* Fehmi Koru’nun Nisan/2018 tarihinde verdiği bu söyleşi, Hazal Özvarış’ın P24 Medya Kitaplığı dizisinden çıkan ‘Kayıp Medya’nın İzinde’ kitabından alınmıştır.
Fehmi Koru, muhafazakâr medyanın sembol isimlerinden. Sembolikliği, 1970’lerin sonlarından itibaren mutfaktan habere, köşeden ekrana uzanan medya tecrübesinden, bir günde iki ayrı köşede yazarak da somutlaşan üretkenliğinden ve gerektiğinde polemikten kaçınmayan tavrından kaynaklanıyor. Bu vasıflarıyla “Zaplarken ya reklam görürsünüz, ya Fehmi Koru’yu” ifadesiyle de hakkında Ekşi Sözlük'e kayıt düşülen Fehmi Koru, halen kendi blogu fehmikoru.com adresinde yazıyor, ocakmedya.com sitesinde haber/yorum/analiz yayını yapıyor.
Kişisel serüvenindeki duraklara ve değişime, muhafazakâr medyanın AKP iktidarı eşliğinde geldiği noktaya kendisinin merceğinden bakmak için Fehmi Koru ile görüştük. 1970’lerin Yeni Devir’inden bugünün Sözcü’süne, pek çok durağı olan söyleşide, muhafazakâr medyanın evrimi, medya sahipliği ve Koru’nun bu konuları ne kadar gündemine aldığını konuştuk. Bugünkü yayınlar için “Muhafazakâr dediğiniz çoğu gazetecinin muhafazakârlıkla alakası yok” diyen Koru, bazı yayınlara "iğrenerek baktığını" söylüyor. İktidara muhalif pek çok meslektaşı tarafından dile getirilebilir olan bu eleştiri, mesleki hayatı çok büyük ölçüde muhafazakâr medyanın içinde geçmiş olan Fehmi Koru'nun ağzında "haber" vasfına da kavuşuyor.
Koru, İzmir Yüksek İslam Enstitüsü’nden mezuniyetin ardından Turgut Özal’ın da tavsiyesiyle İngiltere’ye, ardından Suriye’ye giderek dil eğitimi aldı, yüksek lisansını Harvard Üniversite’sinde yaptı. Başta Abdullah Gül ile İngiltere’de aynı ev paylaşmaya uzanan arkadaşlığı olmak üzere AKP iktidarının pek çok üyesiyle yakınlığı oldu; mesleki kariyeri hem Milli Görüş’ün gazetelerinde yöneticilik, hem Gülen cemaatinin yayınlarında temsilcilik ve yazarlığa da uzandı. Eğitimine devam ederken muhafazakâr yayınlara yazı gönderen Fehmi Koru, mutfağa Necmettin Erbakan’ın yayın yönetmenliği teklifiyle Milli Gazete ile girdi. 1986’da Zaman gazetesinin kurucu yayın yönetmeni, ardından Ankara Temsilcisi olan, AKP iktidarını 1999’dan itibaren yazmaya başladığı Yeni Şafak’ta karşılayan Koru, yıl 2010’a geldiğinde yayın yönetmeniyle tartışma üzerine gazeteden ayrıldı. Zaman’da kısa süre köşesini yeniden açtı. Ardından önce Star, sonra “Mahalle değiştirdi” yorumları eşliğinde 18 ay sürecek HaberTürk deneyimi başladı.
Siyaset dünyasıyla ilişkisi, 17/25 Aralık 2013 yolsuzluk operasyonu ardından iktidar ile cemaat arasında patlayan savaşı çözmek için yolunu Pensilvanya’ya çıkardı. Dönemin cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın istek ve onayıyla Fethullah Gülen ile görüşmeye giden ve elinde bir mektupla dönen Koru, bugün o günlere farklı bakıyor. Mektubun işin içine girmesiyle girişiminin gazetecilikten çıktığı söylüyor ve ekliyor:
“Bugünkü aklım ve deneyimimle asla böyle bir işe girmem.”
1997’de Zaman gazetesindeki köşesinde Nobel (Barış) Ödülü’ne aday gösterdiği ‘Hizmet Hareketi’nin 15 Temmuz 2016'daki darbe girişiminin ardından ‘Fethullah Gülen Terör Örgütü’ne evrilişine dair de sorularımızı yanıtlayan Fehmi Koru, cemaatin yayınlarında çalışırken aklına takılmaya başlayan soru işaretlerini de paylaşıyor. Skype aracılığıyla yaptığımız söyleşinin sonunda yönelttiğimiz “Bugün cezaevi endişeniz var mı” sorumuza “Herkesin var, ben de farklı değilim” yanıtını veren Fehmi Koru’nun bu endişeye de uğrayan uzun yolculuğuna dair bu uzun söyleşi için, buyrun.
- İlk yazısı 15 yaşında yayımlanmış, İslam Dergisi’nden Milli Gazete’ye, Zaman’ın kuruluşundan Yeni Şafak ve Star’a muhafazakâr medyanın ana akımında bulunmuş biri olarak söyler misiniz, muhafazakâr medya nasıl bir evrim geçirdi? Hikâyesini hangi kriterler üzerinden kaça bölerek anlatırsınız?
Kendi zaman sürecim içerisinde değerlendirmemi isterseniz, aslında çok fazla sayıda dönemlere ayırması mümkün olmayan bir süreci var. Ben gazete okur hale geldiğim ilk günden itibaren, ki bu çok erken yaşlarda başladı, daha çok merkez sayılabilecek gazeteleri okuyarak başladım. Demokrat Partili (DP) bir ailenin çocuğu olarak 27 Mayıs 1960 darbesi sonrası bizim eve Havadis, Son Havadis gazeteleri girerdi. Daha sonra Yeni İstanbul çıktı. Bu gazeteler de önceleri Orhan Seyfi Orhon gibi Türkiye’de şair olarak da tanınan yazarlara sahipti. Ve bu isimleri okuduğunuzda ülkenin DP yanlısı ya da darbe karşıtı zihin dünyasına biraz vakıf olabilirdiniz. Ben o sıralarda ortaokul öğrencisi olarak çok yararlandım.
İslami denilebilecek yayın organları biraz daha sonra, 1960’ların son dilimine doğru kendini belli etmeye başladı; Bugün, Sabah gazeteleri çıktı ve bu gazeteler (Mehmet) Şevket Eygi çevresinde oluşan farklı bir anlayışı getirdi. Havadis cephesi ile Şevket Eygi çevresinin misyonu farklılaşmaya başladı. Ben daha çok ikincisini takip etmeye başladım. Şevket Eygi daha sonra Yeni İstiklal diye haftalık bir gazete çıkardı, bu arada İttihat diye daha çok Risale-i Nur cemaatinin görüşlerini yansıtan bir haftalık daha çıkmaya başladı. Mustafa Polat isimli çok yönlü erken yaşta hayatını trafik kazasında kaybeden bir yazara sahipti ve gazete, onun kişiliği etrafında oluşuyordu.
Necip Fazıl’ı da unutmamak lazım, o 1940’lardan beri önce Ağaç diye bir edebiyat dergisi çıkardı, ideolojik yapısı şekillenmeye başlayınca Büyük Doğu dergisiyle ortaya çıktı. Büyük Doğu, DP çizgisindeki gazetelerle Sabah gibi gazeteler arasında çok daha farklı, daha entelektüele hitap eden bir sesi temsil etmekteydi.
Ben bütün bunlardan etkileniyordum. Biraz merkez ve daha farklı, daha İslami havanın hakim olduğu bir gazetecilik anlayışı karşımıza çıkmaktaydı.
- 1970’lerin sonunda Yeni Devir için söylenen “Milli Türk Talebe Birliği ve Akıncı gençlerin durağıydı” ifadesi ne kadar doğru?
O zaman basın alanında partinin söylemini temsil edecek bir gazete arayışı içerisine girdiklerinde Milli Selamet Partisi (MSP) çizgisinde olan insanlar önce Milli Gazete’yi çıkardı. İlk çıktığında kısıtlı imkânlarla çıkmıştı, daha sonra kitlelere ulaşınca biraz daha okumuş yazmış insanlara da hitap etmek üzere Yeni Devir gazetesini aynı grup çıkardı. Dolayısıyla ikisi aynı grup altında çıkmasına rağmen söylem açısından birbirinden farklılardı. Ben 1982 Ağustos’unda yurtdışından döndüğümde İslam Dergisi’nin dış haberler bölümünü yönettim. O dönem, bildiğim kadarıyla dergi Türkiye’nin en çok satan dergisiydi.
- Hocası ve kayınpederi Mehmet Zahid Kotku'dan sonra Nakşibendi tarikatının önemli kolu İskenderpaşa dergâhının başına geçen Esad Coşan’ın dergisiydi değil mi?
Evet, Esad Coşan önderliğinde olan bir grubun çıkardığı bir dergiydi. Zahid Akman, Zekeriya Karaman, Hasan Hüseyin Ceylan önemli isimleriydi. Ben derginin dış haberler bölümünün sorumlusuyken Necmettin Erbakan beni çağırdı ve gazetenin başına geçmemi istedi. Ben bunu Yeni Devir diye düşünürken konuşmamızda teklifin Milli Gazete için geldiğini anladım. Ben kabul ettim, Nabi Avcı, Özkul Eren, Ali Bulaç, Mehmet Doğan gibi arkadaşlarımla bu görevi üstlenebileceğimi söyledim.
- Bir siyaset adamının görevlendirmesiyle bir gazetecinin gazetenin başına geçmesi bugünden geriye baktığınızda size ne kadar doğru geliyor?
Sahibi olarak ismi gözükmese de gazetenin her şeyi Necmettin Erbakan'dı. Dolayısıyla böyle bir teklif gelecekse ondan gelmesi beklenirdi.
- Tam da bu duruma evet dediğinizde aslında neye tamam demiş oluyordunuz?
İlk görüşmeyi yaptığımda şu karşı teklifte bulundum: “Sizin gazete üzerinde her an, her gün etkinizi hissettirme alışkanlığınız olduğu söyleniyor. Ama beni tercih ettiğinize göre bunu kabul etmeyeceğimi bilirsiniz. İsterseniz şöyle bir şey yapalım; 3 ay bana mühlet verin, bu sürede gazeteyi ben bildiğim gibi yapayım, eğer sonrasında devam etmememi isterseniz buna şimdiden razı olarak bu işe gireyim.” Ve nitekim 3 ayın sonrasında ayrılmak durumunda kaldım.
- Erbakan çok müdahale ettiği için mi?
Çok değil, ama sürenin sonlarına doğru ilişkiler müdahale edilebilir sıcaklığa ulaşmaya başlamıştı. Ben ismini saydığım arkadaşlarımla da konuştuktan sonra bunun devam edemeyeceğini söyledim ve ayrıldık.
