileştirmelere varan süreçten benim de nasibimi almışlığım var, eserlerim programlardan kaldırtıldı" diyen Say, "Ben bu yanlışlardan dönülmesine ve tekrar dost olmaya çok ihtiyaç var diye düşünüyorum" ifadesini kullandı. "Biz eğer filanca değerli müzisyenimizi, falanca değerli akademisyenimizi, 'Taraf olmayan bertaraf olur' sloganı altında dışlarsak, en büyük hataya düşeriz" diyen Say, "O bakımdan da Kültür Bakanı'ndan tebrik telefonu etmesi bence güzel bir aşamadır" açıklamasında bulundu. Say geçen hafta en prestijli müzik ödüllerinden, Almanya’daki Beethoven Akademisi’nin ‘2016 Uluslararası Beethoven İnsan Hakları, Barış, Özgürlük, Yoksullukla Mücadele ve İçselleme Ödülü’nü aldı. 

Fazıl Say'ın Hürriyet'ten İpek Yezdani'ye verdiği söyleşi şöyle: 

- Geçen hafta Almanya’da Beethoven Akademisi’nin ‘2016 Uluslararası Beethoven İnsan Hakları, Barış, Özgürlük, Yoksullukla Mücadele ve İçselleme Ödülü’nü aldınız. Bu ödülün sizin için anlamı nedir?

Bu ödül sadece müzik konulu değil, Beethoven’ın idealleriyle de ilgili bir ödül. Beethoven, özgürlük, barış gibi idealleri olan bir besteciydi. Tarihe sadece müziğiyle değil, duruşuyla da katkıda bulunmuştu. Bu ödül elbette benim besteciliğimi ve Beethoven yorumculuğumu kapsıyor ama bunun yanında ödülün insani bir amacı da var.  Ödül törenindeki konserde elde edilen tüm gelirin mülteci kamplarında müzik yapanlara yardım olarak gitmesi de bunun göstergesi.

- Ödül töreninde yaptığınız konuşmada kendinizi “Ben kültürler  arasında bir köprüyüm” diye tanımladınız..

Benim çocukluğumdan itibaren gelen süreçte, Türkiye’nin Batılılaşma süreci dolayısıyla da ortaya çıkan şöyle bir gerçek var: Ben ‘Klasik Batı Müziği’ yapıyorum ama bir Türk’üm. Dolayısıyla Türk halkına çok da iyi tanımadığı, evrensel olan bir şeyi sunuyorum. Mozart’ı, Beethoven’ı, Chopin’i,  Türkiye’de, Anadolu’da pek çok yerde, köylerde dahi çaldım. Ama besteci olarak da bu toprakların müziklerini, bu topraklardan esinlenmiş tüm melodi, ritm, folklor, ayin, ne varsa alıp işledim ve dünyanın her yerinde çaldım. Mesela ‘İstanbul Senfonisi’, Âşık Veysel anısına yaptığım ‘Kara Toprak’, ‘Nâzım Oratoryosu’, ‘Mezopotamya’, ‘Alevi Dedeler’ vs. bütün bunlarla da dünyaya Türkiye’den müziği götürdüm. Bu aslında kendiliğinden oluşan bir alışverişe dönüştü. Halklar kendi müziklerini sahiplenir, ama dünyada bütün halk müziklerinin sahiplenilmesi için arabulucu bir tercümana, bir müzik tercümanına ihtiyaç var.

- Sizin eserlerinizde Türkiye’yle ilgili temalar oldukça fazla yer alıyor. Aynı zamanda bestelerinizde Türk ezgilerine de yer veriyorsunuz. Uluslararası camiada ve yabancı dinleyici kitlesi nezdinde bunun karşılığı nedir, çok talep görüyor mu?  

Bana verilen ödüllere, dünyanın her yerinde yılda 120’yi aşkın konsere bakınca yurtdışındaki tepkiyi görüyorsunuz. Bu durum 20 yıldır devam ediyor. Ben bir Türk besteciyim, tabii ki Türkiye’den bir şey götürmem daha çok talep görür. Şimdi ben Almanya’ya gidip de Alman gibi beste yaparsam bunun  pek bir anlamı yok. Türkiye’den gelen bir adam niye Almanya’da Alman gibi beste yapsın? Bu müzikler aslında evrensel dostlukları oluşturuyor. Müzikler aracılığıyla birbirimizi tanıyoruz. Kelimelerin anlatamadığı şeyleri nota sesleri anlatıyor. Örneğin Chopin’i Hakkâri’de çalsak, oradaki melankoliyi, o adamın yalnızlığını ve hasretini Hakkâri’deki adam da anlar. Bunun için Chopin Polonyalı diye Lehçe konuşmamıza gerek yok. Müzik onu zaten anlatıyor.

