Fehmi Koru*
Tartışma gündemimizi meşgul eden her konu ülkemizin gücünün sınırlarını tam idrak edememizden kaynaklanıyor olmasın?
Her ülkenin dış politika alanında bir gücü, her gücün de bir sınırı vardır. Ülkeler güçlerini artırmak için çaba gösterir, var olan gücünü de sınırlar içerisinde kullanır.
Soğuk Savaş yıllarında dünyada iki ‘süpergüç’ vardı: ABD ve Sovyetler Birliği (Rusya)…
Adlarının önünde ‘süpergüç’ sıfatı kullanılması bu ülkelere iddialı birer konum sağlıyordu.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Yalta’da varılan anlaşma üzerine oluşan ‘dünya düzeni’, iki süperin güç sınırlarını da belirlemiş oldu.
Süpergüçler Soğuk Savaş (kaba hatlarıyla 1945-1990 arası) boyunca yek diğerini ortadan kaldıracakmış görüntüsünü verdiler; bunun için dişlerine tırnaklarına kadar nükleer silâhlarla donatıldılar.
Yok edebildiler mi yek diğerlerini?
Hayır.
En sonunda Sovyetler Birliği, biraz da sınırlarını bilememesi, yada ‘süpergüç’ sıfatını hak edecek bir güce sahip olmadığının anlaşılması yüzünden, kendiliğinden er meydanından çekildi.
Bugünkü Rusya, değişik yollardan yeniden ‘süpergüç’ olma projesini hayata geçirme çabasında.
ABD karşısına ‘süpergüç’ olarak çıkabilecek bir başka ülkeden daha söz edilebiliyor: Çin…
Çin ise, kendi belirlediği takvimle 2050 yılına kadar, sınırları dışıyla ilgilenmeme kararını bozmadan güç takviyesi yapıyor.
Ekonomisini güçlendirerek, dünyanın dört bir tarafına ‘sempati taarruzu’ ile yaklaşarak…
Bir ülkeyi ‘güçlü’ yapan unsurların ne olduğu konusu olağanüstü önemli.
Sovyetler Birliği’nin ‘süpergüç’ iddiasının iflâsıyla ortaya çıkan gerçek, nükleer veya geleneksel silahların tek başına bir ülkeyi güçlü kılmaya yetmediğidir.
Askeri güç önemlidir, ancak tek başına çok büyük bir anlam taşımaz.
Bir ülkeye güç atfedebilmemiz için o ülkenin ekonomisinin de sağlam olması gerekiyor.
İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan dünya düzeninde, Sovyetler belli bir coğrafyada sadece silâh ve biraz da ideoloji –komünizm– gücüyle etkili olmaya soyunurken, ABD farklı bir yol izledi: Doları bir tür ‘global ortak para birimi’ haline dönüştüren ekonomik ve mali imtiyazlar edinmeyi tercih etti ABD.
Moskova ideolojik baskılarla dışarıya güç projeksiyonu yapma yolunu seçerken, Washington çok dolaylı, ancak sonuç almada etkili bir başka modeli benimsedi: Demokrasi ve insan hakları şampiyonluğu…
‘Hür dünya’ deniliyordu ABD’nin başını çektiği bloka…
Buradan şu sonucu çıkarabiliriz: Güçlü ülke, askeri alanda yol almışlığı yanında, halkını mutlu ve müreffeh hale getireceği umudunu veren, bunu gerçekleştirebileceğine inanılan ülkedir.
Askeri yönden iddiasız olduğu halde halkını mutlu ve müreffeh edebilen ülkeler ‘güçlü’sayılmıyor; tıpkı askeri bakımdan başkalarından daha önde bulunduğu halde halkını mutlu ve müreffeh kılamayan ülkeler de ‘güçlü’ sayılmadığı gibi.
‘Süpergüç’ olma iddiasını bayağı zora sokacak bazı gelişmeler son başkan seçimiyle birlikte ABD’de de başladı; bunu da not edelim.
Peki, ABD güçlü de dünyanın her yerinde her istediğini yapabiliyor veya yaptırabiliyor mu?
Hayır.
ABD’nin gücünün de bir sınırı var; Vietnam Savaşı’nda yaşandığı üzere, o sınırı aştığı zaman ve yerde rezillenebiliyor.
Kendi ülkemiz Türkiye bu tahlile göre ne durumda?
Türkiye bölgesinde hatırı sayılır bir güce sahip; buna hiç kuşku yok. Genç nüfusuyla dikkat çekiyor ve NATO’nun ikinci büyük ordusunu silâh altında bulunduruyor.
Güçlü olmanın ilk şartı olan ‘askeri güce’ sahip.
Ancak ‘gerçek güç’ için gerekli diğer şartlar konusunda hâlâ kat etmesi gereken bayağı bir yol var.
Mutluluk ve refahı da halkına taşıması gerekiyor.
O yolda mesafe kat ederken karar vermesi gereken bir konu daha var: Nasıl bir yönetim tarzıyla bunu sağlayacak? Özellikle de özgürlükler alanında?
Rusya ve Çin gibi ‘kontrollü’ bir yönetime sahip olarak mı, yoksa Avrupa’da çok örneği bulunan ‘özgürlükçü’ modeli benimseyerek mi?
İki model arasında gidip geliyor tercihimiz.
Türkiye, henüz o konuda tam bir karara varmadan, gelişen olaylara bakarak güç kullanma yoluna girdi.
Buna “Zorlandı” da diyebiliriz.
Suriye’de, Irak’ta…
Gerçekleşir düşünülerek beklentiler pompalandı: Suriye’de Emevi Camii’nde Cuma namazı kılmak gibi… Irak’ın kuzeyini Türkiye’nin uydusu haline dönüştürmek gibi…
Beklentilerin yerine gelmemesi, beklenenlerin gücün sınırlarını aşması sebebiyle…
Şimdi de belli kanallardan yeni beklentiler topluma enjekte ediliyor; Musul’un veya Kerkük’ün veya her ikisinin birden Türkiye’ye kazanılması böyle bir beklenti.
Güç dediğimiz şey pil gibidir, kullanıldıkça ömründen birazı gider. Her gerçekleşmeyen beklenti güçten belli bir miktarı azaltmayla sonuçlanır.
Önemli bir güç olarak çıkılan yolda, yerine gelmeyecek beklentiler peşinde koşulursa, yarışta gerilere düşme tehlikesi vardır.
Dikkatli olunması gereken bir dönemden geçiyoruz.