- Sizi rahatsız eden eşik hangi nokta oldu?
Bir dosya geliyor mesela, “Bu gazetede değerlendirilsin” deniyor. Nereden diye sorunca “Ankara’dan” yanıtı veriliyor. Açıp baktığımda ve gazetede yayımlanmasının mümkün olmadığını düşününce kenara koyuyordum. Bu dosyalar biriktikçe sorun çıkıyor ve dosyalar gelmeye devam ediyordu. Sorun çıkınca daha fazla devam etmememiz gerektiğini düşündüm ve ayrıldım. Uzun sürmeyen bir maceraydı.
Bu gazetelerden belki daha çok dergiler canlıydı; Sezai Karakoç’un Diriliş, Nuri Pakdil’in etrafında oluşmuş Edebiyat yanında Rasim Özdenören, Erdem Bayazıt, Mehmet Akif İnan, Cahit Zarifoğlu önderliğinde çıkan Mavera gibi dergiler vardı, imam hatip camiasının çıkardığı Tohum, Oku, İslam Medeniyeti’ni de bunlara eklemeliyim. Ben bu sonuncuların çoğuna katkıda bulundum. Muhafazakâr kesimin gençleri dergiler üzerinden düşünce depolamaya başlamıştı.
- Bugünün muhafazakâr medyasını konuşmaya geçmeden soracağız; o dönemlerde nasıl gelenekler inşa edildi? Gazeteciliğe muhafazakâr medyada adım atmış isimler etik ve editoryal bağımsızlık başlıkları altına neler koydu, sınırları neydi?
Tabii ben Milli Gazete’ye kadar, içeriden katkıda bulunmasam da, dışarıdan gelişmeleri izliyordum. 1979 yılını Orta Doğu’da dolaşarak ve önemli bir dönem Şam’da kalarak geçirmiştim, oradan da Yeni Devir’e katkıda bulundum. İçinden gözlem yapabildiğim çizgi MSP ile irtibatlı gazeteler ve saydığım bazı dergilerdir. Merkeze yakın veya Şevket Eygi’nin çevresindeki gazetelerde bulunmadım.
Türkiye’nin genel havasının içerisinde mümkün olduğu kadar siyasete ağırlık koymaya çalışan yayın organlarıydı. Size belki bugün, MSP ve Refah Partisi (RP) çizgisinde gazetelerin varlığı tuhaf gelse bile o dönem Türkiye’de her gazetenin hemen hemen siyasetin bir bölümüyle ilişkisi vardı. CHP’nin Ulus diye bir gazetesi vardı. Son Havadis ve Yeni İstanbul gibi gazeteler Adalet Partisi (AP) çizgisine yakındı. Bu pek garip karşılanır bir dönem değildi.
O dönemin Turgut Özal’ın gelişine kadarki özelliklerinden bir tanesi şuydu: Gazete kâğıdını devlet üretiyor veya ithal ediyordu, ve ona iki türlü fiyat biçiliyordu: 1) Gazetelere verilen ucuz fiyat, 2) Gazete dışındaki tüketicilere verilen fiyat. İki fiyat arasındaki fark büyüktü, bazı gazete patronları basmadıkları sayıyı bile sanki basılmış gibi göstererek çok miktarda kâğıt alabiliyor ve bu fazlayı piyasada satarak ya gazetenin devamlılığını sağlıyorlar ya da zenginleşiyorlardı.
- Zaman’ı 1986’da genel yayın yönetmeni olarak kurduğunuzda gayeniz ve yayın ilkeleriniz neydi? Bahsi geçen dini ve siyasi coğrafya içinde Zaman nereye oturuyordu?
Ben 1984 yılında Milli Gazete’ye gittim ve ayrıldım. Necmettin Erbakan, en son görüşmemiz sırasında, bana “Sen başta da Milli Gazete yerine Yeni Devir olsa daha iyi olur, demiştin. Seninle muhtemelen Yeni Devir konusunu tekrar görüşeceğiz. Sen şimdi git, biz seni tekrar çağırırız” demişti. Ben de 5-6 ay o çağırılmayı evde bekledim, sonra baktım olacak gibi değil, iş aramaya başladım. O sırada kendisini değişik ortamlarda tanıdığım Ekrem Pakdemirli de Hazine Müsteşarı olmuştu, benim kendisine basın müşaviri olmamı istedi. Önce Hazine ve Dış Ticaret Müsteşarlığı’na basın müşaviri olarak gittim, çok kısa bir süre sonra Dışişleri Bakanlığı da yapacak olan Yaşar Yakış Devlet Planlama Teşkilatı’nda (DPT) İslam Ülkeleri Ekonomik İşbirliği Başkanlığı’na getirilmişti, o birime gelirsem beraber çalışabileceğimizi söylemişti ve oraya geçtim. Bir buçuk yıl kadar DPT çatısı altında bulundum ve uluslararası toplantılara vs. katıldım. O sırada yıllardır tanıdığım Alaeddin Kaya, Ankara’da Nur Yayınları adlı yayınevi ve büyük bir matbaası vardı, bana “Ben bir gazete satın aldım” dedi. Aldığında adı Zaman değil, Adalet gazetesiydi, “Bunu seninle çıkarmak istiyorum” dedi. Ben de Milli Gazete’den birlikte olduğumuz arkadaşlarıma “Böyle bir teklif var, ne dersiniz” diye konuştum. Milli Gazete deneyiminden sonra hem çekingenleşmişlerdi, hem de dört başı mamur birer işleri vardı. Bir de gazete Ankara merkezli olacaktı. Konuşmalar ilerleyince “Sırf Ankara’ya hitap eden bir gazete bizi taşımaz. İmkânların yetişmiyorsa ortak olarak başkalarını da bul ve Türkiye geneline hitap eden bir gazete çıkaralım” dedim. Gazetenin ismi dar bir çevrede çıkarken Zaman olarak değişmişti. Daha sonra kendisine iki ortak buldu, biri bir ara AK Parti’den milletvekilliği de yapan İhsan Arslan’dı, diğeri de İstanbul’dan Necati Aktülün adlı bir işadamıydı.
- Kaya’nın yayınevinin ismi Nur’sa o zamandan bir cemaat bağlantısı olduğunu varsaymak ne kadar yersiz olur?
Nur kelimesi şimdi FETÖ diye adlandırılan cemaatle irtibatlı olmak zorunda değil. Nitekim Aladdin Kaya’nın da irtibatı Fethullah Gülen dışı Nur kesimiyleydi. Ama o dönem bunları birbirinden ayırmak çok mümkün değildi. Herhalde onunla da görüşüyordu ama o dönemde Fethullah Gülen cemaati İzmir merkezli ve dışarıya açık olmayan bir gruptu.
- Gülen’e eşitlemeyerek, bir tarafta siyaset, diğer tarafta dinin olduğu muhafazakâr medyada cemaatlerin varlığının ne kadar belirleyici olduğunu merak ederek sormuştuk. Muhafazakâr medyada çalışan bir gazeteci, gazetesini seçerken karar sürecinde hangi kriterler rol oynuyordu?
Ne Milli Gazete’ye geçtiğimde, ne de başka bir gazeteden teklif geldiğinde sermaye sahibinin hangi cemaate mensup olduğunu veya hangi partiyi desteklediğini değil, kendi ilkelerim etrafında bir gazete istiyorlar mı istemiyorlar mı, önce bunu kendileriyle konuşarak yola çıktım. Nitekim Zaman gazetesinin kuruluşundaki 3 patron, 3 ayrı eğilimi de temsil ediyorlar. Ama beni onlar ilgilendirmiyordu. “Ben kimim biliyorsunuz değil mi?”, “Ben bir gazete çıkarırsam nasıl bir gazete olacak onu da biliyorsunuz değil mi” diyordum.
- Biz bilmiyoruz, bu ne demek?
Türkiye’nin bütününe hitap eden, hizipçilik, cemaatçilik, particilik gibi bir derdi olmayan, her eğilimi kendisine hedef kitle olarak seçen ama elbette ayağını İslami hassasiyetlere basan bir gazetecilik anlayışı. Dolayısıyla sermaye sahiplerinin eğilimleri o gün de, bugün de beni fazla ilgilendirmedi. Kendi hassasiyetlerimi gazeteye yansıtabiliyorsam, buna imkân veriyorlarsa o yolda devam ettim.
- Sorun Türkiye’de bunun mümkün olduğunu görmememiz. Gazete sahipleri, gazetelerini eğilimlerine göre şekillendirmek için müdahalede bulunuyorlar.
Bize uzun süre böyle bir müdahale olmadı.
- Ne zamandan sonra başladı?
6 ay sonra bir müdahale oldu ama, o da patronajaydı; İhsan Arslan gazeteye el koydu. Bu teşebbüste bulunan biraz önce isimlerini saydığım arkadaşlarım dâhil hepimiz ayrılmak zorunda kaldık.
- Nasıl el koydu?
Patron olduğu için diğer sermayeyle yollarını ayırdı, gazeteye o hakim hale geldi ve Zaman gazetesi 15-20 gün onun patronajında çıktı. Tiraj kaybettiği görülünce bu defa Alaeddin Kaya’ya imtiyaz sahipliği kalıcı olarak devredildi. Bize de “Tekrar gelin” denildi.
- “Benim bulunduğum dönemde ve mekanda gazete manşetleri Gülen'e fakslanmadı. Ama merkez İstanbul'a taşındıktan sonra bunun olduğu kulağımıza geliyordu. Ancak o sıralar böyle kötü bir algılama söz konusu değil, normal bir işlem olarak görülüyordu. Çok ileri noktalarda Gülen-Zaman ilişkisi organik hale dönüştü. Ben zaten 1998'de ayrıldım.” ‘FETÖ’ ana davası için Mart 2017’de verdiğiniz tanık ifadesinden yola çıkarak soracağız: Zaman’da sistematik müdahale ne zaman, nasıl başladı?
6 ay müdahalesiz sürdürdük. Ankara’da çıkan bir gazeteyi önce uçaklarla İstanbul’a dağıtım şirketine ulaştırmamız gerekiyordu, bu zorluğun yanı sıra patronajda çıkan bahsettiğim sorunun ardından okuyucuyu yeniden kazanmaya çalışıyorduk. Tiraj sıkıntısı yaşanırken ikinci 6 ay sonunda tiraj iddiası olan Şevket Eygi’yi gazetenin başına getirdiler. Bana “Sen Ankara Temsilcisi ve başyazar olarak kalacaksın” dediler, diğer arkadaşların da isterlerse kalacağını ve gazeteyi İstanbul’a taşıyacaklarını söylediler.
