Fehmi Koru*
Türkiye ile ABD Fırat’ın doğusunda bir ‘güvenli bölge’ oluşturmak üzere anlaşmaya vardı. Bu amaçla Şanlıurfa’da müşterek bir karargâh da kuruldu ve belli sayıda Amerikan askeri orada görev almak üzere ülkemize ayak bastı. Son haberlere göre, iki ülkenin askerleri ‘güvenli bölge’ denilen alanda devriye görevine de başladı.
Günlerden beri bu anlaşmanın ne kadar muazzam bir başarı olduğunu gazetelerde okuyor, televizyon ekranlarında dinliyorsunuz.
Hangileri olduğunu tahminde zorlanmayacağınız gazetelerde, ‘güvenli bölge’ ile ilgili anlaşmayı Türkiye açısından ‘büyük zafer’ olarak sunmayan köşe yazarı kalmadığını biliniz.
Yazılanlara baktığımızda, ABD Türkiye’nin tezini kabul etmiş oluyor; zaten olayı ‘zafer’ haline getiren de bu: ABD’nin tezimizi kabul etmesi…
Dün yeni bir gelişme yaşandı. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan bir dizi açılış için gittiği Malatya’da kürsüye çıktığında, ‘güvenli bölge’ konusunda bütün bilinenleri tersine çevirecek cümleler de sarf etti.
Okuyalım:
“Fırat’ın doğusundan başlayıp Irak sınırına kadar uzanacak bir güvenli bölge oluşturmak için Amerika ile görüşme halindeyiz. Amerika’yla görüşüyoruz ancak bu konuda bizim istediklerimizle onların kafalarındakinin aynı şey olmadığını attığımız her adımda tekrar görüyoruz. Biz bölgede yuvalanan terör örgütünü tamamen ortadan kaldırmayı hedeflerken onlar terör örgütüyle bizi aynı zeminde idare etmenin hesaplarını yapıyorlar. Anlaşılan o ki müttefikimiz bizim için değil, terör örgütü için güvenli bir bölge oluşturmanın peşinde. Böyle bir anlayışı reddediyoruz.”
Bu cümlelerden benim anladığım, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın partisinin itibar ettiği gazetelerde köşe sahibi olan muteber yazarların savunduklarının aksine, ABD ile varılan mutabakatı hiç de öyle ‘zafer’ olarak görmediği.
Tuzak olarak gördüğü apaçık.
Konuşmasının devamında ABD’ye yönelik bir de tehdit var:
“Eylül ayı bitmeden Fırat’ın doğusunda kendi askerlerimizle fiilen güvenli bölge oluşumunu başlatmamış olursak artık kendi yolumuza gitmekten başka çaremiz kalmayacaktır.”
‘Güvenli bölge’ oluşumu başlamamış mıydı? Şanlıurfa’daki müşterek karargâh ne oluyor? ‘Güvenli bölge’ denilen alanda iki ülkenin askerleri devriye gezmiyorlar mıydı?
Bu işte bir iş var, bu kesin.
Ancak daha kesin bir şey daha var: Medyamız, gazeteler ve televizyon kanalları, köşe yazarları ve ekran yorumcuları, birinci sayfaları hazırlayan yöneticiler, fena halde açığa düşmüş bulunuyorlar.
Onların ‘büyük zafer’ diye sundukları anlaşma, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son açıklamasına göre, aslında ‘reddedilmesi gereken bir anlayış’ değil miymiş…
Biraz önce (sabah saat 04.00 öncesi) internetten ulaşılabilen itibarlı gazetelerin muteber köşelerini yokladım; hemen bütün yazarlar, toplu halde CHP’li veya HDP’li hedeflere ateş etmekle meşguller. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın içinde bu ayın sonuna kadar düzeltilmezse Türkiye’nin tek başına bölgeye müdahale edebileceğine dair tehdidin yer aldığı açıklaması hemen hepsinin köşelerinde görmezden gelinmiş…
Yadırgadım mı?
Elbette hayır. Henüz mürekkebi kurumamış yazıları, tekrarlanan programlarda hala karşımıza çıkan yorumları unutturmak için yapılacak tek şey şimdi yaptıkları: Başka hedeflere atış…
Maalesef medyamızın hali pek iç açıcı değil. Bunun sebebi, ‘iktidarın her icraatını ve aldığı her kararı övmeyi’ kendilerine ‘görev tanımı’ olarak belirlemiş olmaları…
Şimdiye kadar pek çok kereler iktidarın görüş açısının değiştiği durumlar oldu, medya ilk kez bu olayda açığa düşmüyor; yalnız önceki ters düşme olaylarında arada hiç değilse biraz zaman farkı bulunduğu için mızrağı çuvala sokmakta fazla zorlanılmıyordu.
Bu defa adeta fenersiz yakalanma durumu var.
Siyaset ile medya, siyasetçi ile gazeteci-yazar arasında tersine bir çıkar ilişkisi vardır; o sebeple kamu görevi yaptıkları kabul edilmesine rağmen bu iki meslek mensupları birbirlerinden fazla hoşlanmazlar.
Daima tetikte olması gerekenler gazeteci-yazarlardır.
Acaba ‘büyük zafer’ yazıları yayınlayan veya ekranlardan varılan anlaşmayı öve öve bitiremeyenler arasında aslında farklı düşündüğü halde görev tanımı gereğini hatırlayıp bildikleri ve düşündükleri ile ters düşme pahasına sürüye katılanlar var mıdır?
Varsa, ne kadar kötü. İlk duyduklarında doğru bildikleri istikamette tavır alsalardı, muhalif yazarların gönül rahatlığıyla şimdi yaptıkları gibi onlar da bugün “Dememiş miydik?” yazılarıyla okur önüne çıkar, televizyon ekranlarından uzak durmak için ne yapacaklarını bilemez hale düşmezlerdi.
Konu yalnızca iktidarın çevresinde yer alan yazar ve yorumcuları ilgilendirmiyor; elinde kalem tutan ve ‘gazeteci’ kimliğine sahip herkesi ilgilendiriyor. Sonuçta her gün daha az insan gazetelere göz atıyor, köşeleri okuma zahmetine katlanan az, tartışma programlarına ilgi gösteren de; ancak yine de ‘gazeteci’ denildiğinde akıllara o kişiler geliyor.
Araştırmacılar “Hangi kurumlara güveniyorsunuz?” diye sorduklarında verilen cevaplarda ‘medya’ en alt sıralarda yer alıyorsa bundan; ’gazeteci’ bilinen herkes böylece ‘güvenilmez’ sınıfına girmiş oluyor.
Yazıyı bitirirken bir uyarıda bulunayım: Eylül sonu kendi başımıza sorunlu bölgeye gireceğimizi düşünerek şimdiki resmi tavrı benimseyip övecekler, Ekim ayı geldiği halde durumda herhangi bir değişiklik olmadığını görebilirler.
Siyasetçi ile medya mensubu arasında çıkarlar açısından ciddi farklar vardır çünkü.
Ben uyarayım da.
*Bu yazı fehmikoru.com'dan alınmıştır.