Fehmi Koru*
Önce eski bir anı.
1999 yılı olmalı. Başbakan Bülent Ecevit‘le ABD’nin başkenti Washington’dayız. Önemli gezinin en önemli bölümü Beyaz Saray ziyareti. Amerikalı meslektaşlar, ABD’de görevli Türk ve Türkiye’den gitme gazeteciler olarak, biraz sonra iki lideri yanyana görmemize izin verilmesini bekliyoruz.
Canım sıkıldı bahçeye çıktım. O sırada bir düşünce üreten kuruluştan aldığı davetle zaten Washington’da bulunan Cengiz Çandar’ın iki Amerikalı’nın kolunda bahçede tur attığını fark ettim. Uzaktan “Gel” işareti alınca yanlarına yaklaştığımda, sağ taraftaki Amerikalı’nın kısa süre öncesine kadar Ankara’da görevli bir diplomat, diğerinin de Başkan Bill Clinton’ın Avrupa ve Ortadoğu danışmanı olduğunu gördüm.
Daha Cengiz Çandar’ın takdimine fırsat vermeden, Ankara’dan Washington’a yeni gelmiş diplomat (Nick Kass), diğerine (Philip Gordon) beni ismimle tanıttı. İlk kez orada karşılaştığım danışman ne dese beğenirsiniz: “Tanımam mı? Her gün yazılarını Beyaz Saray’da hepimiz dikkatle okuyoruz.”
Biraz alınır gibi mi oldu Cengiz Çandar? Olabilir.
O olaydan birkaç yıl sonra, ‘1 Mart tezkeresi’ (2003) öncesi günlerde, ABD Büyükelçiliği’nde, gazetelerin Ankara temsilcileri olarak bulunuyoruz. Benim ‘Alman soyadlı Amerikalı diplomat’ diye andığım büyükelçilik görevlisi o günlerde AK Parti milletvekillerini yakın tâkibe almış, tezkerenin kazaya uğramaması için canla başla çalışıyor, ben de onun her hareketini izleyip yazıyorum.
Büyükelçiliğin 2 numarası, bir ara beni kenara çekip, “Sizin yüzünüzden sabaha karşı yatağa giriyorum” deyiverdi.
Uykusunu kaçırmak için ne yapmış olacağımı ben düşünedurayım, Amerikalı sözlerine şöyle devam etti: “Gazetenizin internet sitesine yazınızın konulmasına kadar kendimi uyanık tutmak zorunda hissediyorum da… Yattıktan sonra da gözüme uyku zaten girmiyor…”
Takip edilmek her zaman takdir edilmek anlamına gelmez, ama kesinlikle dikkate alınmak anlamına gelir…
Yerli örnekler de var, fakat bugünlerde yaşanan olaylar açısından ABD önem taşıdığı için bu iki olayı özellikle o ülkeden seçtim.
Bazen günün gelişmelerini izlerken o günkü yazımla irtibat kurarım… Ardından aklım bana bunun kuruntu olduğunu söyler… Ardından belleğim yukarıda anlattığım türden anıları ön plana getirir… Ardından gözümün önünde yazımın internet sitesine konulduğu saati bilgisayarı başında bekleyen diplomat hayali belirir… Ardından aklım yine devreye girer…
Son günlerde birkaç kez oldu bir önceki paragrafta aktardığım çelişkiler…
Musul’a düzenlenen harekâtın ‘Haçlı Seferi’ görüntüsü taşıması ihtimalini gündeme getirdiğim gün, tabii yazımın internetten ulaşılabilir olduğu saatten daha sonra, IŞİD’e karşı düzenlenen harekâtın her tarafında ABD, Fransa ve İngiltere izleri bulunduğu halde, Arap ve Kürt unsurların asker ve polislerinin ön planda olduğu görüntüsünün tercih edildiği görüldü.
ABD, Fransa ve İngiltere, havadan ve karadan, uçakları ve tanklarıyla sanki harekâta hiç katılmıyorlarmış gibi yapıyor…
TV ekranlarına, gazete manşetlerine de kamyonları üzerinde IŞİD’le savaşmaya giden Iraklı asker ve polislerin görüntüleri yansıtılıyor…
“Yine okumuş olmalılar” diye düşündüm ve kendime pay çıkardım…
İki yıl beklendi ve…
Musul’u IŞİD’in elinden kurtarmayı amaçlayan harekâtın hazırlıklarının iki yıldır sürdüğü biliniyor. Yani IŞİD’in Suriye’deki varlığını Irak’a taşıdığı ve Musul’u eline geçirerek bütün dünyanın dikkatini üzerinde topladığı ilk günlerden beri…
Beklendi beklendi ve birdenbire şimdi başlatıldı harekât…
Türkiye’yi bu seferden uzak tutma görevi de Irak yönetimine verildi.
