Fehmi Koru
Sevilmeyen bir siyasi figürün sözcüsü de sevilmiyor.
Donald Trump‘ın sözcüsü Sarah Sanders bunun tipik örneği. Geçenlerde eşi ve yakın dostlarıyla gittiği bir restoranda, tam yemeğe başlayacakken, restoran sahibinin “Çalışanlarımız rahatsız oldu, size hizmet veremeyeceğiz” uyarısıyla karşılaştı Sanders…
Grup restoranı yemeklerini yiyemeden terk etmek zorunda kaldı.
Beyaz Saray sözcüsü Sanders‘in Türkiye ile ilgili son açıklamalarını okuyunca aklıma bu olay geldi.
Medyayı sözcüsü olduğu Trump gibi ‘baş düşman’olarak görüyor Sanders. Birkaç gün önceki bir basın bilgilendirme toplantısında, kendisini ısrarla “Basın halkın düşmanı değildir” demeye zorlayan bir gazeteci, Sanders’in ağzından o cümleyi alamadı.
Türkiye için söylediklerini haberden aktarayım:
“Beyaz Saray Sözcüsü, ABD Başkanı Trump’ın Rahip Brunson’un serbest bırakılmamasından dolayı hayal kırıklığı yaşadığını söyledi. / Beyaz Saray Sözcüsü Sarah Sanders, ‘Başkan, Pastör Brunson’ın yanı sıra diğer Amerikan vatandaşları ve diplomatik misyonların çalışanları serbest bırakılmadığı için büyük bir hayal kırıklığı yaşıyor’ dedi. / Sözcü Sanders, ‘Türkiye’yi doğru olanı yapmaya ve bu kişileri serbest bırakmaya çağırıyoruz’ ifadesini kullandı.”
ABD’nin tavrında bir milim değişiklik olmadığını gösteriyor bu açıklama. Yargı ev hapsi yerine kendisini serbest bıraksa ve yurtdışı yasağını kaldırsaydı papaz Brunson‘la sınırlı kalabilecek ABD ilgisi, bunun gerçekleşmemesi üzerine, bir hesaba göre 5, bir diğer hesaba göre 15 kişiyi kapsayan bir liste halini aldı.
Dün TL’nin değeri yüzde 7 kadar arttı; bunun sebebi, bu hafta bitmeden Brunson‘un serbest bırakılacağı beklentisiyle piyasaların dolar üzerindeki baskıyı hafifletmesiymiş…
Türkiye’nin Washington büyükelçisi önceki gün Beyaz Saray’daydı ve Trump‘ın ulusal güvenlik danışmanıyla görüştü.
Piyasaların beklentilerini büyüten o ziyaret ve görüşme…
Yazılarımı okuyanlar fark etmiştir: Ben daha en başından itibaren Brunson meselesine farklı yaklaşıyorum. Hem de bu sitede görüşlerimi açıklama ihtiyacını dünya çapında bir dinden uzaklaşma (ilhad veya irtidat) eğilimi yaşandığını sezdiğim için duyduğum halde.
Ülkemize misyonerlik için 23 yıl önce gelmiş papazın İzmir’de bir bölümü yabancı olan sadece 20 kişilik bir cemaat oluşturabildiği biliniyor. Bu süre içerisinde vatandaş olabilecekken oturum iznini her altı ayda bir uzatma yolunu yeğlemiş biri. Devletin ileri gelenleri böyle birinin gözaltında bulunduğundan ABD’nin ilgisiyle haberdar olmuş.
Gözaltına alınması da, sonrasında tutukluluk halinin devam ettirilmesi de gereksizdi bana göre.
Onların deyimiyle söyleyecek olursak, Hıristiyan misyoneri ‘sürüsüne bir koyun daha katmak’ umuduyla, her kesimden, her eğilimden, her gruptan insanlarla görüşür. Onların ayağına da gider, onlarla telefon görüşmesi de yapar.
Adam ‘misyoner’, kendisi için belirlediği ‘görev’ bu.
Yabancı ülkelerde yaşayan dindar Türkler ve onların oralardaki örgütleri de yerel insanlara dönük benzer çalışmalar yapmıyorlar mı?
İslamiyet de Hıristiyanlık gibi ‘misyoner din’ kategorisindedir. Her iki din de inananlarının sayısını artırmayı hedefler. Son 100 yıl içerisinde, dünyanın hemen her kıtasında, Hıristiyan sayısı azalırken Müslümanların sayısı çığ gibi artıyorsa, bu hem her iki dinin özelliklerinden, hem de yaşanılan ülkelerin müsamahasındandır.
Şimdilerde Hıristiyan misyonerleri, sayı artırmak için, İslam Dünyası’ndan dışarıya yansıyan hoşgörüsüzlükleri, yanlışlıkları kullanıyorlar.
Hıristiyanlık’ta ‘misyonerlik’ denilen faaliyetin İslamiyet’teki iz düşümü ‘davet’tir.
Bir ara, Rahşan Ecevit‘in misyonerlik faaliyetlerini tehdit gören çıkışı sonrası başgösteren tartışmalarda, hükümet, hem de 2000 yılında yapılan bir MGK toplantısında bu alan ‘devlete yönelik tehditler’ arasında sayılmasına rağmen, yasakçı olmayan bir tavır belirlemişti.
O hükümet bugünkü AK Parti hükümetiydi. (Tartışma 2005 yılı Ocak ayında yaşanmıştı).
Papaz Brunson‘un ikili ve çoklu ilişkileri kirleten bir unsur olmaktan çıkarılması ülkemizin yararınadır.
Özgürlüklerin eksiksiz kullanılabildiği, demokrasinin bütün kurum ve kurallarıyla işlediği bir ülke haline gelmek de öyle.
Ekonomiyi rahatlatacak olan da budur.
Deniz Yücel hala cezaevinde olsaydı, ABD ile kavga devam ederken, Almanya ve Avrupa Birliği’nden şimdi alınan kuvvetli destek gelebilir miydi?
Milletvekillerini cezaevinde tutan, yazarlarını tutuklu yargılayan, akademisyenlerini kapı önüne koyabilen, sadece kuşkunun pasaportlara el konulmasını getirdiği bir ülke olarak algılanmaktan süratle uzaklaşmalıyız.
Hamaset bir yere kadar işe yarıyor, o yerden sonrasında başa dert açıyor.
Elektronik aletlere boykot uygulamak mı? Karşı çıktığımız ‘yaptırımı’ bu defa kendi kendimize biz mi uygulayacağız?
Sarah Sanders gibilerin hakkımızda hüküm beyan etmeleri hepimizi yaralıyor.
Akıllı, basiretli ve ferasetli olma zamanı.