Fehmi Koru*
Daha henüz tek bir kanal –o da altyazı olarak– “Bu bir Paralel Yapı operasyonudur” demişken, bir milletvekili (AK Parti) dostum aradı; “Gerçek olabilir mi; sahiden bunu da yapmışlar mıdır?” diye sormak için…
O an gözümün önünden 40 yıl boyunca tanık olduğum olaylar geçti.
Fethullah Gülen, 12 Mart (1971) darbesi olmuş, az sayıdaki arkadaşıyla Sıkıyönetim Mahkemesi’nde tutuklu olarak yargılanıyor… Mahkeme İzmir’de, bizim evle komşu Hava Kuvvetleri’nin Lisan Okulu’nda ve ben bir yerel gazetenin basın kartıyla yargılamanın ilk celsesini izliyorum…
Aradan yıllar geçiyor, 12 Eylül darbesi sonrası, ülkenin dört bir tarafına asılı ‘Arananlar’ listesi içerisinde yer alan fotoğrafıyla karşılaşıyorum Fethullah Gülen’in…
Kendisiyle aynı mekânlarda bulunduğumda, sonraları, ne zaman siyasetten söz açılsa, en fazla belli ettiği şey 'darbe korkusu'…
Fethullah Gülen’i sevenlerin güdümüne geçmiş gazetenin Ankara temsilcisiyim. 1990’ların başında başkente gelen yakınlarının ilk sorusu, neredeyse her zaman, “Askerin niyeti ne?” oluyor.
Bir süre sonra artık o soru sorulmuyor; onun yerine bana darbe hazırlıklarından söz açıyorlar. Tedirginler. Tedirginliğin Gülen’in hislerini yansıttığını anlamak hiç zor değil.
Gazetenin sahibi “Hocaefendi burada; sen ve yakının olan meslekdaşlarınla sohbet etmek istiyor” diyor. Her gazeteden iyi görüştüğüm birer arkadaşımı Zaman’a çağırıyorum.
Tarih: 9 Ekim 1995…
Hoş-beşten sonra esas konuya geçiyor Fethullah Gülen ve bombayı patlatıyor: “Silâhlı Kuvvetler içinde cuntasal bir faaliyet var ve içinde yer alanlar darbe hazırlığındalar. Cuntanın merkezi, Hava Kuvvetleri Komutanlığı…”
Birkaç ay sonra seçim yapılacak ve askerleri korkutan sonucun sandıktan çıkma ihtimali yüksek: Yerel seçimde İstanbul ve Ankara başta olmak üzere çok sayıda belediye başkanlığını ele geçirmiş Refah Partisi’nin ülkeyi yönetme noktasına gelme ihtimali…
Genelkurmay’da Necmettin Erbakan’ın ‘başbakan’ olmasını engellemek üzere zihin cimnastiği yapıldığı kulaklarımıza geliyor, ama ‘darbe’?
Ertesi gün, gazetelerimizde Gülen’in adını da vererek, iddiasını haberleştiriyoruz.
Varsa öyle bir hazırlık, bizim haberler üzerine darbe gerçekleşmiyor. Seçim oluyor, RP birinci parti çıkıyor; askerlerin zihin cimnastiğiyle buldukları ‘ANAYOL formulü’ kısa sürede çöküyor ve Erbakan başbakan oluyor.
Fethullah Gülen’in RP’nin Meclis’e girmesini sağlayan MHP ve IDP ile kurduğu seçim ittifakında (1991) rol oynadığını biliyorum. Bildiğim bir şey daha var: Gülen RP lideri Erbakan’ı sevmiyor… Erbakan’ın başbakanlığa gelmesinin ondaki ‘darbe’ hassasiyetini depreştirdiği gözle görülür bir hal alıyor.
Darbe de fazla gecikmiyor zaten; askerler, 16 maddelik meşhur ‘28 Şubat deklarasyonu’nu MGK’da hükümetin önüne koyuyorlar.
‘Post-modern darbe’ olarak siyasi tarihimize geçen olay…
O dönemin şartları Fethullah Gülen’i yurtdışına çıkmaya zorluyor. Onun ABD’ye gitmesinden altı ay önce, ben, Zaman’dan bayağı hadiseli bir şekilde ayrılıyorum.