İlk gün (16 Ekim) sıcağı sıcağına yazdığım konuya ilişkin yazımda, büyük kuşkumu “Amaç bu harekât ile IŞİD’i bütünüyle ortadan kaldırmak mı, yoksa bir ‘haydut devlet’ daha mı ortaya çıkarmak?” sorusuyla ifade edip “Bu denklemde ülkemiz olmadığı için üzülmemeliyiz”sonucuna varmıştım.
Hâlâ öyle düşünüyorum.
Ertesi gün (17 Ekim), ABD, Fransa ve İngiltere öncülüğünde yürütülen harekâtın, Ortadoğu insanının bilinç-altında yerleşik halde duran ‘Haçlı Seferleri’ tarihi arka-planı yüzünden, zaten var olan Batı ürpertisini yeniden canlandırma sonucu vereceği düşüncemi okurlarla paylaştım.
Bir de, IŞİD yenilse ve bu topraklardan def edilse bile, onun yerini ondan daha vahşi bir başkasının alabileceği beklentimi…
Doğru olanı da şöyle formüle ettim: “Keşke Türkiye İslâm Dünyası’nı ayaklandıracak bir hamleyle büyük bir cephe oluşturabilse ve sorunun çözümü bu coğrafya içerisinde sağlanabilseydi.”
Ardından, dün (18 Ekim), “Doğulu-Batılı güçlerin birleşip yürüttüğü bir savaşla dünya tarihinde daha önce hiç karşılaşılmadığını” ve savaşın bazılarının bekledikleri türden ‘İslâm Dünyası’nın 30 yıl savaşı’ olabileceğine dikkat çektim.
Bir yerlerde yankı bulmuş mudur yazdıklarım?
Varak-ı mihri vefayı kim okur, kim dinler?
Uzaklarda bir yerlerde yankı bulmuş olsa bile, bizim ülkemiz sınırları içerisinde, politika belirleme mekanizmasında yer alanlar üzerinde, fazla bir etki fark edilmiyor.
Ankara, Musul’a doğru yol alan uluslararası güç içerisinde yer almak istediğini ısrarla tekrarlıyor.
Ben ise böyle bir hengâmede ülkemin adının geçmesinin doğru olmayacağı kanaatindeyim.
Musul harekâtının, sonunda bir paylaşım kavgasına evrileceği, o civardaki ekonomik değerlerin kurulacak bir masada yer alanlar arasında bölüşüleceği öngörülüyor olmalı ki, en yetkili ağızlar, “Biz de o masada yer alacağız” mesajını veriyor…
Kusura bakılmazsa, harekâtın amaçlarının bizler tarafından doğru okunamadığını, beklenen belki 100 ayrı ve hepsi de yakışıksız muhtemel sonuç senaryosu arasında paylaşıma dair birinin bulunmadığını düşünüyorum.
O yolda yapılan açıklamalar yüzünden, Batı’dan bakanların hakkımızdaki olumsuz kanaatlerinin bu süreçte İslâm Dünyası tarafından da paylaşılır hale gelmesiyle zora da düşebiliriz.
Sırf bu amaçla bile bizi uzakta tutma kararı almış olabilir harekâtta başı çeken ülkeler…
Türkiye’yi gözden düşürme operasyonuna dönüşebilir bu harekât…
Bu hengâme içerisinde unutuyoruz: Ülkemiz son 30 küsur yılı bir terör örgütüne karşı hâlâ sona erdiremediği bir mücadeleyle geçirdi; terör örgütlerinin tabiatı böyle, öldürmekle bitirilemiyorlar… IŞİD de temelde bir terör örgütü; o da uzun sürecek bir savaşa çevirebilir bu harekâtı…
Uzaktan gelen ülkeler için de uzun süren bir savaş tehdittir ama, Türkiye IŞİD’le cephe ülke olduğu için işimiz daha zor…
Ya Irak da, bu harekât etrafında çıkan tartışmalar yüzünden, etrafımızda sayıları hiç de az olmayan bize zarar vermeye hazır ‘düşman ülkeler’ arasına katılırsa?
Herkes vakitlice okuyabilsin diye bu yazıyı erkenden siteme yerleştiriyorum.