Fehmi Koru*
Avrupa Birliği (AB) vazgeçilmez, mutlaka içerisinde yer alınması gereken, dışında kalınca her şeyin kaybedildiği bir oluşum değildir.
İsviçre ve Norveç AB üyesi değiller ve bu iki ülkenin halkları herhalde dünyanın en zavallı insanları sayılmaz.
Ayrıca, 1973’ten beri AB üyesi olan İngiltere’de, bu yıl içerisinde yapılan halkoylamasında, “Biz ayrılıyoruz” kararını halk verdi.
Herkesi mutlu ediyor olsaydı AB, akıllarını peynir ekmekle yememişlerse, İngiliz halkı böyle bir tercihte bulunmazdı.
Sözün kısası şu: Göbeğimiz AB ile kesilmiş değil. “Türkiye illâ AB üyesi olmalı, olduktan sonra da, aleyhine gelişmeler yaşansa bile içinde kalmalı”diye bir politik tavır olamaz.
Hükümet –buna Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan da dahil– istediği an, “Ben başvurumu geri alıyorum” deyip ülkemizin AB adaylığı statüsüne son verebilir.
Tabii ülke çıkarları öyle gerektiriyorsa…
İşte bu noktada ciddi kuşkular var.
Kuşkular konusuna girmeden biraz arka-plana göz atalım.
AB üyeliği iki taraflı bir irade beyanına tâbi: Bir ülke AB üyesi olmaya karar veriyorsa ve bunun için gerekli şartları (Kopenhag ve Schengen mutabakatları) yerine getirebileceğine de inanıyorsa, Brüksel’e başvuruyor…
İlk yapılması gereken bu irade beyanı…
Türkiye bunu erken yapan ülkelerden…
27 Mayıs’ta (1960) askerler tarafından devrilen Demokrat Parti’nin (DP) öndegelenleri, Yassıada Mahkemesi’nde idam cezası verilenler, infazların yapılacağı İmralı adasına götürüldükleri botta, darbenin Türkiye’nin Avrupa Ekonomik Topluluğu’na alınmasını engelleyebileceği üzüntüsünü paylaşmışlardı.
Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) daha sonra AB’ye evrilecektir…
Ülkemiz AET’ye ortaklık başvurusunu DP döneminde, 31 Temmuz 1959 tarihinde, yapmış; darbeyle kesilen ilişkiler 12 Eylül 1963 tarihinde imzalanan Ankara Anlaşması ile yenilenmiş, 1970 yılında iki taraf arasında imzalanan ‘Karma Protokol’ ile Türkiye’ye ortaklık sözü verilmiştir. 1995’te, Türkiye, tam üye olmadan AB’nin Gümrük Birliği’ne girmeyi kabul etmiş, bir ara rafa kalkmış görüntüsü veren tam üyelik vaadinin tescili, 2004 yılı Aralık ayında yapılan AB’nin Brüksel Zirvesi’nde kesinleştirilmiş, 2005 yılında üyelik müzakereleri başlatılmıştır.
Böylece AB de Türkiye’yi içine alma konusunda irade beyanında bulunmuştur; hem de kaç defa…
Halen, AB üyelerinin bazılarından çatlak sesler çıksa ve en son hafta içerisinde yapılan Avrupa Parlamentosu (AP) oylamasında olduğu gibi “Türkiye’nin üyeliği dondurulsun”beyanları duyulsa bile, AB ile üyelik müzakereleri kesilmemiştir.
Kesilebilirdi.. yine kesilebilir.. ama şimdiye kadar kesilmemiştir..
İki taraf (Türkiye ve AB) da ülkemizin üyelik perspektifi içerisinde kalmasının yararlı olacağını düşündüğü için…
1990’lara kadar farklı bir yol izlemiş Estonya, Litvanya, Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Polonya, Romanya, Slovakya ve en son Hırvatistan gibi ülkeleri üyeliğe kabul ederken.. Türkiye’yi kapıda bekletmektedir AB…
Neden?
AB tarafından kullanılan gerekçeleri, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, dün, AB’yi muaheze ettiği konuşmasında teker teker açıkladı.
Okuyalım:
“Neymiş efendim Türkiye’de olağanüstü hal varmış.. teröristlerin üzerine çok sert gidiliyormuş.. görevden alınıyormuş.. idam cezası tartışılıyormuş.. medyaya kısıtlama varmış.. vize serbestisinde 72 şarttan 7’si yapılmamış.. gümrükle ilgili, ekonomi ile ilgili tehdit ediyorlar…”
Bu tür eleştirilere açık olmayı, daha ilk başvuruyu yaptığından itibaren, özellikle de 2004 Brüksel Zirvesi’nde tam üyelik sözü almayı beklerken, Türkiye’nin kendisi kabul etmişti.