Şimdiye kadar özetlediğim olayların hepsini ve daha fazlasını, tanıklıklarıma dayanarak kaleme aldığım ‘Ben Böyle Gördüm: Cemaat’in Siyasetle Sınavı’ kitabımda ayrıntılarıyla anlattım.
Yakınlarından Faruk Mercan’ın “Bir çok bilgi yanlışı var” diye mahkûm etmeye çalıştığı, tamamen doğruları yansıttığım kitabımda.
ABD’de neler oldu? 2007 dolayımında karşısına çıkartılan ‘vize’ sorunu yüzünden artık orada ikamet edememe ihtimaliyle karşılaşınca, Amerikalıları kararlarından döndürmek için kimlerle ne üzerine ittifaklar kuruldu?
Bu soruların cevapları artık gelişmeleri uzaktan izleyen biri tarafından verilecek gibi değil.
Tek bildiğim, ABD’nin İstanbul Başkonsolosu Deborah Jones’un verdiği bir yemekte gözlemlediğim: ABD temsilcisi, çok açık biçimde, “Daha fazla Amerika’da kalamaz” mesajını verdi.
Oradaydım ve o yemekte konuşulanları kitabımda etraflıca yazdım.
Sonunda ‘meşru ikamete sahip yabancı’ statüsünü elde ediyor Fethullah Gülen…
Hayatı darbeler yüzünden savrulmuş biri, şimdilerde ‘darbenin beyni’ haline gelebilir mi?
Gülen ve çevresinin eğitim faaliyetlerine önem verdiği, bu alanda gösterilen çabalar sonucu ülke içinde yüzlerce, her ülkede de çok sayıda okul açtığı biliniyor.
Okullarından mezun veya başka okullarda okumuş kendisine bağlı gençlerden nitelikli olanları hukuk ve siyasal bilgiler eğitimi almaya teşvik ettiği, yetenekli olanları askeri okullara yönlendirdiği TV’lerde yayınlanmış kendi konuşmalarından da biliniyor.
Ne kadar başarılı oldu bu teşvikleri, kimler yönlendirildiği alana intikal ettikten sonra da kendisiyle irtibatını sürdürdü?
Askeri okullara girenler, 28 Şubat’ın YAŞ kararlarıyla yoğun tasfiye dalgasından zarar görmeden hangi rütbelere geldiler?
Başka bir soru: Başarılı olamamış son darbede görev almış gözaltındaki komutanlardan, Gülen’in “Darbe hazırlığı var” kanaatini bizlerle paylaştığı sırada (1995 ekim ayı), Hava Kuvvetleri karargâhında görevli kişi/ler var mıdır?
Varsa? Varsa, yeterli olmasa da ‘irtibat’ kurmak için kanıt sayılabilir.
Merak ettiğim bir şey daha: Dini bir cemaate mensup ve ‘Hocaefendi’ bildiği kişiden gelen talimatla ‘darbe’ macerasına girişen bir subay, kendi halkına ateş açar, masum insanları öldürür mü; bir din adamı, Cennet-Cehennem hassasiyeti olması kendisinden bekleneceği için, “Devleti ele geçirin, masum insanları öldürerek bile olsa” talimatını verir mi?
“Ateş açtılar, onun talimatıyla hem de” dediğinizi duyuyorum.
Peki etrafındaki herbiri yüksek düzeyde dini eğitim almış kişiler buna itiraz etmedi mi?
Ne kadar yazık.
Kendisini dışarıya kapatmıştı Fethullah Gülen, yakınları dışında kimseyle görüşmüyor, gazetecilerden fersah fersah kaçıyordu.
‘Darbenin beyni’ ilân edildiği dün yabancı gazetecileri ağırladı ve yatak odasına kadar mahremini açtığı gazetecilere, yemin billâh, bu işlerin arkasında olmadığını söyledi; “Yapsa yapsa Tayyip Erdoğan’ın kendisi yapmıştır” da dedi.
Gülüyorsunuz, biliyorum. Yeni bir ‘komplo teorisi’ işte…
Hiç tereddüdünüz olmasın, bu ‘darbe’ Gülen’e ve sempatizanlarına indirilmiş bir darbeye dönüşecek.
Parmakları olsa da öyle, olmasa da…
Zorunlu bir açıklama: (saat 11.24’te eklendi)
Bir dostum, okur okumaz, ”Ne diyorsun, yani Fethullah Gülen böyle bir talimat vermemiş midir?” diye sormak üzere aradı. Ona verdiğim cevap şu: ”Dinadamı kimliği taşıyan birisi, gidin, öldürün, darbe yapın diye talimat veremez; ama siyasetle bu denli içiçe biri dinadamı sayılabilir mi, buna herkes kendisi karar versin.”
