Fehmi Koru*
Suriye’de Türkiye kimseyle savaş halinde değil; iyi ki değil. Ülkelerini işgalci güçlerden geri almak için mücadele edenlere subaylarımız destek veriyor. O destek de önemli elbette, ancak askerlerin doğrudan savaşa girmesi başka, bu başka.
Yine de karşı tarafın saldırılarına hedef olunduğu haberleri alınıyor.
Türkiye Irak’ta IŞİD’e karşı savaşanların yanında savaşmak istiyor; biz istiyoruz, ancak ülkelerini yabancı güç IŞİD’ten kurtarmak için savaşan ülkenin yöneticileri buna izin vermiyor.
Durum özetle galiba bu.
Umarım da böyle kalır.
Nedenim açık: Biz savaşmayı iyi bilen milletiz; hem de savaşın ne kadar kötü bir şey olduğunu ve hayli zamandır savaşların cephede kazanılmadığını, bu yüzden sonunda kaybetmemizin ciddi bir ihtimal olduğunu bilecek kadar…
Biz Birinci Dünya Savaşı’na büyük bir iştahla katıldık ve o savaşta yalnızca yenilmedik, büyük bir imparatorluğu da kaybettik…
İkinci Dünya Savaşı’na katılmadık, ama yine de katılmadığımız savaşı kaybetmenin sınırına kadar gelmiştik.
Gelin en iyisi, daha önce bir yerlerde de yazdığım, Birinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrasına dair anıları buraya aktarayım.
İbnülemin Mahmud Kemal İnal, 1914 yılı Eylül ayının 10. günü, Kurban Bayramı törenlerine katılmak üzere kardeşi Ahmed Tevfik Bey ile birlikte geldiği Dolmabahçe Sarayı’ndadır. Bir gün önce, Yavuz ve Midilli adları verilen iki Alman zırhlısı, Alman amirali Souchonkomutasında, Rusya’nın Karadeniz sahillerindeki askeri tesislerini top atışlarıyla dövmüştür.
“Devlet ve milletin uğrayacağı çeşitli zararları düşünerek derya-yı eleme daldık” notunu düşer İbnülemin o günün ruh hali için; anlatımına “Herkes sevinç içindeydi, ama biz matem eyledik” anlamına gelen bir mısra da ekleyerek…
İngiltere, Fransa ve Rusya ile savaşmakta olan Almanya, Osmanlı Devleti’nin de yanında yer almasını istemekte, aralarındaki askeri ittifakı bunu sağlamak amacıyla kullanmaktadır. Alman generali Liman von Sanders, Osmanlı’nın Genelkurmay Başkanı’dır. Gemilerin Karadeniz’e çıkarılması, Rusya’daki hedeflerin dövülmesi bu sebeple zor olmamıştır.
Ülkeyi savaşa sokacak karardan Sadrazam Said Halim Paşa’nın haberi yoktur.
“Hükümet idaresinin başında bulunan sadrazamın herkesten evvel bilmesi gereken devletin hayatıyla ilgili böyle mühim bir meselenin, bir-iki bakanın oyuyla gerçekleşmesinden ve sorumluluk birinci derecede kendisine ait iken yabancı gibi dışarıda bırakılmasından duyduğu tepkiyle, Said Halim Paşa istifaya karar verir.”
Paşa’yı kararından vazgeçirirler. Paşa, dönüş sebebini, “Memleketi böyle bir felaket içinde bırakıp çekilmeyi vicdanen uygun görmedim” diye açıklayacaktır.
Kalacak ve olayın savaşa yol açmaması için çalışacaktır. “Biz tarafsızlığımızı korumak istiyoruz. Bir kaza olmuştur; zarar ve ziyanın tespiti için bir komisyon kurulsun, özür de dileyelim, siz de olayı olmamış kabul ediniz” diye İtilaf devletlerine başvurur; olayın kaza olduğuna dair bir resmi raporu da başvuruya ekler.
Beklentisi, Osmanlı’nın ‘tarafsız’ kalmasını istediklerini sandığı karşı tarafın başvuruyu kabul etmesidir. Büyükelçiler kendisine böyle bir izlenim vermişlerdir. “Fakat onlar” der Said Halim Paşa, “Teklifimi uygun bulmadılar”.
Son bir gayretle bakanlarını evine çağırır Paşa ve onlara “Biz yine de tarafsızlığımızı koruyacağımızı ilan edelim, savaş dışında kalalım” görüşünü açıklar. “Turan’ı, Mısır’ı, Trablus’u, Tunus’u, Cezayir’i yeniden alacağımız türü iddialardan da vazgeçelim” der ve ekler:
“Biliyorsunuz, her milletin 3 devri vardır: Fetihler (fütuhat) devri… Duraklama (tevakkuf) devri… Çöküş (inhitat) devri… İnşallah bizimki çöküş değildir. Tarafsız kalalım, sınırlarımızı koruyalım.”
