Fehmi Koru* Tarih dersi ise, bu da benden bir kişisel tarih dersi
Ben değil, ama annem ‘Misak-ı Milli’ sınırları dışında dünyaya gelmiş; babam değilse de onun anne-babası da… ‘Evlâd-ı Fatihân’ denilenlerdeniz…
Hani ‘‘Burnumun direği sızlar” denilir ya; ne zaman anne-baba toprağına gitsem dünyaya bakışım bile değişir…
Herkesin işi-gücü sebebiyle büyük-aile olarak bir yerden diğerine gitmemiz olağanüstü güçtür günümüz ortamında; yine de İzmir’deki biraderim Vecdi ve ailesinin fertleri ile gelebilecek durumdaki bizimkileri alıp hep birlikte ziyaret etmiştiğimiz de var Prizren’i…
Prizren, bugün…Prizren, bugün Kosova sınırları içerisinde bir Türk kentidir.
Türk kentidir, çünkü –gidenler fark etmiştir– başka ırklardan olanların bile Türkçe konuştuğu bir Balkan kentidir Prizren…
Bizimkiler 1920’li (annemin ailesi 1930’lu) yıllarda Türkiye’ye göçmüşler, kendilerine hiç‘yabancı’ gelmeyen ve insanlarının gelenlere ‘yabancı’ olduklarını hissettirmediği bu topraklarda kök salmışlardır.
Evimizdeki en yaşlılar bile Türkçe konuşur, Türkçe’den başka dil bilmezlerdi.
‘Cumhuriyet’i kuran kadro’ denilenlerin çoğu da bizim oralardandır: Selanik’ten, Üsküp ve Ohri’den, Prizren’den…
Türkiye Cumhuriyeti, onlar tarafından, bir aralar sadece Avrupa’daki toprakları 5 milyon km2’den daha büyük olan Osmanlı’nın imparatorluğu yerine kurulmuştur.
Kendi doğdukları toprakların dışarıda bırakılmasını içlerine pek sindiremeseler de…
Hatta İstanbul’daki son Meclis-i Mebusan‘ın ‘Misak-ı Milli’ kararı içerisinde yer alan güneyimizdeki bazı yerlerin sonradan anlaşmalarla sınırlarımız dışında kalmasına da göz yummak zorunda kalarak…
Alındığı dönemlerde alınması zor kararlardır bunlar…
Zor, ama zorunlu kararlar…
Daha önce bu konu üzerinde düşündüğünü pek belli etmemiş Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan‘ın, ”Sizlere tarih dersini de ben veriyorum” dedikten sonra söylediği şu sözlerin benim gönlümde hangi tınılara yol açtığını tahmin edebilirsiniz:
”Cumhuriyet bizim ilk değil, son devletimizdir. Bu devletin sınırlarını gönüllü olarak kabul etmiş de değiliz. Unutulmamalıdır ki, Cumhuriyet’i kuran kadronun çok önemli bir bölümünün dahi doğduğu, büyüdüğü topraklar yeni devletimizin sınırları dışında kalmıştır.”
Gerçekten de öyle olmuştur…
Keşke öyle olma zorunda kalınmasaydı… Keşke dönemin ‘ayrılıkçılık’ modası bizim topraklara hiç uğramasa ve bundan zehirlenen değişik etnik unsurlar merkezi idareye isyan etmeselerdi… Keşke, imparatorluğu yönetme arzusuyla yanıp tutuşan kadrolar, başkalarının iğvasına kapılıp ‘savaşkan’ bir havaya bürünmeselerdi… Keşke Balkan Savaşları (1912-1913) ve Birinci Dünya Savaşı’na (1914-1918) Osmanlı girmeseydi.
Bu ‘keşke’ler hiç bitmez…
Maalesef hepsi birbiri ardına gelmiş ve ”En iyi biz yönetiriz” iddiasının sahipleri eliyle kocaman bir imparatorluk Düvel-i Muazzama tarafından dize getirilmiş, başkenti (İstanbul) işgal edilmiş ve yine onlar tarafından, Yunanlılar, bizlere Anadolu’yu bile dar edecek bir maceraya kışkırtılmıştır…
Sonrasını biliyoruz: İmparatorluğumuz yok bugün, küçücük Anadolu’ya sıkışmış bir Cumhuriyet’iz…
Ne yapacağız bugün?