Aynı durum Gülen’in güldüğüm ‘komplo teorisi’ için daha fazla geçerli: Kendisini öldürmeyi amaçlayan, halkına ateş açmaktan çekinmeyecek kadar gözü dönmüş askerlere, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, ”Gidin, darbe yapın da, benim elim güçlensin” talimatı verir mi?
Bu yazı Fehmikoru.com'da yayımlanmıştır
Fehmi Koru'nun dün (16 Temmuz 2016) yayımlanan 'Bir ‘darbe girişimi’nin anatomisi – Yılmaz Öztuna’ya rahmet dileyerek…' başlıklı yazısı ise şöyle:
Osmanlı’nın çöküşünün başlangıç tarihi için çok sayıda teori vardır.
Benim teorim şu: Osmanlı’ya bildiğimiz âkıbeti getiren uğursuzluk 30 Mayıs 1876 tarihinde başlamıştır.
30 Mayıs 1876 günü bizim tarihimizdeki ilk askeri darbe gerçekleştirildi.
Dün gece yaşananları, benim hayat serüvenim içerisinde gerçekleşen 4 darbeden birine, daha çok da 27 Mayıs 1960 darbesine, benzetenler çıkmakta; oysa icrası açısından benim aklıma daha uygun gelen, Sultan Abdülaziz’i tahttan indirip ‘intihar’ süsü vererek canına kast edenlerin icraatıdır.
Arka planında Mithat Paşa’nın bulunduğu, planlamasını Serasker Hüseyin Avni Paşa’nın yaptığı, gürültü çıkaracak öğrenci kalabalığını Harbiye Mektebi Nazırı Süleyman Paşa’nın, erlerin katılımını ise İstanbul Komutanı Refik Paşa’nın sağladığı darbe ile, zayıf bir padişahın eline hükümdarlığı teslim etmeyi ve bu yolla Âl-i Osman (Osmanoğulları) saltanatını sona erdirmeyi amaçlayan bir darbeydi 1876 darbesi…
Osmanlı’nın sonunu getirdi.
Nihai çöküşün 1876’dan 1923’e ertelenmiş olmasını, saltanatı 33 yıl sürmüş Sultan Abdülhamid’in tahttaki varlığına borçluyuz.
‘Darbenin beyni’ Mithat Paşa’nın, yakınlarına, “Ha Âl-i Osman, ha Âl-i Mithat” deyip durduğu bilinir. Başarılı olduğunda değiştirmeyi planladığı bayrağı eliyle çizdiği de bilinir.
İmparatorluğun uzak vilâyetlerinden askere alınmış Türkçe bilmeyen erlere, “Padişah sizleri selâmlayacak”diye Saray’ın etrafını sardırdı Hüseyin Avni Paşa; içeride de, “Evlâtların yerine koyduğun askerler seni artık istemiyor” sözüyle askerlerin bir gülücüğünü bekledikleri Padişah’ı korkuttu.
Yılmaz Öztuna’nın okullarda ‘ders kitabı’ olarak okutulmayı hak eden ‘Bir Darbenin Anatomisi’ adlı eseri 1876 darbesini anlatır.
Darbeciler planlarının ilk bölümünde başarılı oldular 1876’da; padişahı tahttan indirip yerine ruh hastası yeğeni Murat’ı getirdiler, ipleri Mithat Paşa’ya teslim de ettiler. Ancak Sultan Abdülaziz’in vefatından bir hafta sonra ruhunu teslim eden Padişah’ın eşinin kardeşi Çerkes Hasan, darbecilerin toplantısını basarak, Hüseyin Avni Paşa’yı öldürdü; Mithat Paşa çareyi kaçmakta buldu.
Bugünün dünyasında, o dünyanın en önemli unsurlarından biri olan ve halkı neredeyse 200 yıldır yöneticilerini sandıkta belirleyen Türkiye’de, yönetimi silâh zoruyla devirmeye kalkışmak, bunu yaparken iktidardaki partinin kısa süre önce (1 Kasım’da) her iki seçmenden birinin oyunu aldığını unutmak…
Tamamen şans eseri başarılı olmuş 1876 darbesi benzeri bir maceranın bugün de istediği sonucu alabileceğini düşünebilmek…
Hangi akla hizmettir?
