Fehmi Koru: Hayaller ileri olabilir, ancak gerçekler çok geri

Fehmi Koru: Hayaller ileri olabilir, ancak gerçekler çok geri

Fehmi Koru*

Şimdiki gençler bilmez, hatta artık emeklilik çağı gelmiş olanlarımız bile o dönemin özelliklerini hatırlamakta zorlanabilir. Bu sabah, Cumhuriyet Bayramı vesilesiyle ilan edilmiş ‘Türkiye Yüzyılı’ haberleriyle coşmuş olanlar ile önümüzdeki yüzyıl için iktidarın öngördüğü atılımları küçümseyen muhaliflerin yazılarını peş peşe okurken, birdenbire aklıma o günler geliverdi.

O günlerde, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları, her akıllarına estiğinde yurtdışına çıkamazlardı. Bir kere ülke dışına çıkan ikinci kez çıkabilmek için dört yıl beklemek zorundaydı.

Yurtdışına çıkarken, gittiği yerde uzun süreli kalacak olsa veya fazla harcama yapması gerekse bile, yanında götürebileceği yabancı para miktarı o günlerde sınırlıydı: 400 dolar…

Dört yılda bir ve yanına yalnızca 400 dolar alarak yurtdışına çıkılabiliyordu o günlerde ülkemizde.

Neden?

Çok basit bir sebeple: Vatandaşlarının yurtdışı gezisine her istediğinde çıkmasına tahsis edebileceği döviz miktarı kısıtlıydı devletin. İhracatımız birkaç milyar doları aşmıyordu o günlerde. Türkiye’ye doğrudan yabancı yatırım da gelmiyordu. Borç alabilmek için, ülkemizin devlet adamları, yabancı ülke kapılarında, IMF’de, kendilerini dinleyecek yetkili bulma derdindeydi.

Lüksemburg’dan bir milyon dolar gelecek diye sevinildiğini hatırlarım. O parayı alabilmek için, devletin bir bakanı, nüfusu birkaç yüz bin olan o ülkeye kadar gitmek ve o ülkenin ekonomi bakanının kapısında beklemek zorunda kalmıştı.

Sonradan başbakan ve cumhurbaşkanı olmuş Turgut Özal, ekonomik sıkıntılar yüzünden yaşanan kısıtlamaları kendisinin kaldırdığı dönemde, geçmişten söz ederken, eşiyle o günlerde yurtdışına çıkarken, 400 doların üzerindeki parayı vücutlarında sakladıklarını anlatmıştı.

Türk Parasını Koruma Kanunu vardı o günlerde ve yurtdışına çıkabilme mazhariyetine kavuşmuş herkes, fazla dolarlarını, Özal Ailesi’nin başvurduğu türden yöntemlerle yanlarında götürmek zorunda kalıyordu.

Henüz dört yılımı doldurmadığım bir sırada, öğrenim için yurtdışına çıkacağım o günlerde, ekstradan tahsis edilmiş 400 doları almak üzere, onay için, koltuğumun altında bir dosyayla, Ankara’ya –Merkez Bankası’na- gitmiştim.

Bugün öyle mi ya?

İstediğimiz zaman, istediğimiz sıklıkla ve üzerimizde taşıyabileceğimiz kadar parayı yanımıza alarak, yüklü kredi kartları cebimizde, gerektiğinde bankalardaki yabancı para hesaplarımızın da sağladığı güvenceyle, yurtdışına çıkabiliyoruz.

O günleri hatırlamamın ve burada hatırlatmamın güncel bir sebebi yok. Ancak, belli şartlar oluştuğunda, devletlerin, daha doğrusu devleti yönetenlerin, hoşlarına gitmese bile, bazı kısıtlamalara başvurabildikleri gerçeğini akılda tutmamız gerekiyor.

İyi de bugün böyle bir ihtimal söz konusu mu?

Söz konusu olabilir mi, doğrusu bilmiyorum. Ancak ekonomide giderek bir kısır döngü içerisine girildiğini ve bunun etkilerinin finansal alanda peş peşe alınan kararlarda görüldüğünü fark edebiliyorum.    