"Kültür Bakanı'ndan tebrik telefonu güzel bir aşama"

- Siz dünyanın büyük başkentlerinde de, Türkiye’nin ücra köylerinde de konser vermiş bir sanatçısınız. Müziğiniz nasıl her iki seyiriciye de hitap edebiliyor?

Bu benim ‘köprü kurucu’ özelliğimi oluşturuyor. Mesela ‘Dört Şehir’ sonatı, Sıvas, Hopa, Ankara, Bodrum’u işliyor ve Türkiye’nin dört ayrı coğrafyasının folklorik öğelerini taşıyor. Hopa bölümünde Kafkas dansı da var, horon da var. Onu konser salonunda piyano ve viyolonselle çalarak aslında Berlin’deki, New York’taki, Tokyo’daki dinleyiciye de Hopa’yı anlatabiliyoruz.

- Geçen hafta Almanya’daki ödül töreninden önce sosyal medyadan bir çağrı yaptınız ve “Toplumun ve devletin her kesiminden insan bu onurlu törene davetlidir” dediniz. Çağrınız yanıt buldu mu?

Evet, buldu. Almanya’daki Türk kesiminden zaten çok ciddi bir ilgi vardı. Konser salonunun tamamı doluydu, yarısı Türk, yarısı Almandı. CHP milletvekilleri vardı, benim çok eski arkadaşım olan Zeynep Altıok da oradaydı. Alman bakanlar ve milletvekilleri geldi.  Devlet kademesinden de Kültür Bakanı (Nabi Avcı) beni aradı ve kutladı. Gönül isterdi ki orada direkt katılım olsun ama bu bile bir şeydir. Böyle dememin sebebi şu: Son 10 yılda Türkiye’de yaşanan ve ötekileştirmelere varan süreçten benim de nasibimi almışlığım var, eserlerim programlardan kaldırtıldı. Yanlış kararlar, değerli sanatçıların, akademisyenlerin, bilim insanlarının yolunu tıkayıcı kararlar vs. oldu. Ben bu yanlışlardan dönülmesine ve tekrar dost olmaya çok ihtiyaç var diye düşünüyorum.  Yani “Benim eserim niye çalınmadı, niye programdan kaldırıldı?” diye hesap sormak yerine önce birbirimizi anlayalım istiyorum. Benim yaptığım müzikte, Türk müziğini dünyaya tanıtmamda veya dünya müziğini Türkiye’ye tanıtmamda bir yanlışlık olmadığını düşünüyorum.

- Kültür Bakanı Nabi Avcı’dan tebrik telefonu almak size ne hissettirdi?

Ben Türkiye’nin insanlarının şu anda dost olmasını, birbirini anlamaya çalışmasını, önce kendi değerlerini sahiplenme mevzuunu halletmesini diliyorum, yoksa çok güçsüz bir ülke olacağız. Biz eğer filanca değerli müzisyenimizi, falanca değerli akademisyenimizi, “Taraf olmayan bertaraf olur” sloganı altında dışlarsak, en büyük hataya düşeriz. Bu, ülkeyi en fazla güçsüzleştiren unsur olur. Ben bu hatadan dönüleceğini düşünüyorum. Çünkü bunun hiçbir getirisi yok ve getirisi olmadığını herkes anlamış durumda.  O bakımdan da bakanın tebrik telefonu etmesi bence güzel bir aşamadır.

- Uluslararası camiada bu kadar takdir görüp ödül alırken Türkiye’de yeterince takdir gördüğünüzü düşünüyor musunuz?

Türkiye’de de ödüller alıyorum ben. Türkiye’de 2009’a kadar bana verilmiş 20’den fazla fahri doktora, fahri profesörlük unvanı var. Sonra herhalde siyasi sebeplerle kesildi. Ancak çok sayıda sanat ödülü, CD’lerimizle, konserlerimizle kazandığımız ödüller var. Zaten şöyle bir algı yanlışlığı var: “Türkiye’de klasik müzik hiç ilgi görmüyor, Fazıl Say hiç değer görmüyor” deniyor, bunlar doğru değil.

- Şu anda üzerinde çalıştığınız projeler neler?

‘Art of Piano’ yani ‘Piyano Sanatı’ diye 12 bölüm olmasını istediğim bir piyano müziği  çalışmam var. Şu ana kadar üç bölümünü besteledim. Bunun birinci bölümünün adı ‘In memoriam’, yani ‘Anma’. Bunun birinci bölümü, 10 Ekim 2015 tarihinde Ankara Garı’ndaki terörist saldırıyı birebir konu alan, o anları ve arkasından benim duygularımı, duyduğum öfkeyi ve yası anlatan bir eser.  Ben ‘In memoriam’ı Türkiye’de 10-15 defa çaldım.

