Fehmi Koru: Biz bu filmi 1945'te de görmüştük

Fehmi Koru: Biz bu filmi 1945'te de görmüştük

Fehmi Koru*

ABD gibi global iddiaları bulunan ve özellikle Ortadoğu’da asker bulunduran bir devlet, Türkiye gibi yer aldığı coğrafyada her ahvalde etkileri hissedilen bir devletle, bir papaz yüzünden, dıştan bakanların “Bu bir savaş” tespitinde bulunacakları kadar büyük bir takışma içerisine girer mi?

Evet, Donald Trump‘ın denge yoksunu karakteri, yardımcısı Mike Pence‘in söz konusu papazla ideolojik yakınlığı ABD’deki karar mekanizmalarını bozucu bir etkiye sahip, bu sebeple yukarıdaki soruya genellikle “Maalesef, giriyor” cevabını verenler çok. Ancak yine de bu son gelişme ABD’nin tavrını kişiliklerle izaha yeterli değil.

Washington devleti ve milleti tahrik ediyor

İlk ihtilafta, yani İstanbul’daki bir konsolosluk görevlisi FETÖ operasyonları kapsamında gözaltına alındığında, Türkiye’den ABD’ye gideceklere ‘vize ambargosu’ getirmişti Washington; şimdi de Andrew Craig Brunson adlı papazı mahkeme serbest bırakmadı diye çok kapsamlı yaptırımları birbiri ardına uygulamaya koyuyor.

F-35 jetlerinin Türkiye’ye teslimini erteleme kararı Kongre’den çıktı; Türkiye’nin kredi almasını imkansız hale getirmeyi amaçlayan bir yasa tasarısı da Kongre’nin gündeminde. İki bakanla başlayan kişilere yönelik yaptırımlar, bazı yeni isimler ve kurumlarla devam edecek gibi.

“Liste hazır” deniliyor.

Washington’da bu kararları alanlar, ABD devletinin bütün unsurları, Türkiye’ye karşı yürütülen bu kampanyanın Ankara tarafından nasıl değerlendirileceğini, devletin ve milletin vereceği tepkilerin nelere yol açabileceğini idrak edemez mi?

Özellikle de, Washington’un yaptırımları Türk ekonomisini hedef aldığı ve bu da milletin her ferdini yakından ilgilendirdiği için, yaşananlar milli bir tepkiye yol açıyor.

TBMM’de grubu bulunan dört partinin ortak açıklaması, medyaya da yansıyan tek seslilik öngörülemeyecek şeyler midir Washington için?

Bu kadarı bile yeter de, Washington’dan yönelik baskının daha da artırılmasıyla Türkiye kendisine yeni bir istikamet çizme yoluna girmez mi?

Nitekim, daha şimdiden, bugünlerde yaşadıklarımızı İsmet İnönü‘nün “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye onda yerini alır” cümlesini sarf ettiği 1960 sonrası ile mukayese eden yorumlarla karşılaşılıyor. (OcakMedya sitemizde Veysi Dündar‘ın makalesine bakılabilir.)

Zaten Türkiye’nin de, bir süreden beri, İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşmuş ‘dünya düzeni’ içerisinde kendisini bulduğu ittifaklardan fazla mutlu olmadığı, Şanghay Beşlisi ve BRICS gibi alternatifleri göz hizasında bulundurduğu da biliniyor.

Savunma ihtiyaçları (S-400) için Rusya’yı tercih etmesi Ankara’nın keskin bir arayışla ilgilidir.

Lafı uzatmaya gerek yok; Washington’un tavrı sadece Türkiye’deki yönetici kadroları geleneksel ittifaklarını yeniden gözden geçirmeye ve alternatifler üzerinde ciddiyetle durmaya sevk etmekle kalmıyor, Türk milletini de ‘inceldiği yerden kopsun’ noktasına doğru iteliyor da.

Acaba ABD bunu mu arzu ediyor?

Normalde bu soruya “Öyle şey olur mu?” cevabını vermemiz gerekir; ancak kendi hesabıma ben bundan o kadar da emin değilim.

Türkiye ittifaklara ‘kerhen’ girmişti

Şu sıralarda karşı karşıya olunan durum, her geçen gün, Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında bugün içinde bulduğu ittifaklara yönelmesine yol açan gelişmelere fena halde benziyor.

Yalta‘da bir araya gelen savaşın galipleri dünyayı aralarında paylaşmışlar ve Polonya gibi Katolik bir ülke komünizm ideolojisini uydularında uygulayacağı bilindiği halde Sovyetler Birliği’ne bırakılırken, Türkiye de sonradan ‘Hür Dünya’ adını benimseyen cephenin bir parçası olarak düşünülmüştü.

Düşüncenin hayata geçirilmesi hiç kolay olmadı. Savaş sırasında etkili tarafsızlık çizgisi izlemiş olan Ankara yönetimi barış zamanında da aynı çizgiyi sürdürmekten yanaydı; ‘Hür Dünya’ içinde yer almak sistemini değiştirmeyi ve demokrasiye geçmeyi de gerektiriyordu ve bu da ‘tek partili’ yönetimin devamını imkansız hale getirebilecekti.

İsmet İnönü ittifaklar içerisine girmekte nazlanıyordu. Süreç Moskova tarafından hızlandırıldı.

Varlık-yokluk mücadelesi verdiği İstiklal Savaşı sırasında en yakın ve sıcak ilgiyi gördüğü Sovyetler Birliği ile 1925’te dostluk ve saldırmazlık antlaşması imzalamıştı Türkiye; Moskova önce o antlaşmanın iptalini istedi ve istediğini aldı (Mart 1945). Daha sonra da, Ankara’yı kızdıracak ve müttefik arayışına girmesini zorlayacak başka talepler Moskova’dan gelmeye başladı: Boğazlar’da söz -ve hatta üs- sahibi olma, Kars ve Ardahan’ı topraklarına katma talebi…

Yazılı bir talep yok, ama Ruslar Ankara’nın kulağına kar suyu kaçırmayı sözlü olarak da başardılar o dönemde.

Dönemin basını da Rusya-karşıtı ABD-İngiltere yanlısı yayınlarla yeni döneme ayak uydurdu.

Ankara ‘yeni dünya düzeni’ içerisinde kendisine ayrılmış ittifak bölgesine bu şartlarda girmeye razı oldu ve Yalta‘nın paylaşım planına uygun hareket etmeye başladı.

Moskova’nın vaktiyle yaptığını şimdi Washington yapıyor

Şimdilerde bunun tam tersi oluyor gibi.

Türkiye’nin ittifakları çatlıyor ve Washington şu sıralarda yaşattıklarıyla süreci hızlandırıyor.

Bir düşünün bakalım, size de öyle gelmeyecek mi?

Tek fark, Rusya’nın başını çektiği cephenin de Türkiye’yi içine alma konusunda fazla heyecan duymaması.

O konuya da gireriz, ama bugün bu yazdıklarım üzerinde düşünmenizi istiyorum.

*Bu yazı fehmikoru.com'dan alınmıştır.