Fehmi Koru *
PKK ile mücadele yeni bir boyut kazanınca, o arada, OHAL uygulmasının getirdiği kolaylıkla, ‘Özgür Gündem’ gazetesi kapatıldı; gazeteyle dayanışma için nöbetçi yazı işleri olmaya giden isimlere de gözaltı işlemi yapıldı.
Şimdi “Evrensel gazetesi de kapatılmalı” kampanyası sürdürülüyor…
Eğer ülke olarak içimize kapanacaksak, terörle mücadelede işe yarayacağına inanan iktidar sahipleri için bugünün ortamında gazete kapatmaktan kolay bir işlem yok.
Kampanyaya ne gerek var, “Kapattım” deyince kapanıyor gazeteler…
Gazete kapatmaya olumlu yaklaşan gazeteciler de var ve sütunlarında “Ne yani, ABD’de, Avrupa ülkelerinde el-Kaide veya IŞİD hakkında olumlu yayın yapan gazetelere, ya da Edward Snowden gibi ülkesi aleyhine casusluk yapmış kişilere müsamaha ediliyor mu?” diye soruyorlar…
El-Kaide veya IŞİD (DAEŞ de deniyor) irtibatlı gazete yok Batı ülkelerinde, o tür örgütler genellikle dijital alanı tercih ediyorlar propaganda için; ancak Snowden benzetmesi biraz abes kaçıyor…
Abes kaçıyor, çünkü CIA’de çalışırken yüzbinlerce gizli belgeyi basına sızdıran Snowden, hayatını Rusya’da sürdürürüyor sürdürmesine, ancak görüntüsüyle her gün Batı’da bir yerlerde görüş açıklıyor.
Önceki gün New York’ta görüntülü bir basın toplantısında konuştu; Oscar ödüllü yönetmen Oliver Stone’nun hayatını beyaz perdeye yansıttığı yeni filmden sonra, ABD’de ‘Snowden ülkesine dönsün kampanyası’(PardonSnowden) hız kazanacak gibi…
Stone’un filmi henüz gösterime girmedi, ancak yönetmenin davetiyle izleyen eleştirmenlerin filmden müthiş etkilendikleri anlaşılıyor.
“Henüz bilgisayarınızın kamerasını siyah bantla kapatmamışsanız, bu filmi izledikten sonra ilk yapacağınız iş herhalde o olacaktır” diye yazdı biri…
Facebook kurucusu Mark Zuckerberg’in, ofisinde çalışırken, dizüstü bilgisayarının kamerasını siyah bantla kapatıldığı fark edilmişti ya, ona telmihen…
Gösterime girsin, ‘Snowden’e koşacağım.
Biri “Aman mutlaka izlemelisin; dünyada ve Türkiye’de, geçmişte, şimdi ve gelecekte yaşananları anlayabilmen için şart” diye ‘The Sting’ (bizde ‘Üçkâğıtçılar’ adıyla gösterilmişti) filmini şiddetle tavsiye ederken…
Dost çok bende; bir diğer dostum da, “Şiraz’ın Eylülleri kaçırılmaması gereken bir film” diye beni yönlendirdi…
‘Sting’ filmi tesadüfen Digiturk’teki Classic kanalında karşıma çıktı. ‘Şiraz’ın Eylülleri’ (‘Septembers of Shriaz’) ile Netflix’te karşılaştım.
İlki gözümü fal taşı gibi açmaya yararken, ikincisi…
‘The Sting’ çevrildiği yıl (1973) 10 dalda aday gösterildiği ‘Oscar’ törenlerinde 7 dalda ödül kazanan olağanüstü başarılı bir film.
Başarısı hem usta başrol oyuncularından (Paul Newman ve Robert Redford), hem de iğne oyası gibi işlenmiş senaryosundan kaynaklanıyor.