- Ankara Garı’ndaki patlamadan bahsettiniz, ülke ve toplum olarak zor günlerden geçiyoruz. Böyle bir dönemde klasik müziğin insanlar üzerinde iyileştirici bir etkisi olabilir mi?

Ben geçen sene müzisyen olarak, Avusturyalılar tarafından çekilen bir belgeselde rol aldım. Filmin konusu, ‘Müzik terapi midir?’ İlk gösterimi gelecek ay Salzburg’daki Mozart Festivali’nde yapılacak. Evet, müzik şifadır. Bana şifa veriyor bu müzik. Benim konserimden çıkan pek çok insan da müziğin kendilerine şifa olduğunu söylüyor. Örneğin benim yurtdışında verdiğim 90 konserin 50’sine gelen insanlar var. Bazen sohbet ediyoruz, ben “Merak ediyorum, ciddi bir masraf yapıyorsunuz, bunu niye yapıyorsunuz?” dedim. “Çünkü bana şifa veriyor, beni iyileştiriyor” dedi.  Dillere gerek yok, Türkçe, İngilizce, Almanca, Farsçaya gerek yok, sesler ve müzikle yapılan iletişim, ruhani ve uhrevi bir iletişim.

"En büyük felsefe yaşatmak olmalı"

- Ödül törenindeki konuşmanızda da Türkiye’deki terör kurbanlarını andınız, Halep’te ölen sivillerden bahsettiniz...

Terör bir tek Ankara’da olmadı. Son bir hafta içinde Beşiktaş’ta oldu, Kayseri’de oldu, Ortadoğu’da her an birisi teröre veya savaşa kurban gidiyor. Paris’te rock konserinde, Brüksel’de havaalanında, Nice’te plajda oluyor terör. Yitirilen her bir kişi ne kadar mühim, ve biz sadece istatistiklerden konuşuyoruz. Kötü bir dünyanın içindeyiz şu an. Bu da dünyada ileriyi görmeyen, vizyonsuz siyasetlerin ürünüdür. Beni rahatsız eden şey şu: Dünyada çok fazla silah ve savaş lafı geçiyor, bunlar çok doğallaşmaya başladı, halbuki en büyük felsefe yaşatmak üzerine olmalı.

"Kediler bir tokat atıyor, raftaki çdül kırılıyor"

- “50’den fazla ödül aldım ama kedilerim ödülleri kırdı” demiştiniz. Kaç kediniz var?

Bu evde çok kedi oldu. Kızım Kumru çok kedi severdi, her zaman evde en az üç-beş kedi bulunurdu. Eve girmiş, çıkmış, kaçmış, ölmüş toplam 15-20 kedimiz oldu bizim.  Kediler tabii bir tokat atıyor, raftaki ödülü aşağı indiriyor, ödül kırılıyor. Meğer o ‘İstanbul Senfonisi’ eserimin kazandığı ECHO ödülüymüş (Avrupa’nın en prestijli müzik ödülü), öyle şeyler oldu. Şimdi Kumru yurtdışına gitti, o kedili dönemimiz de bitti. Ama ben kedileri özlüyorum.

"Ödüllü Mozart albümü bir kaç ay içinde çıkıyor"

Bu yıl beni çok sevindiren bir ödül daha kazandım, ‘Mozart Sonatları’ albümüm Fransa’da ‘Classica’ ödülüyle yılın CD’si seçildi. Bu albüm ABD, Avrupa ve Japonya’da çıktı, Türkiye’de önümüzdeki bir-iki ay içinde çıkacak. Albümde Mozart’ın tüm sonatları var, her sonat üç bölümdür, dolayısıyla 54 parçadan oluşan 18 sonat, altı ayrı CD’ye dağıtılmış durumda, yani altı saatlik müzik. Ben ilk kez bir bestecinin komple eserlerinin yer aldığı bu kadar büyük bir çalışma yaptım. Bu yıllarca bir çalışma gerektiriyor tabii. Mozart’ın doğduğu şehirde, Salzburg’da kaydettik. Olağanüstü eleştiriler alıyor, “21. Yüzyıl çağdaş Mozart yorumunun en iyi örneği” deniyor, bu yüzden çok mutluyum.

"Nâzım Orotoryosu İstanbul'da sahneleniyor"

“Nâzım Oratoryosu’nda, sahnede İbrahim Yazıcı şefliğinde 80 kişilik büyük bir orkestra ve büyük bir koro olan Nâzım Hikmet Korosu’yla solistler ve bir anlatıcı var. Kadın solist olarak Serenad Bağcan, erkek solist olarak da Güvenç Dağüstün yer alıyor. Bir de orkestra ve koronun eşliğinde şiir okuyan bir anlatıcımız var. Nâzım Oratoryosu’nun ilk gününden beri bu anlatıcı Genco Erkal’dır.”