Yine de başarılı olamaz. Görevden ayrıldığında bir şeyi fark edecektir:
“Başbakan bir şey yapamaz, makamı bakanların insafına kalmıştır. (…) İçlerinden bazısı onun makamına gelmek ister.”
Kendisinin istifaya zorlanmasının ardından (4 Şubat 1917) ülkeyi savaşa sokan üçlü gruptan (diğer ikisi Enver ve Cemal paşalardır) Talat Paşa sadrazam olarak atanacaktır.
Ne çare, o dönemin sorumluluğunu taşıyan kadro savaş sonrasında ülkeyi terk etmek zorunda kalır. Talat Paşa Berlin’de (15 Mart 1921), Said Halim Paşa Roma’da (6 Aralık 1921), Cemal Paşa da Tiflis’te (21 Temmuz 1922) uğradıkları suikast sonucu hayatlarını kaybeder. Turan ideali peşinde Orta Asya’da askeri harekât sürdüren Enver Paşa ise Tacikistan’da (4 Ağustos 1922) öldürülür.
Yukarıya İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ın ‘Son Sadrazamlar’ kitabından (5. Cilt s. 1892-1932) aktardığım ilk emperyalist savaşa nasıl oldu-bittiyle katıldığımızla ilgili satırları, Kasım ayında düşürülen Rus uçağı sonrasında uyarı niyetiyle yazmıştım.
O zaman da medyamız ‘savaşkan’ bir havaya bürünmüştü çünkü.
İbnülemin Mahmut Kemal İnal, kitabın “Sadrazam Said Halim Paşa” bölümünde ele aldığı 1. Dünya Savaşı yıllarını anlatırken, basına yansıyan hırçın kalem kavgalarına şöyle bir dokunup geçer.
Cepheler oluşmuş ve taraflar en kıyıcı ifadelerle birbirlerine saldırmışlardır.
Halbuki Avrupa’daki kapışma başladığında İstanbul basını olabildiğince sorumlu bir yayın çizgisi izlemekteydi.
Savaş sırasında Osmanlı ve Rus gazetelerinin tutumlarını inceleyen Muğla Üniversitesi’nden Doç. Tuncay Öğün, Balkan Savaşı’ndan yeni çıkmış bir ülkenin yorgun halkının, 1914’te, savaş fikrine hazır olmadığını vurgular (“History Studies” Dergisi 2013, 5/6):
“Seferberlik beyannameleri 2 Ağustos’ta sokaklara asıldığında, İttihat ve Terakki’nin gayr-ı resmi yayın organı olan Tanin gazetesi bile, bu seferberliğin öncekilerden farklı olarak savunma amaçlı olduğunu belirtmek zorunda kalmış, savaşa katılmanın kimsenin aklına gelmediğini yazmıştı.”
Basınımız, o günlerde, Türkleri Avrupa’dan kovarak İslam âlemini zillet altında yaşatmak isteyen Avrupa devletlerinin birbirlerini yemeye başlamasından memnuniyet duymaktaymış…
İş daha sonra değişir. Basına ‘sansür’ uygulanmaya başlanır ve muhalif seslerin kısıldığı özgür olmayan ortamda yalnızca hükümetin tek yanlı propagandası yayınlara yansır. Alman istihbaratı da basın manipülasyonu için devreye girer. Tabii basını besleyen parasıyla…
Yavuz ve Midilli zırhlılarının Karadeniz’de Rus hedeflerini dövmesi İstanbul’da pek çok yetkili için sürpriz olsa bile, eldeki belgelere göre, Ruslar böyle bir saldırıyı beklemekteydi. Tuncay Öğün, “Rus basını Türk filosunun harekete geçmeye hazırlandığını haftalar öncesinden yazmaya başlamıştı” diyor.
Osmanlı basını bayram havasına girer. “Rus gemilerinin batırıldığına ve limanlarının vurulduğuna dair yapılan açıklama Türk basınında sevinç ve mutluluk yarattı” diye yazıyor Öğün.
Tanin, “Eski sevgililerimiz zafer ve nusret yine bizimle” der; İzmir’de çıkan Ahenk, “Osmanlı bahriyesinin kahredici kuvveti”nden, Yunus Nadi de ‘cihad-ı ekber’den söz eder.
Coşkulu mitingler izler bu haberleri…
Böyle girdiğimiz savaşın sonu malum: Osmanlı İmparatorluğu yıkıldı.