Bahsettiğiniz daha sonra, Şevket Eygi kendi adamlarıyla artık merkezi İstanbul’a taşınmış olan gazetenin başına geldi. Eygi 6-7 ay sonra gazetenin başından ayrıldıktan sonra yönetime gelenler zaten cemaatle bir şekilde irtibatlı insanlardı. Gazetenin ikinci yılından sonra bu tür olayların yaşanmış olduğunu tahmin ediyorum. Ama doğrudan bilgim dâhilinde değil, konuşulduğu için biliyorum. Bana ters gelmiyor bunlar, gazeteye yönetici olarak gelmiş insanlar bu tip bir şeyi yapabilecek, cemaate yakın insanlardı, bir tanesi Hüseyin Gülerce’ydi mesela.
- “Bana bunlar ters gelmiyor” diyorsunuz, biraz önce duruşmadaki tanıklığınızdan yaptığımız alıntıda “normal bir işlem olduğunu” söylüyorsunuz. Bir gazetenin, Gülen’e veya gazete dışındaki herhangi birine fakslanması nasıl normal olabilir? “Bana dokunulmadı” denilse bile köşenizin yanındaki haberlerin çerçevesinin belirlenmesi rahatsız etmedi mi sizi?
Ama ben bunların uzağında bir yerde, Ankara’dayım. Fakslanma olayları oluyor idiyse, ki olduğunu biliyoruz, onlar İstanbul’da olan şeyler. Benim kulağıma bunlar çok çok çok sonra gelmişti. Dolayısıyla ben çok rahat bir şekilde Ankara Temsilciliği’ni ve başyazarlığını yaptım. Taha Kıvanç yazılarım dâhil hiçbir yazıma müdahale edilmedi. Yazılarım fakslanmış olsa bile, bunun farkında değilim. Müdahale olmaması yazılarımın beğenildiği anlamına da gelmiyor, bazılarının beğenilmediğini biliyorum. Gazetenin manşetleriyle yazılarımın çeliştiği çok olay yaşadık. Bunlar bana tahammül edildiğini gösteriyor, ama gazeteyle ismim o kadar özdeşleşmişti ki benden kolay kolay vazgeçilmesi mümkün değildi.
- “Onlar benim yazılarıma, ben de fakslanma dedikodularına tahammül ediyordum” mu diyorsunuz?
Fakslanma çok sonra kulağıma gelen bir şey, tahammül edilemez hâle geldiğinde ben de gazeteden zaten ayrıldım. Ben çok rahat çalıştım, dediğiniz türden rahatsızlığa sevk edecek bir şey görmedim. Her gazeteyle yazar arasında önemli miktarda uyum olur, ayrıldığı noktalar da olur. Ayrıldığı noktada müdahale olursa rahatsız olursunuz, aşırıya varırsa bu, ayrılırsınız. Beni çok rahatsız ettiğinde ben ayrıldım zaten.
- Ne oldu 1998’de, hatırlatabilir misiniz?
Birbiri ardına anlayamadığım çok şey oldu. Yeni bir kadro geldi gazeteye, Ankara ve İstanbul arasında büyük kopukluklar yaşanmaya başladı. Maddi imkânlar daraltılınca gazetecilik yapılamaz hâle gelir. Sınırlanmam anlamına gelen yetkilerimle ilgili şeyler olmaya başladı. Ben bunları gazete yönetimine şikâyet olarak ilettiğim zaman anlayamadığım bir lakaytlık gördüm ve kurcalayınca orada bulunmamı fazla istemedikleri gibi bir hissiyata vardım, şapkamı alıp ayrıldım. Ama ayrıldıktan sonra ayrılmamın istenmediği gibi gazetenin en tepesinden başlayarak insanlardan tepki gelmeye başladı. Ama bir kez ayrıldıktan sonra geri dönüş olmuyor. Ben de dönmedim. Bugünden geriye bakınca basit görünebilir ama 28 Şubat dönemiydi, kulaklarımıza askerlerin benden rahatsız olduğu, bu sebeple ayrılmamı arzu ettikleri, gazeteye askerden veya devletten gelen baskıların daha çok benim yüzümden yaşandığı geliyordu. O dönem gazetede ılımlı bir muhalefet yapılıyordu, ama ben fazlaca muhalefet eden yazılarla karşılarına çıkıyordum. 28 Şubat medyasını düşünürseniz askere hulus çakmış (yaranmaya çalışmak) gazetelerden de bana yönelik aşırı saldırılar gelmekteydi. Yönetim bundan da etkilenmiş olabilir. Ben de ayrılma kararı verdim.
- Peki sizce AKP iktidarının 2000’li yıllarda muhafazakâr medyaya etkisi ne oldu?
Madem bu kadar sorulara muhatap oluyorum, 2000’li yıllardan önce ne olduğunu da açıklayayım. Ben gelecekle ilgili ne yapacağımı bilmeden, plansız ayrıldım. Teklifler geldi ve aralarında merkez medyadan da cazip teklifler vardı ve Yeni Şafak’ı tercih ettim. Çünkü yeni uç vermeye başlamış bir muhalefetin işaretini veriyordu Yeni Şafak. Nazlı Ilıcak oraya geçmişti ve bana söylenen daha da keskin kalemlerin katılımıyla 28 Şubat’a karşı ciddi bir muhalefetin yapılacağı bir gazeteye dönüştürülme niyeti vardı. Daha basit olan bir sermayeden daha ciddi bir sermayeye (Albayrak Grubu) geçiş yaşanmıştı. Bu da cazip geliyordu, çünkü cılız sermaye istenilen sonucu doğuramayabilirdi. Bu yüzden Yeni Şafak’a evet dedim, iyi de yapmışım. Benden sonra Cengiz Çandar da geldi, gazetenin başına Selahattin Sadıkoğlu geldi, Kürşat Bumin, Mehmet Barlas, sonraları Ali Bayramoğlu geldi. Ve 2000’li yıllara biz böyle geldik. O dönemde vesayetçi sisteme karşı mücadelede neredeyse bayrak gazete haline dönüştü Yeni Şafak. Gazetenin kimliği de belli, İslamcı bir gazeteydi. Ve İslamcılığı bugünkünden farklı anlamak lazım, daha sempatik algılanan bir kavramdı. Bu kimliğe sahip olmasına rağmen liberal çizgiden Ilıcak’ı, Çandar’ı, Barlas’ı da içinde barındırıyordu. Bir süre sonra, Mustafa Karaalioğlu askere gideceği için boşluğu doldurmam için Ankara Temsilciliği teklif edildi. Mustafa askerden döndükten sonra İstanbul’a geçti ve benim temsilciliğim sonuna kadar devam etmiş oldu. Çok canlı bir gazetecilik yaptık o dönemde. Bin yıl süreceği söylenen 28 Şubat’ın bir zevale doğru yol almaya başladığını gösteren bir dönem oldu. Ilıcak o dönemde andıçları yayımladı, askerler çok rahatsız oldular, Akın Birdal’a suikast girişimi oldu. Ve biz çok iyi bir gazetecilik yaptık.
- Yanıtınızı merak ettiğimiz soru şu: Yeni Şafak o noktadan Roboski katliamı için özür dileyen Ali Akel’in atılmasına nasıl geldi? AKP dönemi bu süreci nasıl etkiledi?
Hatırladığım kadarıyla o benim artık orada olmadığım bir dönem.
- Yeni Şafak örneği üzerinden muhafazakâr medyayı konuşmak niyetimiz. Bayraklıktan bugüne gazete sizce nasıl geldi?
Tercihler patronlar tarafından yapılır. Türkiye’de Erol Simavi’ninkiyle Aydın Doğan’ın Hürriyet’i veya yarın Erdoğan Demirören’in Hürriyet’i farklı olacaklardır. Çünkü patronlar değişiyor, onlar değişince kilit noktadaki insanlar da değişir. Bazen patronların tercihleri de değişir, bu da yayına yansır. Yeni Şafak bugün aynı çizgide, AK Parti ile irtibatlı bir gazete olarak görünüyor. Ama artık isimlerini saydığım kişiler yok, daha eğilim içine kapalı bir gazetecilik anlayışı var. Daha birbirine yakın görüşte yazarları var. Benim çalıştığım dönemdeki Yeni Şafak değil ama yine de kendi içerisinde tutarlı olduğunu zannettiğim bir gazeteciliği yürütüyorlar. Daha mübalağalı bir gazetecilik var şu anda ama bu, Türkiye’de alışkın olduğumuz bir gazetecilik. Bu alışkanlığı devam ettiriyor. Benim içinde olduğum gazetenin çizgisi pek alışılmamız bir şeydi. Şimdi Cumhuriyet’e baktığımızda da alıştığımız bir şeyi görüyoruz, Nuray Mert örneğin barınamadı ve ayrıldı. Normaldir bu da. Ama biz Yeni Şafak’ta o dönem farklı görüşlüleri barındırabildik. O alışılmadık bir şeydi.
- Gazeteleri patronların tercihleri belirliyorsa, AKP dönemi de patronların tercihlerini belirlemek konusunda etkili oldu. Siz bu denklemden AKP’yi çıkaracak mısınız yoksa iktidarla muhafazakâr sermaye ilişkisini konuşabilir miyiz?
Çıkarmıyorum çünkü bugün manzara çok açık. Siyasi iktidarla neredeyse bütünleşebilecek kadar yakın olan bir medya düzeni var bugün ve o düzen içerisinde yer alan gazeteler var. Dolayısıyla bugün bunu görmek zor değil. Gördüğünüz şeyi inkâr etmeniz de mümkün değil. Dolayısıyla bugün baktığınız zaman AK Parti, sadece gazetelerde değil, televizyonlarda da etkin görüntüde olan bir siyasi parti. Ve bu etkinliğini her geçen gün daha da artıracak şekilde davranıyor. Bu saklanacak bir şey değil. Ama iyi bir şey mi bu, bence değil. Bunu da gazetelerde yazı yazmadığım hâlde söylüyorum, yazarlığımı artık kendi bloğumda (fehmikoru.com) sürdürüyorum. Normalde bir gazetede yazdığınız zaman bunun karşılığında bir maaş alırsınız, ben şimdi yazı yazmaya devam ediyorum ama cebimden masraflarını katlandığım bir süreç olarak bunu sürdürüyorum. Niye? Çünkü söyleyecek şeylerim olduğunu düşünüyorum. Yazdıklarımı okumak isteyenler olduğunu düşündüğüm için de yeri geldiğinde bunun yanlış olduğunu, yani bir siyasi partiyle bu denli bir medya hakimiyetinin o medyaya zarar verdiği zaten açık, ama siyasi iktidara da faydası olmayacağını yazarak devam ediyorum. Niye zarar verir? Çünkü bu ikisi birbirine bu kadar yakın olması gerekmeyen kurumlardır. Biri yönetimde yer alıyorsa, birinci veya ikinci kuvvetse, medya da dördüncü kuvvettir, dolayısıyla kuvvetler arasında ayrım olması gerekir. Belli bir yere kadar yakınlığınız, irtibatınız bulunabilir ama bu, bir milletvekili kimliğine benzeyen bir gazeteciliğe dönüşmemelidir. Dönüşüyorsa, partinin parçası gibi olunuyorsa bu gazetecilin sınırlarının aşıldığı anlamına gelir.
