*Fehmi Koru
Benim siyasetle ilgili ilk izlenimlerim partilerin mitinglerinde edinilmiştir. 1950-1960 arasına damga vurmuş Başbakan Adnan Menderes‘i ihtilalden (27 Mayıs 1960) birkaç hafta önce İzmir’de düzenlenen DP mitinginde, babamın sırtından izlediğimi hiçbir zaman unutamam.
Menderes’in kişisel hayatında son derece nazik bir insan olduğu biliniyor; ancak o da kürsüye çıktığında hırçınlaşabiliyordu.
Tavrına hırçınlık denirse tabii…
Şimdi geriye dönüp dinlediğim onca önemli ünlü siyaset adamı ile bugün seçim meydanlarında halkın karşısına çıkan her partiden siyasetçileri zihnimde mukayese ediyorum da, arada herhangi bir benzerlik bulmakta zorlanıyorum.
Sanki siyaset değil de savaş yapılıyor bugün; meydanlar sözün silah olarak kullanıldığı birer savaş alanı gibi…
Eskilerde ne de olsa aynı millete hizmet edildiği görüşü hakimdi ve seçimler bittiğinde Meclis’te aynı çatı altında buluşulacağı için karşılaştıklarında birbirinin yüzüne bakabilecekleri bir nezaket aralığı bırakıyorlardı.
Birbirlerine yönelik en ağır sözler bile belli bir ağırlık taşımaktaydı.
Hiç kaçırmadığım siyaset adamı Osman Bölükbaşı‘ydı.
Koyu bir Demokrat Partili olan babamla birlikte her dönemin muhalifi Bölükbaşı‘nın parti mitinglerine gider, onun genellikle babamın sevdiği siyasetçilerle ilgili taşlarına birlikte gülerdik.
Güldürerek mesajlarını aktarırdı Bölükbaşı ve bunun için kullandığı araç halkta da karşılığı bulunan fıkralardı.
1966’da seçim kampanyasını İzmit’te başlatan Millet Partisi genel başkanı Osman Bölükbaşı, ilk günün heyecanıyla tam 180 dakika konuşmuş, konuşması sırasında 28 bardak su içmiş ve görüşlerini tam 17 fıkra eşliğinde kitlelere aktarmış…
‘Çantalı muhalefet’ yapardı rahmetli. İzmit’te o gün kürsüye üç çanta dolusu belgeyle çıktığını da günün gazeteleri kaydediyor.
Aynı gazete haberi dediklerini de naklediyor. Size o konuşmadan küçük bir parça:
“Demirel, geçim kanunlarını değil, seçim kanununu düşünmüş ve kendi sandalyesini sağlama bağlamayı bütün milli meselelerin üstünde tutmuştur. ‘Sandıktan çıktık, milli iradeyi temsil ediyoruz’ diye sağa sola isnat kılıcı sallayan Demirel, demokrasinin bir nevi Zati Sungur sandığından çıkan çıplak bir rejim olmadığını ancak belirli bir manevi iklim içinde gelişip fazilet sahibi insanların hizmetleri ile yaşayabilecek çok nazik bir rejim olduğunu unutmamalıdır. Aksi takdirde bizzat kendisi memleketin enkazı üzerinde ötmeyi göze almış bir ‘ihtiras kuşu‘ olmak kaderinden kurtulamayacaktır.”
Ağır sözler bunlar, ancak bugün kürsülerden söylenenlerle karşılaştırıldığında ne kadar hafif kalıyorlar değil mi?
Vefatından önce Ankara’da o zamanlar adı ‘Bayındır’ olan hastanede tedavi görüyordu Bölükbaşı. Kendisini ziyarete gittiğimde, yanında kaldığım 30 dakika içerisinde, günün mana ve önemine dair konulardan söz ederken yine bir dizi fıkrayla sohbeti süslemeyi ihmal etmediğini hatırlıyorum.
Burada ısrarla Osman Bölükbaşı‘dan söz edişim onun zamanının en hırçın, sözünü esirgemez bir siyasi kişilik olarak bilinmesinden…
Hakkında yazılmış bir doktora tezinin kitaplaşmış halinde [Adem Çaylak: Osman Bölükbaşı ve Siyasal Hareketi] değişik dönemlerde yaptığı konuşmalardan örnekler de yer alıyor.
Okuyalım:
“Bu memleketi ayakta tutan kuvvet, fabrikalar, yollar, binalar değil, manevi kuvvetlerdir… Siyasetçinin karısı dul, parası pul, kendisi de genel başkana kul olur… Zengini hayırsız evlat, memuru süslü avrat, siyasetçiyi de kuru inat bitirir… Bu memlekette fazilet mücadelesi yapanlar, daha sonra sefalet mücadelesi verirler… Ankara öyle bir şehirdir ki, burada adamı önce kafir diye asarlar, sonra şehit diye namazını kılarlar… Kural dinlemeyenlerin karşısına kural dinlemeyenler çıkar… Köpekten dost olmaz, dostunu ve düşmanını aslandan seçmelisin… Halk perdenin önünde hep evliya gördü; ben ise perdenin arkasında ne eşkiyalar gördüm…”
İşadamları için sarf ettiği şu sözü de dikkatinize sunayım: “Ah benim aslan görünüşlü, tavşan yürekli özel sektörüm… Konuşmaya gelince laf çok, ama sıkışınca çark ediverirsiniz…”
Şiirli muhalefet de Bölükbaşı‘nın yöntemleri arasındadır:
“Sarmış bir taassup, vicdanlar kara / Siyaset açıyor, durmadan yara Allahlaşmış haşa ikballe para / Bu gidişin sonu karanlık dostlar // Kardeşlik aradık, nifakı bulduk / Her gün biraz daha, kin ile dolduk / Huzuru kalmamış bir millet olduk / Bu gidişin sonu karanlık dostlar // Gözleri kaplamış, hırstan bir perde / Bulalım diyen yok, deva bu derde / Tecrübesiz kaptan dümenin nerde / Bu gidişin sonu karanlık dostlar”
Bu mısraların muhatabıSüleyman Demirel‘dir.
O dönemin siyaset adamları İngiliz devlet adamı Winston Churchill‘den etkilenmiş, sözün acıtıcı olanının küfür ve hakaret yerine zekayı yansıtanı olduğuna inanmışlardır.
Lady Astor‘la karşılaştığında, kadın ona, “Winston senin karın olsaydım, kahvene zehir koyardım” deyince, Churchill, “Nancy, ben de senin kocan olsaydım, o zehiri içerdim”cevabını vermişti.
Zehir gibi, ama zeka ürünü.
Kıyma makinesi gibi siyaset
31 Mart seçimine neredeyse bir hafta kaldı. Kampanya sona erip siyasetçiler Ankara’ya döndüğü ve seçilenler görevlerine başladığında bugünlerden akıllarda hangi sözler kalacak dersiniz?
Yıllar sonra bugünleri yazanlar siyasilerden ne tür sözler nakledecekler?
Siyaset bu günlerde muhatapları kıyma makinesinden geçirmek gibi bir şey oldu da.
*Bu yazı fehmikoru.com'dan alınmıştır