Bir an için darbecilerin başarılı olduklarını ve istedikleri türden bir yönetimi bugün kurabildiklerini düşünelim: Kendilerinin silâhlarına göğüslerini siper etmekten çekinmeyecek kadar demokrasiyi benimsemiş bir kitle olduğunu yaşayarak öğrendikleri halkı nasıl çekip çevirebilecek, bugünün karmaşık ikili ve çoklu ilişkiler dünyasında Türkiye’ye nasıl bir rota çizebileceklerdi?
Soruyorum, ama cevabı açık sorular bunlar: Halkın içinden çıkmış, milletin çocukları olduklarını düşündüğümüz komutanların kendi halkını/milletini tanımadıkları anlaşılıyor.
Cumhuriyet döneminde gerçekleşen darbeler kan dökülmeden yapılmıştı; bu defa karşılarına çıkan halka ateş açacak, milli iradenin tecelligâhı olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni bombalayacak kadar ciddi bir gözü dönmüşlük söz konusu…
Padişahını ‘intihar etti’ süsü vererek öldüren Hüseyin Avni Paşa’nın ve patronu Mithat Paşa’nın gözü dönmüşlüğü…
Etrafımızdaki ülkelerin bazısında, 1960’lar ve 1970’lerde, çok kan dökülerek sonuca ulaştırılmış ‘Baasçı darbeleri’ gerçekleştirenlerin gözü dönmüşlüğü…
AK Parti siyasi kadrosunun tehditlere pabuç bırakmayacak bir kadro olduğunu, 28 Şubat (1997) mağduriyetini mağrur biçimde yaşamalarından, 27 Nisan (2007) e-muhtırasını mürekkebi kurumadan yırtıp atmalarından anlamış olmaları gerekmez miydi darbecilerin?
Muhtırayı buruşturup atanların daveti üzerine, siyasi çizgileri farklı olanlarımız da dahil bütün halkımız, maceralara kapı aralamama kesin kararlılığını bunu anlamamış olanlara gösterdi.
Siyasi iktidarların ancak halkın iradesiyle değiştiği, demokrasiye inanan insanların ülkesi olduğunu dünya âleme gösterdi Türkiye. Askerin elindeki silâhla eline geçirdiğini sandığı neresi varsa oraları tankların üzerine çıkan halk geri aldı.
Köprüleri de… TRT’yi de… Medya binalarını da… Meclis’i de… Toplu halde gitti, silâhların karşısında kadını ve erkeğiyle durdu, kurşunları göğüsledi, askerin silâhlarını teslim aldı.
Halkımız başardı bu darbeyi sonuçsuz bırakmayı…
Burada, siyasi mücadeleyi bir tarafa bırakıp ilk andan itibaren demokrasiye sahip çıkan muhalefet partilerini ve muhalif çizgideki yayınları yüzünden iktidarın iyi gözle bakmadıkları da dahil bütün medyayı alkışlamak gerekiyor.
Ne kadar düşünürsem düşüneyim cevabını bulamadığım soru şu: Böylesine maceracı bir girişime katılanların, hani mümkün değildi ya, bir an için sonuç alabildiklerini kabul edelim, idareye el koydukları taktirde yaptıklarının ülkeye nasıl olumlu bir katkısı olacaktı?
Geçmiş askeri darbeler ne işe yaradı ki, ülkemize olağanüstü değerli yılları kaybettirmekten başka?
Herbiri dünya vatandaşı olma hevesindeki bir halkı başkalarının gözünde küçük düşürecek bir maceraydı darbe; böyle bir halkın önüne darbeciler hangi yüzle çıkabilecekti?
Gerçekten aklım almıyor.
Onlar açısından yanlış bir hesap mıdır, yoksa yarım kalmış bir hesap mı, bilemiyorum; bildiğim, bu girişimlerinin faturasının ağır olduğudur.
Kendilerine kesilecek fatura ağır; yoksa eli silâhlı cuntalaşmış bir askeri gücün demokrasiye kısa devre yaptırmayı amaçlayan girişimini akamete uğratan bir halka sahip olduğunu ispatlamış bir ülke, ülkemiz, bu bâdireden kazançlı çıkıyor.
Ne mutlu bizlere