- Sizce bu sınırlar ne zamandan itibaren zorlanmaya başlandı? Mesela 2007’de Çalık’ın devlet bankalarından aldığı krediyle ATV-Sabah’ı, “Erdoğan idolüm” diyerek Ethem Sancak’ın Star’ı almasıyla olabilir mi?
Bunların her biri adım adım iktidarın medya üzerindeki hakimiyetini sağlamlaştırmak üzere atılmış adımlardır. Ne zaman başladı? Belli ki ilk başlarda böyle bir niyet vardı, ama daha sonraki zamanlarda imkân ortaya çıkınca niyet ve imkân birleşti. Ve bugünkü tablo ortaya çıktı. Geriye dönük baktığımda, 2000’den 2004’e kadar bu gerçek devam etti, AK Parti’ye yakın ve sempatiyle bakan yayın olarak ben bir tek Yeni Şafak’ı, televizyon olarak da Kanal 7’yi görüyorum. Diğer medya iktidara “Yüzde 35 oy aldılar ama geçer bu” diyerek baktılar, karşı oldukları bir çizgi olduğu için öyle tavır aldılar. Bugün baktığınızda bunun tersi var tabii. Bugün olumlu bakmayan bir iki gazete ve televizyon kanalı var, onların dışında hepsi AK Parti’ye çok olumlu bakıyorlar, adeta onun istediği tarzda yayın yapmayı kendileri için görev biliyor.
- Türkiye’deki medyanın kutuplar arasındaki gezisini konuşurken Doğan Medya Grubu dâhil eski ana akım medya geleneğini korur pozisyonda değiliz, ancak alışkınız diye kabul etmek zorunda mıyız’ı sorguluyoruz. Ve bu geçişte gazetecilerin de rolüne değinmek için bir alıntı, 2010’da Selin Ongun’a verdiğiniz bir söyleşiden. Doğan ve Dinç Bilgin üzerine yazarken neden diğerlerine dair yazmadığınızı şöyle açıklıyorsunuz: “Ethem Sancak patronluğu daha yeni öğrenirken, hisselerini başkalarına sattı. Orada o dönem bir şeyler söylenebilirdi, evet. Ahmet Çalık’ın ise henüz kendi medyasına sahip olduğu kanaatinde değilim. Aldığını devam ettiriyor. Büyük çapta bir değişiklik yapmadı. Orada eleştiri yeni hiçbir şey yapılmaması yönünde olabilir.” Bugün AKP’nin medya hakimiyetini ele geçirme adımları olarak bu alımları gösterirken 2010’da neden önemsemiyordunuz?
Niye önemseyeyim ki?
- Şimdi önemsiyorsunuz?
Ben en başta size söyledim, patronlar gelirler, paralarını koyarlar, gazetelerini alırlar, sıfırdan başlatmıyorlar ve var olan bir gazeteyse, kendi çizgilerini o gazeteye bir biçimde yansıtacak yöneticiler seçerler. Bu neredeyse evrensel bir kural gibi Türkiye’de. Ethem Sancak gazetenin patronluğunu satın aldı, Sancak’tan önceki de AK Parti’ye yaklaşım olarak çok farklı bir insan değildi. Sadece Ethem Sancak öyle bir lafı orada etmiş bir adamdı. Şunu da söyleyeyim, ben Ethem Sancak döneminde zaten gazetede kalmadım. Bir süre sonra Star’dan ayrıldım. Bir yerden ayrılmam için atmosferinden rahatsız olmam gerekmiyor, bir şeylerin olabileceğini hissetmem bile yeterli oluyor. “O dönemde ne oldu” derseniz bir şey olmadı. Ama içimden gelen hisler orada kalmamam gerektiğini söylediği için kalmadım. Şimdi baktığınızda, mesela Ahmet Çalık birdenbire bir gazete patronuna dönüştü, ATV-Sabah grubu ondan önce de TMSF yönetimindeydi ve TMSF Başkanı Ahmet Ertürk bana Sabah gazetesine gelmemi teklif etti. Ama ben bunu düşünmedim bile.
Beni biraz farklı görün, benim gerçekten gazetecilik yapma diye bir derdim var, bunu da kendi çizgilerimi koruyarak yapma niyetim oldu. Genellikle tersi olur, ama ben bulunduğum her yeri kendim seçtim. Bulunmamam gereken yerlerde de karar vererek ceketimi alıp çıktım. Dolayısıyla beni temsili olarak bu olayların içerisinde görmeyin, bir gazeteci olarak o gazetelerdeydim ve bugün de bir gazeteci olarak o gazetelerde yokum.
- Biz de bir gazeteciye soruyoruz, ne eksiğine ne fazlasına. Siz medyaya dair geçmişin bugüne evrilmesine dair şaşkınlığınız olmadığını ima ederek konuşur ve “Sancak’tan önceki patron da aynıydı” derken 2008’de de “Muhafazakâr medya eski muktedirlerin aynısı olacak, ben izleyeyim” diye mi düşünüyordunuz? Tersten sormak gerekirse: Siz muhafazakâr medyayla bir fırsatın kaçırıldığını düşünmüyor musunuz?
Siz çok dışarıdan baktığınız için şaşırma noktasına gelebilirsiniz, yaşınız da genç olduğu için bu daha da mümkün ama belli yaşlara gelince şaşırma duygusunun yeri çok azalıyor. Bazı şeyler var, doğası içerisinde belli yerlere gidiyor. Şimdi Hürriyet’in el değiştirmesi beni şaşırtmadı. Bu bir tepki vermemizi mi gerektiriyor? O tepkimi ben yitirmiş olabilirim.
- Aramızdaki bir fark da ben bu medya patronlarının gazetelerinde bulunmadım.
Ben bir iki ay oradaydım ve ayrıldım. Ama sizin dışarından baktığınızda şoke eden, beni içeride olduğum için hiç şaşırtmayan şeyler olabilir.
- Eski merkez medyanın hastalıkları sizi şaşırtmayan bir şekilde muhafazakâr medyada baş gösterirken tam da içinde görev aldığınızı söylemeye çalışıyoruz.
Hangisinde görev aldım mesela? Bir şeyler oldu da, ben de bunu fark etmeden bulundum diye söyleyebileceğiniz bir olay hatırlamıyorum. Mesela Star’dan HaberTürk’e geçtim ve geçerken zemzem suyuyla yıkanmış bir gazete olduğunu düşündüğüm için mi geçtim yoksa normal bir gazete içerisinde yer alacağımı bilerek mi geçtim? İkincisi. Her gazetenin kendine göre özellikleri var. Benim içine girdiğim zamanki özellikleri beni rahatsız etmeyeceğini düşündüğüm için girdim çalıştığım bütün gazetelere. Rahatsız edeceklerini gördüğümde, HaberTürk’ü hariç tutarak söylüyorum, kendim ayrıldım. Çok uzun süre rahatsızlıkları yaşamadım, kısa süreli yaşadım. Sonuncusunda (Habertürk’te) ilk defa kendim değil, başkaları tarafından gitmem istendiği için gittim. O bakımdan siz tabii dışarıdan rahatsızlık hissetmemi gerektirecek bir şey bulur ve gösterirseniz, ben buna mutlaka tepki vermişimdir. Diyelim gazete hoşlanmadığım manşetle çıkmışsa, ertesi günkü yazımda mutlaka ondan farklı düşündüğümü ifade eden bir şeyler yazmışımdır. Bu benim tabiatımda var.
- Siz medya bahsini ettiğimiz şekilde el değiştirirken yeterince eleştirdiğinizi düşünüyor musunuz?
Benim bu el değiştirmeler olurken haberim olmadı. Bir gün uyandık, gazetenin (Star’ın) sahibi Tevhid Karakaya iken Ethem Sancak olmuş. Ya da yayın yönetmenleri değişmişse, en son haberi olanlardan biri olmuşumdur. Bunlar çok konuşularak yapılan şeyler değil, bu nedenle “Karakaya'ya gitmesin” veya “Sancak almasın” diyecek durumda veya Sancak’ın nasıl bir yönetimde bulunacağını bilecek durumda değilim. Gelen kişi mafya babası değilse bunu yapmanız gerekmez.
- Mehmet Altan veya başka isimlerin işlerinden olması sizce iyi bir işaret değil miydi?
Benim dönemimde Mehmet Altan’ın böyle bir olayı yaşanmadı, ama bildiğim kadarıyla kendisi ayrıldı. Çıkarıldı diye bir şey olduğunu hatırlamıyorum ya da bilmiyorum. Star’ın başyazarıydı biliyorsunuz.
- Evet, önce yazı sayısı azaltıldı, sonra sansürlendi.
Dolayısıyla yazılarına müdahale edildiğini, sonra da “Git” denildiğini bilmiyorum. Öyle olduysa bile ben bundan haberdar değilim.
- T24’e verdiği söyleşide “sapına kadar sansür olduğunu” söylemişti.
“Benim yazım yayımlanmadı” deyip internete vermek gibi bir şey yapılmadıysa “Bana müdahale edildi, o yüzden ayrıldım” sözünün çok önemli olduğunu düşünmem.
- Neden?
Çünkü yazıma müdahale edildiği an ben ayrılıyorum. Bu tavrı ilk günden söylemişimdir, o yüzden hiçbir müdahaleyle karşılaşmadım. Müdahale, zaten ayrılmanız isteniyor demektir.
- Son notunuzu aklımızda tutarak başka bir başlık soracağız. Gülen cemaati için “Çok büyük sempati ile yaklaşmadığım dönemde bile okullarda yapılanların Nobellik olduğunu düşündüm” dediniz. Genelde cümlenizin Nobel kısmı vurgulandı ama biz başını soracağız: Cemaate siz hangi dönemlerde ‘büyük sempati’ ile yaklaşmadınız, sizin zihninizde ‘acaba’ işareti yaratan çıkışları neler oldu?
Daha cemaatin Hizmet Hareketi olarak anıldığı dönemleri, Zaman gazetesinden ayrıldıktan sonra da yakından gözlemeye çalıştım. Gözüme çarpan en önemli özelliklerinden bir tanesi, kendilerini çok merkeze koymaları ve onlardan daha iyi, daha büyük hizmetler yapmış kesimleri küçümsemeleri ve onlarla ilişki kurma noktasında hiçbir çaba göstermemeleri.