Önce Misak-ı Milli sınırları içerisinde iken başkalarına terk etmek zorunda kaldığımız Musul gibi kentleri…
Sonra Cumhuriyet’i kuran kadronun doğduğu Balkan kentlerini…
Daha sonra da, Osmanlı toprakları haritasının en görkemli olduğu dönemde imparatorluk sınırları içerisinde bulunmuş diğer kentleri…
Topraklarımıza yeniden katmak üzere büyük bir seferberlik mi başlatacağız?
Gerçekten böyle bir niyetimiz mi var?
Niyetimiz bulunsa bile, bunu yapabilecek durumda mıyız?
Bu günün dünyası, böyle ‘fetihçi’ niyetlerin yerine getirilmesine müsait bir dünya mıdır?
Galiba bu soruların üzerinde derin derin düşünülmesi gerekiyor…
Cumhurbaşkanı Erdoğan‘ın kastının da –sözlerinin taşıdığı ağır anlamlara rağmen– bu sorularda kendini gösteren bir niyetle ilgili olduğunu sanmıyorum…
Türkiye’nin Misak-ı Milli sınırları içerisinde bulunan Musul üzerindeki iddiaları, hem siyasi hem de hukuki yönden, geçmişte dillendirildi ve sonuç alınamadı. Bugün siyasi veya hukuki bir iddia ileri sürülerek ”Musul tarihte bizimdi, bugün de bizim olmalı” denilmesi ve sonuç alınması mümkün değildir.
Musul, 2003 yılındaki Amerikan işgali sonrasında birliği çatırdamış olsa bile, Irak adını taşıyan devletin bir kentidir bugün. IŞİD (DAEŞ de deniliyor) terör örgütünün militanları oradan sökülüp atıldığında yine Irak’ın bir parçası haline dönüşecektir Musul…
O arada Türkiye’nin Musul’u Irak’tan koparması nasıl mümkün olabilecek?
İşgal yoluyla mı?
Uluslararası hukuku devreye sokup eski iddiamızı yeniden canlandırarak mı?
Yoksa Bağdat yönetimini ikna ederek mi?
Hiçbirinin olması mümkün görünmüyor…
Benim baktığım pencereden mümkün görünmeyen bir iddia, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nden bakıldığında ‘muhtemel’ görünüyor olamaz. Herhalde olamaz.
Musul için Türkiye’nin yapabileceği, onun IŞİD denilen zorbaların elinden kurtarılmasına katkıda bulunarak yeniden merkezi yönetime bağlanmasını sağlamak ve bu yolla Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması için çaba göstermektir.
Bağdat’taki yönetimin Türkiye’ye düşmanca hisler beslememesi önemlidir.
Aynı durum, hiç kuşkusuz, Cumhuriyet’i kuran kadroların doğduğu ve bugün Türkiye sınırları dışında bulunan topraklar için de –hem de fazlasıyla– geçerlidir.
Sınırlar çizilirken, çizimi yapan emperyalist güçler, kendi çıkarlarına uygun bir taksim yapmamışlar mıdır? Yapmışlardır elbette. Ancak o günlerin (1918 ve sonrası) üzerinden 100 yıla yakın bir süre geçmiş ve bu arada ülkeler kendilerine düşen topraklar üzerinde egemenlik haklarını kullanagelmişlerdir.
Türkiye’den bir karış toprak isteyenlere bakışımız ne ise, herhangi bir ülkenin sınırları içerisinde yer almış bir toprak üzerinde hak iddia etmek, bizi o ülkeyle –ve tabii dünya sistemiyle de– karşı karşıya getirir.
Bugünün dünyası sınırların herhangi bir biçimde değişebileceği bir dünya değildir.
PKK ve benzeri (IŞİD dahil) terör örgütlerinin anlamadığı için canlar almaya kalkıştığı, ama yine de yukarıdaki kuralı değiştiremedikleri gerçeği ortada.
Kalkışırsak ‘sınırlar değişmez’ kuralını biz de değiştiremeyeceğiz.
Yapamayacağımız bir işe neden kalkışalım ki?
Prizren’deki akrabalarımız… Bugün…Aile fertleriyle çıktığımız Balkan gezisinde, uğradığımız her noktada, Türkiye’den gelme insanlar olarak olağanüstü bir ilgi gördük. Çoğuyla uzun zamandır görüşemediğimiz akrabalarımız bizleri bağırlarına bastı.
Daha önce varlıklarından bile haberdar olmadığımız başka akrabalarla tanışma fırsatı bulmamız da cabası…
Selanik, Yunanlılar ne kadar kimliğini gizlemeye çalışırlarsa çalışsınlar, hâlâ bizden eserler taşıyor. Üsküp ve Ohri de öyle…
Başka daha ne isteyebiliriz ki…