Fehmi Koru*
Türkiye ayrılıkçı terör eylemiyle ilk kez Cumartesi günü Kayseri’de tanışmadı. ‘Ayrılıkçı terör’ olgusunun PKK ile irtibatlı tarihi 1980’lerin başına kadar dayanıyor… O günlerden bugüne hayatını PKK teröründe kaybetmiş birkaç onbin insanımız var…
Her terör eylemi sonrasında dönemin iktidarları bir konuda aşırı titiz davrandılar: Teröristin eline oynamamak hususunda…
Terörist, herkesin bildiği gibi, eylemlerini bir amaca dönük ve bir planın parçası olarak yapar…
Eylemi bizzat gerçekleştiren kişi planın neresinde yer aldığını bilmese bile…
PKK’nın amacı, devlet yetkililerinin tespitine göre, ülkeyi bölmek… Ancak bu amacı hiçbir terör örgütü, ne denli kanlı eylemleri birbiri ardına yaparsa yapsın, kendi başına gerçekleştiremez. Ülkenin bölünmesi, ancak, teröre cevap veren devlet mekanizmasının da bölücülüğü teşvik edecek biçimde davranmasıyla gerçekleşebilir.
İktidarlar bunu bildikleri için, teröristin ekmeğine yağ sürecek politik tavır ve uygulamalardan hep kaçındılar; eylemlerden sonra galeyana gelmesi doğal sayılması gereken halkın cevabını belli sınırlar dışına taşırmamasına da dikkat ettiler.
30 küsur yıl süren ve onbinlerce canı alan bir terör fırtınasına rağmen bölünmemişsek.. zaman zaman hatalı hareketlerine tanık olunmuşsa bile.. gelmiş geçmiş bütün hükümetlerin, bu temel ilkeye riayet etmeleri sayesinde olmuştur.
Temel ilkeye riayetsizlik bugün için de söz konusu değil.
Ancak zorlayanlar var.
Kayseri’de 14 erimizin şehadeti sonrasında bazı il ve ilçelerde meydana gelen taşkınlıkların daha ileriye varmasına müsaade edilmemelidir.
PKK ile HDP’yi eş ve aynı görmeye başlar ve PKK’nın eylemi yüzünden HDP ve HDP’lileri suçlamaya ve onlara zarar verirsek.. Bu, hiç kuşkunuz olmasın, bölücü duyguları hareketlendirmekten başka bir işe yaramaz.
Şu sıralarda içeride ve dışarıda dev sorunlarla karşı karşıya bulunan bir ülkeyiz; gerilim her alanda had safhada.. En az ihtiyacımız olan, bu sıkıntıları daha da artıracak yeni dertleri kendi elimizle başımıza açmamızdır.
Akıllı yönetimler sıkıntıları çoğaltmamaya gayret ederler.
Daha akıllı yönetimler ise, bırakın var olan sıkıntıları ortadan kaldırma çabasını, ileride başa dert olabilecek potansiyel sıkıntıları bile, o noktaya varmadan devre dışı bırakmanın çarelerini ararlar…
Türkiye’nin başı en fazla güçsüz hükümetlere sahip olduğumuz dönemlerde ağrıdı. İkili (ANAYOL ve Refahyol) ve üçlü (DSP, ANAP ve MHP) birbirine benzemez partilerin ülkeyi ortak yönettiği dönemlerde…
Hep güçlü bir tek parti iktidarı özlemiyle..
O özlemin sebebi, herbiri siyasal çıkarları ve ideolojik eğilimleri sebebiyle ülkeyi başka yönlere çekmeye çalışabilecek partilerin, o kargaşada, bir türlü istikrarı sağlayamamalarıydı.
Bugün bile o yılları kayıp yıllar sayıyorsak bundandır.
Güçlü tek bir parti, alternatiflerinin yanına yaklaşamayacağı türden kritik kararları daha kolay alabiliyor.
1980 sonrasının koalisyonlara mahkum günleri sebebiyle, ‘güçlü tek parti’ iktidarlarının sorun çözebilme özelliğini unutmuş olanlarımız bile, 2002 sonrasında, bunu yaşayarak öğrenmiş oldu.
Öğrendik, ama galiba şimdilerde yeniden unutmaya da yüz tuttuk…
Sebebi de belli: 15 Temmuz uğursuz darbe girişimi…
15 Temmuz kimyaları bozdu
Darbe girişimi, hepimizi belli kabullerimiz üzerinde yeniden düşünmeye sevk ederken, ülkenin ve ülkeyi yönetenlerin kimyasını bayağı bozdu.
Demokrasinin sorun çözme konusunda bazı zorlukları olduğu bilinir; denge ve denetleme mekanizmaları sebebiyle, hükümetler, kendilerini daha titiz olma yükümlülüğü altında hissederler.
Kestirme çözümler bulunamaz, kararlar kolayca alınamaz…
O halde?
Kestirme yollara başvurmayı düşünenler o durumda çıkabilir.
Günümüzün kestirme formulü de ‘sistem değişikliği’ gibi görünüyor…
Yetkilerin fazla dağınık olmadığı, birbirine benzeşen kişilerin kadrolaşıp devlet yönetiminde yer almasına imkân sağlayan, tıkanıklıkları aşmada hakeme başvurmayı, hakemin de seçimle gelmiş ve bütün sistemin anahtarını elinde tutan tek kişi olmasını getiren yeni bir sistem…
Belli ki, böyle bir sistemimiz olunca, pek çok sorunumuzun daha kolay üstesinden gelinebileceği gibi, PKK terörüyle de daha kolay başa çıkabileceğimiz düşünülüyor.
Öyle düşünülüyor olmalı ki, sorunlar ve sıkıntılar tek tek ele alınıp çözüm getirecek çabalar gösterilmesi yerine.. ‘sistem değişikliği’ ile sonuçlanacak sürece hız kazandırılma tercih ediliyor.
Sistem değiştiği halde ya sorunlar çözülmez, hatta daha içinden çıkılmaz hal alırsa ne olacak?
Hiçbir ülke demokrasiyi varlığının ilk gününden başlayarak benimsemiş değildir; hemen her ülke tarihinin demokrasi-öncesi döneminde ‘tek adam’ kültüne dayalı bir yönetime sahipti muhakkak. Zaman içerisinde bunu sürdürmenin kolay olmadığı, öyle devam edildiği taktirde sorunların daha büyüyeceği ve altından kalkılmasının çok zorlaşacağı düşünülerek.. başkalarını (halkı, kurumları) sorumluluğun içine çekmeyi sağladığı için.. demokrasiye geçildi dünyanın her tarafında.
Kimse demokrasinin ‘ideal’ sistem olduğunu iddia etmiyor; yine de beşeri sistemler içerisinde en kolay ve en az zararlı sistemdir demokrasi…
Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu devasa sorunlar da, hiç kuşkusuz, daha az demokrasi ile değil daha çok demokrasi ile çözülebilir.
Çözülmeye yüz tutmuştu zaten.
Anlaşılan ‘sistem değişikliği’ zorlanacak. Zorlansın, başarılı olur ve anayasa değişikliği paketi benimsenirse, “Hayırlı olsun” da deriz.
Yine de, o noktaya kadar, daha önce üzerinde titizlikle durulmuş temel ilkeleri hep aklımızda tutarak ve ülkeyi bölünme tehdidinden uzaklaştırarak gitsek iyi olacak.
Biraz daha dikkat.