- Bunlar, hangi kesimler?
Pek çok kesim var, AK Parti var en başta. Bunlarla bir araya gelmek, göz hizasında beraber çalışmak yerine ‘biz varsak başka kimseye ihtiyaç yok’ anlayışının hakim olması beni çok rahatsız ediyordu. İkincisi, çok şahıs merkezli bir harekete dönüştü. Bediüzzaman Said Nursi kendisi siyasete çok yakın durmuş, hatta zamanında partiler içerisinde yer almış, ama sonradan siyasetin zararlarını gördüğü için “Bundan sonra siyasetle uğraşmayacağım, uğraşan eski Said’di, yeni Said zamanında siyaset olmayacak” demiş olan bir insan. Bu da (Gülen cemaati), cemaat adını taşıdığı dönemde de iddiası Risale-i Nur çerçevesinde olan, bütün toplantılarında Risale-i Nur’dan kitapların okunduğu bir cemaat olmasına rağmen siyasetle çok yakın ilgiliydi. Bir dini kimlikli kişiye fazla yakışmayacak olan tarzda her şeyi takip etme, nerede ne oluyor, asker ne yapıyor, falanca parti içerisinde neler var gibi konuları çok yakından izlediklerini gözlemlediğim zaman yine rahatsız olmuştum. Ve dediğim gibi, tek adam görüntüsü çok hakimdi. Bir kişi var ve ondan sonra kim var belli değil. Bugün bile herhangi bir şekilde devre dışı kalması gerekse Fethullah Gülen’in yerine kim gelecek belli değil. Kendisi dışında birini ikincilik konumuna getirme gibi bir derdi hiçbir zaman olmamıştı.
- Siz bunu Gülen’le görüşmelerinizde sorguladınız mı? “Başınıza bir şey gelse ikinci isim kim olacak” dediniz mi, yanıtı ne oldu?
Yakınlığım yok, orada Zaman gazetesi döneminde bazı toplantılarda elbette bulundum. Ama orada daha çok gazete konuşuluyordu, o yüzden cemaat işlerine burnumu sokma anlamına gelebilecek soruları sormayı uygun bulmadığımdan bunu tercih etmedim. Ama bunlar yakın çevrede tartışılan şeylerdi, cemaatin unsuru olduğunu bildiğim kişilerle bu konuları sürekli görüşmüşümdür ama onların da yapabileceği bir şey yoktu tabii ki.
- Siz AKP ile cemaat arasındaki kavga kamuoyuna yansıdıktan sonra Gülen’i ‘çevresi kötü’ olarak ayrıştırarak kavgayı cemaat medyasının gaza getirdiğini söylediniz. Bu ayrışmayı ne zamandan itibaren gözlemlediniz?
Ben televizyonda haberleri izlemem, 15 Temmuz gecesi bir dostumun uyarısının üzerine olanlardan haberdar olmuştum. Sonra AK Parti’de görevli milletvekili, hatta bakan düzeyinde arayanlar oldu ve “Bunlar olabilir mi” diye sorduklarında, öyle bir şeyse buna aklımın ermediğini söyledim. Çünkü bunların askerlerle ilgilenmeye, onların da içinde var olmaya çalıştıkları dönem olsa olsa 1980’lerin sonunda, 1990’larda olabilir. Ancak o dönemlerde kendilerine güven az buçuk gelmeye başlamıştı. O dönemde başlasalar, bunların alabileceği en büyük rütbe albay veya tuğgeneral rütbesidir. Orgenerallerin söz konusu olduğu bir ortamda bunların olabileceğine aklımın ermediğini onlara söylemiştim ve o akşam da olmama ihtimalini daha çok görmüştüm. Kuşkular bende başka yönlü gözüküyordu. O zaman Zaman’a baktığımda çok ileri şeyler söylüyorlardı. Cemaat siyasetle ilgilense bile o sınırı çok aşan yazılar çıkmaya başlamıştı. Ve bunlar, doğrudan iktidarı itham eden yazılardı. Halbuki iktidarlardan bayağı çekindiklerini biliyorum. Ben Zaman’dayken iktidar olan siyasi partiler gücenecek diye çok ciddi sıkıntılar yaşadıklarını gözlemiştim. 2015 döneminde olan bitenlere baktığımda, MİT Müsteşarı’na yönelik yapılanlar, sonra 17-25 Aralık döneminde yazılanlar bana hiç de onların geleneksel tavrına uygun gelmiyordu. Dolayısıyla ben daha çok bunu, cemaatin gazetecilerinin kendilerinden kaynaklanan bir şey olarak görme eğilimindeydim. Halbuki biliyoruz ki o yazılar, manşetler fakslanıyor ve haberdar olunmaması mümkün değil. Ama ben yine de onların gazına geliniyormuş hissine kapıldığımı yazılarıma geçirmiştim.
- Nazlı Ilıcak, Şahin Alpay gibi isimler FETÖ davalarında yargılanırken cemaat gazetelerinde yöneticilik yapmış isimlerin yurt dışına kaçmaları ve bu esnada “Olanlardan haberim yoktu, ben sadece gazetecilik yapıyordum” gibi bir özeleştiri sürecine girmemeleri size ne düşündürüyor? O isimleri meslektaş mı yoksa ‘örgüt üyesi’ olarak mı görüyorsunuz?
O gazetelerde yer alan, televizyonlarında bulunan iki türlü gazeteci var. Birincisi cemaatle organik bağı olmayan, imkân bulduğu için oralarda bulunan insanlar. Bunların bir bölümü tamamen maddi sebeplerle çalışan ve başka gazeteler kendilerine imkân sağlamadıkları için orada bulunan insanlar. Bu isimleri cemaatçi olarak kabul etmek ve oranın aldığı kararlar varsa bu isimleri uygulayıcı olarak görmek yanlış. Şahin Alpaylar, Mehmet ve Ahmet Altanların cemaatçi örgüt içerisinde algılanması çok yanlış. Ama 15 Temmuz havası içerisinde bu devlet, özellikle yargı tarafından görülemedi. İkisini birbirine karıştırdılar. İlk sınıfta yer alanlar şimdi yargılanırken, ikinci sınıfta yer alanların çoğunluğu yurt dışına gitmiş durumda.
- Bu grubu siz bugün meslektaş mı ‘örgüt üyesi’ olarak mı görüyorsunuz?
Ben son yıllarda onları meslektaş olarak görmedim. Benim şöyle bir özelliğim var, ben gazeteciliği pür yapılan bir iş olarak görüyorum. Halkın haber alma hakkını kullanmasını sağlayan, dolayısıyla ilişkilerine dikkat etmesi gereken insanlar olarak görüyorum. O bakımından bugün de çeşitli gazetelerde yazan insanlar var, onların gazetecilik dışındaki bağlılıkları onları gazeteci olarak görmememe sebep oluyor.
- Bu görüşünüze rağmen, devlet içinde cemaat örgütlenmesini sorunlu görmek neden mesela Ahmet Şık’larla sınırlı kaldı? Neden bu örgütlenmeye dair soru işaretlerini daha geniş bir yelpazede okuyamadık?
O sırada epey gazetecinin bu konuda kitabı da çıktı biliyorsunuz. Sadece 2-3 ile sınırlı olmayan pek çok kişi bu konulara girdiler. Bizler neden girmedik, bunu soruyorsanız, yazılarda ben ufak tefek takılmalar yaptım. Mesela, Bank Asya olayı patladığı zaman onlar çare olarak cemaat mensuplarından yardım toplamaya çalıştılar, insanlar evlerini, arabalarını satmaya ve bankaya para yatırmaya başladı. Ben o dönemde çok açık bir şekilde dedim ki “Bu yapılanlar akıllıca şeyler değil. Neticede bu bankaya el konulacak ve ellerindekini satanlar mahrum kalacaklar.” Ertesi gün Zaman gazetesinde aleyhime yazılar çıkmaya başladı. Biliyorsunuz, “Ben Böyle Gördüm: Cemaat’in Siyasetle Sınavı” kitabımı 15 Temmuz’dan önce yazdım. Tabii bir kitap pat diye çıkmıyor, dolayısıyla onu bir yıl olarak kabul ederseniz, Nisan 2017’de çıktığına göre 2016’ının başından itibaren ben yazılarımın yanında onların yaptığı yanlışları sergileyen kitabın ön hazırlıklarını yapmaya başlamıştım. Nitekim kitap çıktıktan sonra pek çok televizyon tartışmasında bunu ele alanlar benim kitaptan alıntılar yaparak konuyu dile getirdiler.
- Siz aldatılmış hissedenlerden misiniz? “Kandırıldık” diyor musunuz?
Böyle bir şeyi hiçbir zaman dini kisvesi olan gruplara yakıştıramam. Kalkıp bütün hayatınızı darbelerle mücadeleye ayırdığınızı ilan etmişsiniz, o yönde de çabalar göstermişsiniz, daha 1995’te gazetecilerle bir araya geldiğinizde “Askerler içerisinde darbe hazırlığında olanlar vardı” diyerek, isim de vererek, hepimizi hayrete düşürerek birtakım ifşaatlarda bulunmuşsunuz, sonra kalkıp kendi yakınlarınızı darbe için hareketlendirmişsiniz. Bu benim anlayabileceğim bir şey değil. Siyasetle bu kadar ilgili olmalarını da anlamış değilim. Devlet içerisinde bizden de birileri olsun anlayışını, devlette insanlara daha hoş davranacak, dini hassasiyetlere sahip gençler bulunması olarak algıladığım halde sonrasında bu devleti içeriden ele geçirme operasyonuna dönüştü. Bunu da anlamakta zorlanırım ama bu kandırılmak mı? Ben kandırılmak olarak görmüyorum çünkü bu işler göz göre göre oldu. Bugünden geriye baktığımda devlette esas kadrolaşmanın 2010’dan sonra gerçekleştiği sonucuna varıyorum. 2010’daki referandumda anayasanın değişen 26 maddesi hep devlette, özellikle yargıda kadrolaşma ile ilgiliydi. Ve o referandumda cemaatin en tepe noktası tarafından “Mezardan çıkartılacak insanlar varsa onlara da oy kullandırın” denildi. Ve yüzde 56 oy alındı. Zannediyorum, bu durum, iktidarı ‘bunlarla çok yakın olursak yüzde 50 garanti’ noktasında bir düşünceye sevk etti. Ondan sonra bu kadrolaşma, cemaat tarafından daha rahat yapıldı diye bugünden geriye dönük bir değerlendirmem var. Bu gördüğümüz, ele geçirmekten çok, dindar insanların söz sahibi olduğu bir devlet mekanizması olsun beklentisiyle irtibatlıydı.