Acaba günümüzde devlet yönetiminde bulunanların kendileri durumun farkındalar mı?

Garip gelebilir ama bir süredir bu soruyu ciddi bir biçimde aklımda taşıyorum.

Ekonomik durumdaki kırılganlığın ben bile farkında olduğum halde, sorumluluk taşıyan siyasilerin sanki durumun farkında değilmiş gibi davranmalarını, mevcut şartların çok ötesinde vaatlerde bulunmalarını, hayallerini gerçekmiş gibi sunmalarını anlamlandırmakta zorlanıyorum.

Bugünlerde karşı karşıya kalınan daraltıcı şartlar yakın geçmişte siyasiler tarafından öngörülememişti.

Öngörülebilseydi, 2011 yılında, kısa süre önce yapılan anayasa değişikliği referandumunda %58 oyla halktan onay almış siyasi kadro olarak ilan edilmiş ‘2023 vizyonu’ ile günümüzün gerçekleri arasında uçurum görüntüsü olmazdı herhalde.

‘2023 vizyonu’ diye Cumhuriyet’in 100. yıldönümü için 11 yıl önce ilan edilen öngörülerde, ülkemiz, dünyanın öndegelen en büyük 10 ekonomisi arasına girmiş, tek haneli enflasyona sahip, 2 trilyon dolarlık ekonomik büyüklük içerisinde ihracatın 500 milyar doları aştığı, fert başına geliri 25 bin doların üzerine çıkmış, işsizliğin lafı bile edilmeyecek %5 oranına indiği bir ülke olacaktı…

Aradan 11 yıl geçti ve ülkemiz 2011 yılının şartlarını özlemle hatırlayacak bir durumda.

‘Türkiye Yüzyılı’ kapsamı içerisinde dile getirilen vaatler bile 2011’de ilan edilmiş ‘2023 vizyonu’ programında yer alanların çok gerisinde.

Hayaller ileri olabilir, ancak gerçekler çok geri.

Farkındalık ne durumda?

Önceleri “Gerçekler söylenmesi gerekenlerden gizleniyor” görüşü ekonomiyi izleyenlere hakimdi. Ancak bayram günü tanıtımı yapılan ‘yerli ve milli otomobil’ töreni sırasında, en çok merak edilen “TOGG’un fiyatı ne olacak?” sorusuna verilen, ‘şubat ayında ön sipariş alınmaya başlanacak otomobilin fiyatının şimdiden açıklanmasının yanlış olacağı’ cevabı, durumun farkında olunduğunu düşündürüyor.

Ön siparişlerin alınmaya başlanacağı tarih şunun şurasında üç ay sonra…

Demek ki, o gün geldiğinde nasıl bir durumla karşı karşıya kalınacağı bugünden öngörülemiyor ki, fiyat belirlenemiyor…

Enflasyonun düşmesi bekleniyor ama düşmeyebilir de…

Kurun -dolar ve diğer yabancı paraların TL karşısındaki değerlerinin- fazla yükselmemesi için her türlü tedbire başvuruluyor; ancak yine de sonuçtan emin olunamıyor…

Merkez Bankası ve Hazine’ye beklentilerin ötesinde nereden geldiği tam bilinmeyen yabancı para girdiği anlaşılıyor, ancak bunun sürekli olup olmayacağı, döviz rezervlerinin yeniden artıya geçip geçmeyeceği tam bilinmiyormuş gibi bir his hakim.

“Zamanı gelsin, fiyatı öyle açıklarız” demenin anlamı başka ne olabilir?

‘Epistemolojik kopuş’ sonucu izlenmeye başlanan ve ‘nöro-iktisat’ adı da verilen ‘heterodoks’ politikalar ile geldiğimiz nokta bu.

Yine de enseyi karartmayalım mı?

Üretim bandından çıkacak ilk iki TOGG’u kimlerin alacağı belli de, ilk yıl için planlanan 18 bin aracın talihli müşterilerinin kimler olacağını hele bir görelim, o zaman bu soruya daha sağlıklı bir cevap verebilirim.

*Bu yazı fehmikoru.com adresinden aynen alınmıştır.