Üye ülkelerin ulaşmaları gereken demokratik standartları belirleyen ‘Kopenhag Kriterleri’ ile buluşacağı vaadiyle…
Aynı konuşmasında, Cumhurbaşkanı Erdoğan “Size ne, size ne!” diyor, AP ile AB’ye… Ama bu kurumların tam da saydığı konularda söz hakkı bulunduğunu, taa 2004 yılında, Brüksel’de kabullenmiş Türkiye Cumhuriyeti heyetinin başı, başbakan olarak, bizzat Tayyip Erdoğan’dı…
Her şeyin bir başlangıcı olduğu gibi, bazı şeylerin sonu da vardır.
Ülkemizin AB macerasının sonuna yaklaştığımız anlaşılıyor…
Tabii, bu çıkışlar, AB’yi, yönelttiği bu şikâyetlere rağmen, Türkiye’yi içinde tutmaya mecbur etmek için…
Veya, perde gerisinde müzakereleri yürütülen bir başka birliktelik arayışında, karşı tarafa verme taahhüdünde bulunulmuş mesajlar değil ise…
Bu konu üzerinde düşünürken yukarıdaki paragrafta dillendirdiğim ihtimallerin ikisini de pek vârit görmüyordum.
Ancak bugün, Hürriyet’ten, Rusya ile arka-kapı diplomasisi yürüten Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in çizgisine yakın bilinen iki ismin, Aleksandır Dugin ile Vladimir Jirinovski’nin Ankara temaslarını öğrenince…
Putin ile Erdoğan son bir ay içerisinde bir kez yüz yüze ve kimbilir kaçıncı kez telefonla görüştüler…
AB’den duyulan bıkkınlık devleti başka arayışlara sevk etmiş görünüyor…
Son yıllarda bazı çevrelerin bizde de savunduğu ‘Avrasya’ formulüne…
‘Şanghay 5’lisi’ konusu herhalde boşuna gündeme gelmedi…
Hafta içerisinde AP’nin Türkiye’ye yönettiği eleştiriler ‘Avrupalı olma’ ile ilgili kriterlere ters düşmenin sonucuydu. O eleştirilerin hiçbiri Şanghay 5’lisi ülkeleri yöneticilerinin umurunda değildir. Türkiye bugünkü haliyle Şanghay 5’lisi’ne üye olabilir.
Ciddi iki soruya cevap verilebilirse…
İlk soru tarihten: Osmanlı atalarımız, Anadolu topraklarına ayak bastıkları ilk günden itibaren, Süleyman Şah’ın ‘suya seccade salıp’ Avrupa kıtasına geçmesiyle birlikte, gözlerini oraya dikmiş, yüzlerini oradan ayırmamışlardır…
Batı’dan…
Osmanlı’ya ‘hasta adam’ lâkabını takan Batılılar, ondan yine de ‘Batı’nın hasta adamı’ diye söz ederlerdi.
Şimdi bundan vaz mı geçeceğiz?
[Tarihçimiz Milli Savunma Üniversitesi Rektörü Prof. Erhan Afyoncu’nun bugünkü yazısının başlığı ‘160 yıllık Batı yalanı: Siz Avrupalısınız’.. İtirazım var: Eğer o ifade yalansa, biz kendimizi o yalanla 600 yıl şartlamışız demektir…]
İkinci soru ekonomiden: Türkiye’nin ekonomik ilişkileri, özellikle 1995 Gümrük Birliğianlaşması sonrasında, büyük çapta Avrupa ile entegre durumda; ihracat ve ithalatımızın büyük bölümü AB ülkeleriyle.. Rusya’ya enerji bağımlısıyız; Şanghay’ın diğer ülkeleriyle ekonomik ilişkimiz neredeyse yok mesabesinde…
Dümeni birden Doğu’ya nasıl çevireceğiz; hadi çevirdik diyelim, Batı’yı ekonomik açıdan ikame edebilecek mi Doğu?
Unutmamamız gereken bir nokta daha var: Batı ile bir gün yolumuzun ayrılabileceği düşüncesiyle son 10 yıldır ekonomik ilişkiler çeşitlendirilmeye çalışılıyordu; özel çabalarla 2008 krizinden o sayede fazla etkilenmeden çıkmıştı ülkemiz…
O özel çabaları sürdürebilecek durumda da değiliz bugün.
AB ile ilgimizi tartışa tartışa kurmuştuk; ayrılmaya yüz tuttuk, kamuoyuna tartıştırmıyoruz bile…
Bu yazı o yolda bir ilk olsun.