- Dönüşüm noktaları olarak verdiğiniz 2010 ve 2016 yılları üzerinden sizden bazı alıntıları konularına göre ayrıştırarak okuyacağız.
2010: “Erdoğan ne medya ne cemaatlerle al gülüm ver gülüm ilişkisine girmiyor.” 2016: “Okullara, dershanelere, yurtlara, üniversitelere tahsis edilen yerler. Bunun karşılığı olarak Cemaat siyasi destek verme ihtiyacı hissetti. Karşılıklı alışveriş halinde yürüdü.”
2010: “Gülen cemaatinin aklından bile geçmez güç oyununa girmek. Erdoğan’ın müsamaha göstermeyecek karakterini biliyorlar. Meydan okumaya girişmezler.”
2016: “Cemaat kendi gücünü değerlendiremedi, devlet içindeki gücünü siyasete karşı kullanma ihtiyacı duydu.”
2010 öncesinde çıkan Terörle Mücadele Yasası gibi bazı değişikliklerde cemaat dahlini anlatmak için de 2016’da şu ifadeleri kullandınız:
“Taslağı ele geçirip kendi hukukçularına gözden geçirttiler. Bakanlık bir tasarı hazırlıyor. Onu Meclis’e sevk edecek. Bunu haber alır almaz derhal o tasarıyla ilgili metni ele geçirdiler. Metin üzerinde cemaate yakın hukukçular çalıştı. Ardından kendilerinin mahzurlu gördükleri noktalara işaret eden bir rapor hazırlayıp yine bakanlığa bunu verdiler. Ve onların istediği istikamette daha tasarı halindeyken, Meclis'e sunulmuş veya komisyonda görüşülmüşken o değişiklikler yapıldı. Bunlar bilinen ilişki tarzları.”
Bunlar ‘bilinen ilişki tarzları’ysa biz bunları neden 2010’da okumadık? Başka bir ifadeyle; siz biliyorduysanız neden söylemediniz? Bu zıtlıkları bugün nasıl açıklıyorsunuz?
O dönemde her şeyin yazılması gibi bir şey yok ama bunlar biliniyor.
- Şahsen ben bilmiyordum, çoğu kişinin de bilmediğini düşünüyorum.
Herkes bilecek diye bir şey yok; bilmesi gerekenler, yakından gözleyenler...
- Ama siz gazetecisiniz?
Başka gazetelerin muhabirleriyle birlikte mesela Cumhuriyet gazetesinin Meclis’teki muhabirleri de muhtemelen biliyordu bu veya buna benzer olayları. Çünkü göz göre göre olan şeyler bunlar. Yakın danışma içerisindeler, cemaatten insanlar zaten Millet Meclisi’nde var, onlar aracılığıyla hükümete bu tür teklifler yansıtılıyordu. Cemaate o dönemde bir sivil toplum örgütü gözüyle bakıldığı için bu normal karşılanıyordu. Bu grup çok uzun yıllar bir sivil toplum örgütü olarak görülmedi mi? Dolayısıyla her sivil toplum örgütünün Meclis’teki çalışmalarda kendi görüşlerinin de bir şekilde hakim olması için çaba göstermesi normal karşılanmıyor muydu?
- Mesela KADER’in teklifleri yasalaşmıyor, AKP ile cemaat arasındaki ilişkinin farklı olduğuna sanırız siz de hak verirsiniz.
Yakın olduklarını ben kabul ediyorum. Bunu size söyledim de. 2010’dan itibaren çok çok yakınlaştılar ama verdiğiniz örnek buna uymuyor. Çünkü sivil toplum örgütü gözüyle bakılıyordu. Bu herhangi bir kuruluş, bu cemaat de olabilir, bir tarikat da olabilir, çünkü hepsi iktidar tarafından sivil toplum örgütü muamelesi görüyorlardı ve onların getirdiği talepler dikkatle dinleniyordu. Bugün de aynı şeyler başka cemaatler, başka tarikatlarca yapılıyordur muhakkak.
- Bugün başka cemaatler iktidar tarafından o raddede dikkatle dinleniyorsa isimlerini bizimle paylaşır mısınız? Zira, 2010’da olanları...
Son örnek 2010’dan önce oldu. Sadece o da değil, pek çok başka dini cemaati ilgilendiren, diyelim özgürlüklerin daraltılması sonucunu getirebilecek bir yasa çıkarılmak istenirse mutlaka o cemaat ve başka oluşumlar bunu iktidarla paylaşmış, hukukçuları varsa, onlar eliyle bunun düzeltilmesi yolunda temasta bulunulmuştur. Bir değil, çokça böyle şeyler olmuştur. Muhtemelen bugün bile bunlar olmaktadır. Bu normal karşılanıyordu. Cemaat, FETÖ değildi o dönemde, iktidarın kulak verdiği, takip ettiği, olumlu baktığı bir sivil toplum örgütü görüntüsündeydi.
- Evet, cemaat, iktidar deyince ‘FETÖ’ oldu ama alıntıladığımız ilişkiler demokrasi, şeffaflık, hesap verilebilirlik açısından zaten kabul edilebilir değildi.
Neden kabul edilir olmasın? Sizin sivil toplum örgütü anlamına gelen bir örgütünüz olsa, mesela Denge ve Denetleme Kuruluşu diye bir oluşum var. Bunların bütün yapmaya çalıştıkları, demokrasinin denge ve denetlemelerini kısıtlayacak herhangi bir gelişme olduğunda, örneğin bir yazar olarak bizzat bana gelerek “Bunlar için bir kampanya başlatıyoruz, siz de katılır mısınız” diye teklif bulunmak, Meclis’e kadar götürmek, kendilerini dinleyecek olan siyasilerle bunu konuşmak, bunlar normal kabul edilir. Cemaat de FETÖ olarak anılmadan önce böyle görüldüğü için bunların yaptıkları bu tür girişimler hep dinlendi ve makul görülüyorsa yerine getirildi. Bu normal, anormal tarafı, FETÖ olduktan sonra bunların geriye dönük değerlendirilmesi. Böyle baktığınızda her şey anlaşılmaz hale geliyor. İkiye ayırarak yaklaşmak lazım.
- Daha önce cemaate ilişkin olarak "tek adam" rahatsızlığınızı vurguladığınızı da hatırlatarak başka bir açıdan soralım; böylesine katı otorite hiyerarşisi bulunan bir yapılanmayı "sivil toplum örgütü" olarak nitelemek sorunlu değil mi?
Türkiye’nin doğası biraz böyle. Şimdi çok aşırı bir örnekle karşı karşıya bulunduğumuz için toplumda neredeyse her alanda karşımıza çıkan ‘tek adamlık’ uygulamalarını tam fark etmiyoruz.
- Peki cemaatin geçmişi için “sivil toplum örgütü” iyimserliği, normalleştirme çabasında ısrar edilirse iktidara oynama, darbe girişimine giden süreç nasıl ayıklanabilir? Sizin yaklaşımınızda ne gazetecilik, ne iktidar süreçte sorun görmüyor.
O dönemde görmüyordu tabii.
- O zaman “Her şey göz göre göre, devleti yönetenlerin himayesi/işbirliği/toleransı eşliğinde oldu” denilmez mi? Dönüşümün bir günde olmadığı düşünülürse, darbe girişimine giden süreçte aşamaların görmezden gelinmesinin payı sizce olmadı mı? Üniversitelere tahsis edilen yerlere, karşılıklı alışverişlere ‘normal’ denilirse, yarın başka bir cemaatin ikinci bir FETÖ olmasının önüne geçilmesi ne kadar mümkün olabilir?
15 Temmuz bu söylediğiniz noktada dikkatli olunmasını getirdi.
- 15 Temmuzların mı olması gerekiyor?
Siz bugün farklı davranıldığını mı zannediyorsunuz? Şu anda da birtakım oluşumlar, iktidar tarafından kendisinin çizgisinde görülerek benzer ilişkileri sürdürüyor. Bunda bir şey yok ki. 2015’in 15 Temmuz’unu tekrarlanabilir bir şey olarak görüyorsanız, iktidar bunu görmek zorunda bugün, ilişkilerine çok daha dikkatli yaklaşacaktır. Bizler de gözlemciler olarak bunların aşırılığa vardırılabileceğini fark ettiğimiz noktada bunlara itiraz edeceğiz elbette. Ama dediğim gibi, bunlar bugün de sivil toplum gözüyle bakılan şeyler. Öyle oluşumlar var ki, iktidar, geçmişte cemaate nasıl kol kanat gerdiyse bugün de onlara kol kanat geriyor. Siz görmüyor musunuz böyle bir şeyi? Vakıfların olduğunu, birtakım cemaatlerin faaliyetlerinin olduğunu biliyoruz, görüyoruz ve bunlar çeşitli belediye imkânlarından bugün de yararlanıyorlar.
- Hangi cemaatler örneğin?
TÜRGEV, TÜGEV, Ensar Vakfı var. Google taraması yaparsanız başkalarının varlığını da görürsünüz.
- Cemaatleri sormuştum.
Google taraması yaparsanız bunlarla ilgili çıkan bir sürü habere rastlarsınız.
- Peki sizce, bu oluşumlar da, Gülen cemaatini karakterize eden "devlette kadrolaşma" gibi stratejik hedeflere sahipler mi, yoksa daha sonra "Aldatıldık" ifadesiyle sonuçlanan "Alnı secdeye değenden zarar gelmez" yaklaşımı hâlâ en temel kriter mi?
Hiçbirine yakın olmadığım için her birinin tek tek özelliklerini bilmem imkansız elbette; ancak her parti kendi özelliklerine en yakın kurumlara özel muamele yapar, onları himaye altına alır. Sadece bizde ve bugün değil, hem her devirde, hem de başka ülkelerde de...
- Peki siz bugün 17 Aralık 2014 ertesinde yaptığınız Gülen ile iktidar arasında mektup taşımayı gazetecilik içinde değerlendiriyor musunuz?
Değerlendirdiğimi söyleyemem. O dönemin şartları içerisinde düşündüğüm bir şeydi. Ben onu gazetecilik olarak düşündüm, ama işin aldığı biçim, bir mektupla buraya dönülmesi olayı farklı hale getirdi. Doğrusu çok içime sindirdiğimi söyleyemem.
- Bugün mü?
O gün de sindirmedim. Ama bir büyük savaşın başlamasının öncesinde yapılan bir girişimi, gazetecilik olarak değerlendirmek üzere ilk önce sadece izlenim alıp, hem bu izlenimleri sütunlarımda değerlendirmek, hem de öncesinde görüştüğüm Cumhurbaşkanı ile Başbakan'la paylaşmak amacıyla yola çıktım. Ama görüşme mektup tarzına bürününce bu iş başka bir yöne girdi. Yazma ihtimalim ortadan kalktı ve bir misyona dönüştü. Bundan da mutlu olduğumu, içime sindirdiğimi söyleyemem.