‘Üçkâğıtçılar’, vaktiyle yolları kesişmiş bir mafya liderinin yüklü miktarda parasını düzenbazlıkla çalmayı kafaya koyuyor. “Bunlar beni mutlaka sövüşler” diye düşünen hedef kişi, yine de her adımı iyi hesaplanmış tuzağa düşüyor…
Nasıl düşmesin? Tuzağın görünür yüzüyle esas yönü çok farklı olmakla birlikte, başta sona sanki her şey gerçekmiş gibi sahneye konuluyor: Bahisçi dükkânı aslında bahisçi dükkânı değil… Dükkânda bahis oynayanlar kumarbaz değil… Sonunda dükkânı basan FBI ajanları da aslında FBI ajanı değil… At yarışı gerçekten oynanan at yarışı, ancak en az beş dakika önce oynanan bir at yarışı; sanki canlı yayın gibi sunuluyor… İki üçkâğıtçı birbirlerini vuruyor ve ölüyorlar; ama bir de bakıyorsunuz aslında ölmemişler…
Tavsiye eden dostum, teşekkürlerimi sunmak için aradığımda, “Herhalde yalnızca sevimli bir üçkâğıtçılık gösterisi olarak izlememişsindir” diye sordu. O defalarca izlemiş ve her seferinde dışarıda ve bizde meydana gelmiş bir olayı daha iyi anlamasına yaramış film…
Ne yalan söyleyeyim, bana tavsiye edildiği için, ‘Şiraz’ın Eylülleri’ filmini son yıllarda özellikle dışarıda başarı kazanmış İran sinemasının yeni bir örneği sandım. Karşıma, ‘Kızım Olmadan Asla’ türü abartılı bir karşı-İran filmi çıktı.
Musevi bir ailenin 1979’da Humeyni’nin İran’da başlattığı devrimin aşırılıklarından kaçış öyküsü…
Filmde hayatı sergilenen anne-baba ve küçük kızdan oluşan ailenin en küçük ferdi, yıllar sonra bu adla bir roman yazmış, birileri birinci sınıf bir oyuncu kadrosuna (Salma Hayek ve Adrien Brody) kötü bir film çekmiş…
‘Kötü’ diyen bir ben değilim; izleyen Amerikalı eleştirmenler içinde ‘iğrenç bir film’ diyen bile var.
IMDB ve Rotten Tomatoes gibi reyting ajansları en düşük notu vermişler…
Hiç ders çıkarmadım mı peki?
Çıkardım: Birileri ‘ufacık’ bir yanlışlığı ‘dev bir uluslararası sorun’ haline dönüştürmek için hazır bekliyor; eğer o yanlışlığın yapıldığı ülke İslâm Dünyası’ndan ise…
“Dünyaya boş verelim, biz bize yeteriz, zaten bizim bizden başka dostumuz da yoktur” tarzı düşüncelere sahip değil isek…
Suriye’de ABD ve Rusya ile senkronize bir askeri harekâta girişmemizin işaret ettiği üzere, eğer dünya ile birlikte hareket etme derdimiz var ise…
O taktirde…
Attığımız adımların, aldığımız tedbirlerin kusursuza yakın olması gerekir.
İki saatlik işkence sonucunda ‘Şiraz’ın Eylülleri’ filminden ben bu sonucu çıkardım.
Amerikalıların beğenmediği filmlere, bizler milyonlar akıtıyoruz
Fim muhabbetinin nereden çıktığını merak edenleriniz vardır. Biraz önce Hürriyet’te okuduğum‘Beyazperdede yabancı rekoru’ başlıklı haber yüzünden…
Habere göre, sinemaseverlerimiz son zamanlarda ‘yabancı’ filmlere dadanmış; sinemaya gidenlerin yüzde 93’ü bu yaz yabancı film izlemiş…
Aferin bize…
Oysa Hollywood şu sıralar en kötü sezonunu yaşıyor. Bizde rağbet gören filmlerin gösterildiği sinema salonları orada bomboş…
Ben-Hur filmi sözgelimi, 150 milyon dolara mal olmuş ve ilk hafta sonunda sadece 11.2 milyon dolar getirmiş; bu büyük zarara yol açacak demek…
Daha mütevazı bir bütçeyle çekilmiş ‘The Sea of Trees’ (Ağaçlar Denizi) filmi, Matthew McConaughey ve Naomi Watts başrolleriyle ilgi çeker sanılırken, ilk iki haftasını yalnızca 3 bin doların altında gelirle kapatmış…
Ghostbusters, Tarzan, Buz Çağı, Ninja Turtles, BFG gibi filmlerin durumu da gişede berbat görünüyor…
Hollywood sermayeyi Türkiye gibi ülkelerden doğrultacağa benziyor.
* Bu yazı ilk olarak Fehmikoru.com'da yayımlanmıştır.