Fehmi Koru*
Müzikten hoşlanılan bir ailede büyüdüm. Rahmetli annem müzik hocası Fikri Bey’den –Şenürkmez– çalmayı öğrendiği mandolini ara sıra eline aldığında ayrı bir heyecan duyar, radyodan seslenen sanatçılara güzel sesiyle eşlik ederdi. Televizyon çıktığında en fazla müzik programlarından keyif almıştık. Her yıl fuar zamanı İzmir’e akın eden sanatçıları dinlemeyi bir yıl boyu iple çekerdik.
Aynı zamanda besteci de olan İzmir radyosundan Ali Rıza Avni’nin arşiv destekli programlarının hastasıydım.
Yıllar sonra yakın dost çevremle her ay en az bir kez bir araya gelmeye karar verdiğimizde buluşma fırsatını bizlere müzik sevgisinde ortaklığımız sağlamıştı. ‘Fasıl’ akşamlarımıza ilgi gösterenlerin sayısı başta onlarla ifade edilirken sonraları her eğilimden yüzlerce dost ilgi göstermeye başladı.
Fasıllar müzik zevkinin sanıldığından çok daha geniş bir çevrede yaygın olduğunu bizlere öğretti.
Bu Türk musikisiyle ilgimin kısa özeti.
Müziğin yerelden evrensele uzanan çekici etkisinin canlı tanığıyım.
Londra’da bir ara aynı evi paylaştığım İzmirli bir akademisyen, LP denilen büyük plaklardan sıkça özellikle Bob Dylan’ı dinlememden bayağı rahatsızlık duyduğu ve bunu unutulmaz şarkıların sahibi için “Hayatımın manyağı” gibi bir sıfatı ısrarla kullanarak belli ettiğinde, bazı kulakların güzelliklerin her çeşidine açık olmadığını ilk kez anlamıştım.
[Yıllar sonra, bir Amerika seferimde, genç bir yakınımı, hayli uzak bir yerde sevenlerine konser vereceğini öğrendiğim Bob Dylan’ı dinlemeye götürdüm; biraz da zorlayarak… Hayranı olduğum sanatçının yaşlanmış sesini daha da kötüleştiren ses düzeninin de ihaneti yüzünden, ilk yarısı sonrası konseri terk etmeyi yakınıma ben teklif edecektim.]
Daha sonraki ev arkadaşım ile, bir asırdan uzun zaman önce ülkesini ziyaret eden Sultan Abdülaziz onuruna Kraliçe Victoria’nın müzik ziyafeti düzenlediği Crystal Palace’ta, o sıralar gencecik bir sanatçı olan Santana’nın konserine gidecek ve dönemin -1978 yılındaydık- her ülkeden gençlerinin müzik ortak paydasında buluşabildiğine, o kalabalıkta gözlerimiz ve kulaklarımızla tanıklık edecektik.
Hayatlarına müzik zevki sığdırmamış insanlara hep acımışımdır.
Bu girişi şu sıralarda “Konserler, müzik festivalleri yasaklarla engelleniyor” yollu haberler üzerine yaptım.
Anlaşılan o ki, ‘müzik’ konusunda farklı düşünen, onu ‘tehlikeli’ bulan ve elinden geliyorsa başkalarına da yasaklanmasını isteyen birileri var.
Olabilir, herkesin her incelikten anlaması beklenemez.
Fakat anlayış eksikliklerinin güçleri yetiyor diye başkaları üzerinde baskı unsuru olarak kullanılmaya kalkışılması ve bazıları yıllardan beri belli zaman aralıklarında tekrarlandığı için artık gelenekselleşmiş konserler ve festivallerin yasaklanması hiç hoş değil.
Müzikten hoşlanmayanlar icra edildiğinde kulaklarını o seslere kapatabilirler; ancak başkalarını o zevkten mahrum etmeye kimsenin hakkı yoktur.
Belli tarz müzikten hoşlanmayan kendi hoşlandıkları tür müzik icra edilen ortamlara gider. Her tür müziğe kendilerini kapatanlar da bulunabilir elbette, onlar da konserlerden ve festival mahallerinden uzak durmakta özgürdürler.
Hani bütün yasaklar yasaklanacaktı?
Zihnim konserler ve müzik festivallerine getirilen engellerle meşgulken, TV haberlerinde bir başka yasak görüntüleri karşıma çıktı.
Muhalefet partilerinden birinin lideri Ege’de bir ili ziyaret ederken, partinin yerel yönetiminin vatandaşları liderleriyle tanıştırmak için düzenlediği mitinge önceden başvuruda bulunulmadığı gerekçesiyle izin verilmemiş.
Partililer ile güvenlik görevlileri kameralar önünde bu konuyu tartıştılar.
Ne zamandan beri vatandaşlara görüş açıklamak için partilerin izin alması gerekiyor?
İzin değil, bildiğim kadarıyla bilgi vermek bu tür etkinlikler için yeterli.
Görüntülerde beni fena halde şaşırtan, siyasi etkinliği engellemek için o mahalle gelmiş olan görevlilerin ‘sivil’ kıyafetli olmasıydı. Devletin güvenlik görevlilerinin, böylesine bir uyarı için parti yetkilileri karşısına rütbelerini de belli eden resmi kıyafetleriyle çıkması gerekmez miydi?
Benzer bir görüntü, bir süre önce, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmuş siyahi bir iş kadınının mekanını kapatmak için Ankara/Kızılay’daki kafesine giden güvenlik görevlileri ile ilgili haberde de vardı. Bir güvenlik görevlisi, sivil kıyafetiyle, yapılmak istenen işlemin yanlış olduğunu duyurmak ve kadına destek çıkmak için orada bulunan bir milletvekiliyle ağız dalaşı yapmaktaydı.
Kameralar önünde.
İzlerken donup kaldığımı hatırlıyorum.
Görevliler devlet adına bulundukları ortamlarda resmi üniformalarını taşımak zorundalar.
Askerse asker üniformasıyla, polisse polis üniformasıyla…
Milletin vekiliyle konuşan devlet görevlilerinin, o milletvekili hangi partiden olursa olsun, bütün milleti temsil ettiği için, ona, kendi bakanları kendilerinden nasıl bir saygı bekliyorsa aynı saygıyı göstermeleri gerekir.
Devletin askeri veya polisi milletin vekiliyle ağız dalaşına giremez.
Ankara’daki olayda hoş olmayan bir başka yön de, faaliyetine engel getirilmek istenen mekanın sahibinin derisinin renginin bu gayretin sebebi olabileceği ihtimaliydi.
İzlediğim haberde bu yön açıkça vurgulanıyordu.
Siyahi biri, bir kadın, Somali’de doğmuş, Türkiye’de bir Türk’le evlenmiş, yıllardır yaşamakta olduğu ülkemizde bizden biri ve vatandaş olmuş, maişetini kazanmak için açtığı kafeye kendisi gibi siyahi müşteriler çokça geldiği için…
Kalemim cümleyi tamamlamama izin vermedi.
Zevklerin -veya zevksizliklerin- uygulamaya kalkışılan yasakçılıkla başkaları üzerinde de geçerli kılınmaya çalışılması, partilerin kendilerini tanıtma faaliyetlerini kısıtlamaya kalkışılması veya derisinin rengi yüzünden insanlara farklı muamele yapılması 2022 Türkiyesi’ni iyi yansıtmıyor.
Yoksa iyi yansıtıyor da böyle düşünmekle ben mi yanılıyorum?
İktidar kadroları buna kendileri karar vermeliler.