- Bu durumda siyasilerle ilişkinizin payı ne kadar var? Ulus’ta çalışan gazetecinin CHP ile girdiği ilişkinin götürüleri muhafazakâr basın ve muhafazakâr iktidar için de böyle mi tezahür etti?
O kadar geriye gitmenize gerek yok, bugünkü gazetelerde de çeşitli siyasilerle yakın olan isimler var. “Ecevit’in Anıları: 12 Yıl Saklı Tutulan Veda Sohbetleri” diye bir kitap yakınlarda çıktı. Onu kaleme alan meslektaşımızın Bülent ve Rahşan Ecevitlere bir dönem çok yakın olduğunu anlıyoruz. Gazeteciler, siyasilere yakın olmaz diye bir şey yok. Turgut Özal’ın telefonla ulaştığı, içerisinde benim de olduğum, gazeteciler olduğunu biliyoruz. Siyasilere yakın olmak bütün gazeteciler için mümkündür ama onun bir bedeli de olabilir mi, olabilir de. O yakınlığın sınırı sizin mesleğinizi çok fazla rahatsız etmeyecek bir biçim olabilir. Tersine, okurlarınızın yararlanacağı bir yakınlık olmalıdır. Bu olaydaki sorun gazetecilik olmaktan çıkıp mektup taşıma olayına dönüşmesi ve mektubun benim tarafımdan, yazılarımda değil bizzat Başbakan tarafından açıklanmasıdır ki o içe sindirilecek bir olay değildir.
- “Bugün olsa yapmazdım” diyor musunuz?
Ben o gün de işi zor üstlendim. Ama bugünkü aklım ve deneyimimle asla böyle bir işe girmem.
- Sizce Gülen cemaati süreci, 15 Temmuz ve OHAL sizce muhafazakâr medyaya ne dersler verdi?
Çok ders vermiş olmalı, ama muhafazakâr medyadan kastınız ne?
- Yeni merkez medya.
İktidara yakın gazeteleri kast ediyorsunuz onlar da mutlaka ders almıştır. Ama muhafazakâr medya dediğiniz şeyin bugün ben o sıfatı hak ettiğini düşünmüyorum. İktidara yakın gazeteler var, yazılarımda “AK Parti’nin muteber saydığı gazeteler” olarak onlardan söz ediyorum. İlk bölümde de anlatmaya çalıştım, gazeteler iktidarlara yakın olabilir, partiler gazetecileri hatta milletvekili ve vekil de yapabilir. Bugün de o tür bir ilişki yürütenler var. İsim isim gidecek olursak, sizin ‘muhafazakâr’ sıfatını uygun gördüğünüz gazetecilerin çoğunun muhafazakârlıkla alakası yok.
Bence onlar da olanlardan ders aldılar, dikkatliler, ama dikkatlerini daha çok FETÖ üzerine yoğunlaştırıyorlar. FETÖ’ye bir savaş açıldı ve o savaşın unsurlarını çok dikkate alıyorlar. Dolayısıyla aynı konu üzerinde yoğunlaşma belki daha dikkatli olmalarını gerektirecek gelişmeler oluyorsa onları görmemeye sebep olabilir.
- Bahsettiğiniz muhafazakâr medyadan iktidar medyasına geçişi siz nereye koyuyorsunuz? Siz bugün hangi gazeteleri/mecraları okuyorsunuz, gazetecilik namına beklentiyle okuduğunuz yayınlar var mı?
Benim bugün sadece fehmikoru.com sitem yok, ocakmedya.com adlı bir haber sitem daha var ve orada “Seçilmiş Yazılar” diye bir bölüm de bulunuyor. Her gün beğendiğim veya beğenmesem de okunmasını arzu ettiğim 10 yazıyı oraya koyuyorum. Onları seçmek için bütün gazetelere ve yazılarına göz atıyorum. Ama eve gazete almıyorum. Bildiğimiz anlamda gazeteleri elime almayalı birkaç yıl oluyor. Tamamen internet üzerinden bakıyorum. Medyadaki bazı yayınlara beğenerek değil, bazen maalesef iğrenerek bakıyorum. Bu mesleğin içerisinde kıdemli olarak bulunma noktasında bulunduğum için, pek iç açıcı olmayan bir görüntüyle karşı karşıya kalıyorum. İnsanların bugün ak dediğine ertesi gün kara derken hiç şaşırmamaları, hiç okurlarını düşünmemeleri beni hayretlere düşürüyor. Çünkü netice itibariyle bu mesleğe ilk adımımızı attığımız gün uyarıldığımız bir şeydir, “Okuyucu en büyük değerlendiricidir, aman ha yazdıklarınıza dikkat edin. Bugün yazdığınızın tersi yarın ortaya çıkacaksa yazmayın, öyle bir durumla karşılaştığınızda da özür dileyin.” Savaş ortamına girdik bugünlerde ve üç gün öncesiyle bugün arasında yazılarda çok fark var. İstisnaları bir tarafa bırakacak olursak bu, basının bütünü için söz konusu. Bugün geldiğimiz noktayı mesleki açıdan pek doğru bulmuyorum.
- 21 Mart 2008 tarihli Taha Kıvanç köşenizde “Cumhuriyet’in başyazı sütunundan” diyerek “Türkiye'nin lâik Cumhuriyet olarak İslâm dünyasındaki olumsuz gelişmeler karşısında ayakta kalabilmesini elbette yalnız hukukla ve davalarla sağlamak mümkün değildir” cümlesini vurguluyor ve şunu söylüyorsunuz: “AK Partililere tavsiyem, Cumhuriyet’i dikkatle izlemeleri. Milliyet ve Hürriyet vur kaç ekibi, karargâh (AKP’yi ne pahasına olursa olsun durdurma çabasının karargâhı) Cumhuriyet gazetesi.” 2010’da T24 söyleşinizde de “Ben inşallah İlhan Selçuk’un o davadan (Ergenekon) aklanmasını temenni ederim. Mesleğin en eskilerinden biri kendisi, böyle bir yafta tabii hoş değil. Ama bir dönem yakınında olan arkadaşlarının yazdığı hatıralardan biliyoruz ki İlhan Selçuk 1971 yılında darbe hazırlıkları içinde yer almış bir insan” derken Ergenekon davasında Türkan Saylan’ın gözaltına alınması dışında içinize sinmeyenler sorulduğunda yanıtınız şu oluyor: “Mahremiyet unsuru taşıyan telefon konuşmaları ve yazışmalar için ‘Keşke olmasaydı’ diyorum. Ama bu kadar dar bir kadro ile böylesine geniş kapsamlı bir davada bu tip aksaklıkların olması da doğal.” Bu alıntılarla birlikte düşündüğünüzde cemaati sivil toplum örgütü olarak görürken gazete ve gazetecileri işaret ettiğinizi, yargı hatalarını rasyonalize ettiğinizi söyleyen birine ne dersiniz?
Ben size Ergenekon davasına dair görüşümü söyleyeyim. Başta Türkiye’nin gerçekten bağırsaklarını temizlemesi, derin devletiyle hesaplaşması olarak gördüm. Neden, çünkü bunun varlığından haberdarım, Türkiye’de böyle bir yapılanma var ve bunların tasfiye edilmesinin en doğrusu olduğunu düşündüm. Balyoz davası ortaya çıktığında, CD’ler yayınlanır hâle geldiğinde de bunun bir örneğini gördüm. Çünkü dünkü (13 Nisan 2018’de 21 sanığa müebbet cezasıyla karara bağlanan 28 Şubat davası kast ediliyor-T24) davada cezalandırılanlardan 1. Ordu Komutanı olan kişi orada açıkça devlete el koymaktan, seçilmiş olan belediye başkanlarını tutuklamaktan ve Fenerbahçe Stadı’na insanları tutuklayarak doldurmaktan bahseden bir eylem planını açıkladı. Konuşmalarını teybe de kaydederek... Dolayısıyla, bu da o dönemin görüntüsü oldu. Ama ne zaman gazetecileri içeriye almaya başladılar, ne zaman Genelkurmay Başkanı düzeyinde insanlar hesaba çekilir oldu, ben o andan itibaren bütün ilişkimi kestim. İşin başka bir yöne doğru gittiği, ordu içerisinde birilerinin lehine, ötekilerin tasfiye edilme noktasına gidildiğini görünce ondan vazgeçtim. O dönemde bütün yaptığım, 1. Ordu üzerindeki darbe planı üzerine yoğunlaştım ve emir verme noktasındaki komutanların bunları açıklamaları gerektiğini söyledim. Sonra, Gölcük’te bulunan kasetlerin sahte olduğu iddiaları ortaya çıktığında da o kasetlerin ciddi şekilde incelenmesi gerektiği konusunda ısrarlı yazılar yazdım. Nitekim sonrasında da Genelkurmay tedbir aldı. Ben hiçbir şekilde bazılarının o dönem yaptığı gibi Cumhuriyet gazetesini veya İlhan Selçuk’u hedef gösteren bir şey yazmadım. Selçuk’un adı o dönemde benim yazılarımda çok geçer, netice itibariyle kendisi belli bir anlayışın temsilcisiydi. O dönemlerde yazdığım yazılarda Amerika’yla işbirliği yaparak iktidarı devirme senaryoları yazıyordu. Ben bunlara itiraz eden yazılar yazdım, Ergenekon’la irtibatlandıran bir yazım yoktur. Onun gözaltına alındığı gün, onunla ilgili bir yazımın çıkması tamamen tesadüften ibaret. Onun için o yazıların bütününe baktığınızda bunu göreceğinizi tahmin ediyorum.
- Tesadüfün ötesinde bir durum olduğunu düşünmekten ziyade aklımızda şu denklem var: Bir yanda cemaat sivil toplum örgütü olarak görülürken, diğer yanda “AK Partililere tavsiyem” diyerek konuşulan konular ve gazeteciler.
AK Partililerin izlemesini tavsiye etmek, ‘gidin, vurun, atın, kapatın’ anlamına mı geliyor sizce? Demin anlattım ben size, Amerika’yla işbirliği çok açık şekilde yazıldı, ben de yazılarımda bunları söyledim, “Bunları takip edin. Sizin varlığınıza kast eden bir senaryo gelişiyor ve bu yazılıyor” demek yazdıklarım.
- Sizi biraz daha sinirlendirme ihtimalini göze alarak konuya başka bir soruyla devam edeceğim.
Sinirlendiğim için değil, bir noktayı alıyorsunuz, o noktadan bir anlam çıkmaz. Yazının bütününü okursanız bunu size daha iyi açıklarım. Her gün iki yazı yazan bir insan olarak kalkıp bütün yazılarımı hatırlamam mümkün değil. Siz bir cümlesini okuyunca benim yazım değilmiş gibi geliyor.
- Sözcü gazetesinin sahibi Burak Akbay ve 3 çalışanına yönelik FETÖ davasında tanıklığınıza başvuruldu. Akbay için 2010’da yazdığınız “öğrenciliği cemaat evlerinde geçmiş” ifadenizi “Bir yurtdışı seyahatimde Ertuğrul Akbay, o sırada oğlunun yurtdışında olduğunu, güzel insanlarla tanıştığını, dini hassasiyetlere sahip, vatanına, milletine hayırlı bir evlat olduğunu söyledi” diyerek açıkladınız ve “Cemaate komploculuk atfederek bu gazeteyle irtibatlı olabilir mi diye temeli olmayan bir kuşkuyu ifade etmiştim” dediniz. Haftada bir köşe yazmak yazarları zorlarken sizin iki köşe yazmanızın sonucu mu temeli olmayan kuşkularınıza köşenizde yer vermeniz?
Şimdi bakın, Burak Akbay ile ilgili o dokundurmayı ben yaklaşık on yıl önce yaptım. Ortada ne FETÖ ne bir şey var. Babası benimle konuşurken dedi ki “Ne mutlu, oğlum İsviçre’de okuyor, güzel insanlarla tanıştı ve onlar sayesinde dinine, milliyetine sahip bir insan olarak bugün varlığını sürdürüyor.” Yurt dışında Türklerle ilgilenen başka bir grup var mı sizce? Ben o dönemde ‘güzel insanlar’ terimini cemaat olarak yorumlamıştım. Ve bu bana 1993 yılında söylenmiş bir söz. Sözcü gazetesi çıktıktan ve nedir bu diye konuşulmaya başlanırken aklıma gelen bu cümleyi, o dönemde aldığım notlara da bakarak hatırladım ve bir yazımda dokunarak geçtim. Sonra başkaları ne yöne çektilerse çektiler, ben herhalde onların çektikleri yönden sorumlu değilim. Başkaları bunu Sözcü gazetesi sahibi olan gencin cemaatin adamı olarak yazdı, ben sadece “Cemaat insanı tersten de vurur, onlarla yolu bir şekilde kesişmiş olan bir insan gazete çıkartıyor ve muhalif bir gazete çıkartıyor” diye belirterek kaleme aldım.
- Size “güzel insanlar” deniyor, siz ihtimallerin azlığını düşünüp cemaat çıkarımı yapıyorsunuz ve köşenizde ilişkilendiriyorsunuz. Yazmadan önce Akbay’a bu güzel insanlar olup olmadığını soramaz mıydınız?
Ben bunu 2010’da bir dokundurma olarak yazdım, başka bir şey yazmadım. Başkaları alıp başka yerlere çektiler bunu ve ben bundan sorumlu değilim. Yazdıklarıma da öyle değildir denmedi, yazıyı yazdıktan sonra ertesi gün Ertuğrul Akbay beni aradı ve “Burak bundan rahatsız oldu, bir açıklama yaz” dedi. Ben de “Bana bir açıklama göndersin, isterse iki sayfa isterse iki satır, yayımlayayım” dedim. Bana böyle bir açıklama gelmedi. Dava açıldı deniyor, böyle bir dava da açılmadı. Söylediklerim inkâr edilmedi. Ne zamanki dava açıldı, bana karşı yalanlar, iftiralar başladı. Mahkemede söylediğim söze gelince, benim cümlemin bir davaya alet edilmesi, bir gazetenin yargılanması, bir gazete sahibinin yurt dışında yaşamak zorunda kalması beni çok rahatsız ediyor. Bunu da defalarca dile getirdim. İlk çağırdıkları 2016 yılında savcılara da söyledim, “Bu cümle bu noktalara çekilebilecek bir cümle değil, buradan herhangi bir dava çıkaramazsınız” diye uyardım. Buna rağmen beni tanık göstermişler. İlk duruşma için de, mahkemeye zorunlu getirme kaydıyla davet etmişler ama ben herhangi bir resmi davet almadım. Benimle aynı durumda olan insanları haftalar öncesinden ve ayrıca bir gün önce uyarmışlar ama bana yapılmadı. Ve ikinci duruşmaya yine çağırmadılar beni! Buna rağmen duruşmaya gittim ve daha önce yazdığım cümleleri sarf ettim: “Ben bu olaydan rahatsızım. Böyle bir şeyin unsuru olmak beni asla mutlu etmiyor. Bir gazetenin bu şekilde yargılanmasına da karşıyım.” Bu davanın benimle bir ilgisi yok, baştan beri bunu söylemeye çalışıyorum ama sanki ben Sözcü’yle özel olarak ilgilenip davayı arzuluyormuşum gibi bir izlenimi Sözcü kendisi verdi. Duruşmadan sonra da beni tebrik ettiler, halbuki bunları söylemiştim.
- Ahmet Hakan’ın verdiği şu zıtlığa dair siz ne düşünüyorsunuz, Zaman’ın Ankara Temsilciliği’ni yapmış, Gülen ile iktidar arasındaki mektup sürecinde başrolü oynamış bir gazeteci olarak sizin tanık, Akbay’ın, Ahmet Şık’ın sanık olması... Buna dışarıdan baktığınızda bu ikiliği nasıl görüyorsunuz?
Zaman’ın Ankara Temsilciliği’ni yapmış olmam beni bir şey mi yapıyor?
- Bu insanlar cemaate başından beri muhalif bir gazetecilik yaparken...
Onların muhalif olmaları ve yargıya muhatap haline getirilmelerinin yanlışlığıyla benim de ille onlar gibi, veya onlar olmasa da benim yargının muhatabı olmam gerektiği sonucu nasıl çıkartılabilir? “Onlar yanlışlıkla yargılanıyor, ama esas Fehmi Koru yargılanmalı” sonucu çıkarıyor. Siz o cümleyi nasıl anlıyorsunuz?
- Hakan’ın bu ifadesine dikkat çekmek, hiçbir gazetecinin her türlü şüpheden uzak delillerin yokluğunda sanık olmasını dilemediğimiz gibi, sizin olmanızı istemek anlamına gelmiyor. Kontrastı sizin nasıl gördüğünüzü merak ettiğimizden soruyu size yöneltiyoruz.
Söylüyorum, o kontrastı çok ayıp görüyorum, bunu yazanı da ayıplıyorum. Birine yanlış yapıldığını söylemek için, bir başkasına da yanlışlık yapılması talebinde bulunmak da doğru değil. Ahmet Şık ve benzerlerine böyle bir muamele yapılması yanlıştır, bu ayrı bir mesele. Bu yanlışlığı ilk günden itibaren söylüyorum. Nedim Şener için de yazmıştım. O zamanlar televizyonlara çıkabildiğim için bunu ekranda da söylemiştim. Gazeteciler asla yazdıkları, çizdikleri yüzünden yargılanmamalı. Bahsi geçen yaklaşımı da bu kadar ayıplanması gereken bir şey olarak görüyorum. Bunun da bilinmesini isterim. Sinirlendiğim için değil ama bunu bana sorduğunuza göre üzerine kendinizin de düşünmeniz gerektiği için bunları. O cümle bu anlamda yazılmıştır.
- Sizin bugün cezaevi endişeniz var mı? Size bunu hissettirenler oldu mu?
Herkesin var, bugün gördüğümüz kadarıyla Türkiye’de insanların yazı yazıyorlarsa, konuşuyorlarsa yarın ne olacaklarını bilmeleri mümkün değil. O insanlardan farklı birisi değilim ben. Her an her şey olabilir. Biz Allah’a inanan insanlarız. Ne olursa başımız üzerine.
- Örneğin, cemaatten olduğunu düşünmediğim Ali Bulaç’ın içeride bulunmasını 17-25 Aralık’a yolsuzluk demiş olmasına bağlayan birine ne kadar hak verirsiniz?
Ali Bulaç asla cemaat ile doğrudan ilişkide bulunabilecek bir insan değildir. Sadece bahsi geçenin değil, diğer cemaatlerin de üzerinde bir insan.
- Dolayısıyla fark 17-25 Aralık’ın nasıl değerlendirildiğinde çıkmış olabilir mi?
Olabilir. O dönemde ne yazdığını hatırlamıyorum ama bugün yargılanıyorsa mutlaka kendisiyle iktidar arasında bir ters ilişki kurulması sebebiyle olabilir. Ama biliyorsunuz, Ali Bulaç iktidara, en başta Tayyip Erdoğan’a çok yakın olan bir isimdi. Belediye başkanıyken kendisinin danışmanlığını yapmıştı, eserlerini okuduğunu zannediyorum. Dolayısıyla iktidarın bir şekilde Ali Bulaç’ın cezaevinde olmasıyla irtibatı varsa bunu doğrusu anlamakta zorlanıyorum. Çünkü en yakından tanıdıkları bir insanın, suçlandığı şeyle bir irtibatı olmayacağını en iyi bilecek olanlar onlardır. Ali Bulaç’la ben geçmişte Zaman gazetesinde beraber oldum, sonrasında ayrıldık ve ben ayrıldıktan çok sonra Zaman’la tekrar irtibatlandı. İnsanlara başka gazeteler teklif etmiyor, sadece Zaman gazetesinden teklif geliyorsa bunu reddetmesi gerekmez. Yazılan iddianameye de baktığımda ciddi bir suçlama görmüyorum ama 600 günden fazladır Ali Bulaç cezaevinde yatıyor. Sadece Ali Bulaç değil, diğer bütün Zaman gazetesiyle yazar olarak irtibatı bulunan ama FETÖ’yle hiçbir şekilde irtibatlandırılamayacak insanların da şu anda cezaevinde bulunmalarını doğru bulmuyorum.
- Yakın gelecekte gazetecilerin dışarıya çıkması ve iktidara yakın medyadan bir gazetecilik doğması konusunda umutlu musunuz?
Beklentim yok ama ben her zaman umutluyum. Bir şeyler ne kadar ters giderse, o şeylerin tersine dönme ihtimali de o kadar fazla olur. Güzel şeyler bence Türkiye’yi bekliyor ama bunlar kimin eliyle gerçekleşecek? Bugünkü iktidar, yapılan yanlışları görebilsin diye yazıp çiziyoruz, 2000’li yıllarda kendileri için belirledikleri ilkelere daha fazla sahip çıkan bir politikayı benimseyebilirler ya da demokrasi kendi içerisinde çözümler üreten bir sistemdir, seçim sandığında farklı sonuçlar çıkabilir. Umudu yitirmemek lazım.