Fehmi Koru*
Gazeteci Uğur Mumcu suikastı üzerinden tam 30 yıl geçmiş. Öldürüldüğünde 52 yaşında olduğuna göre, yaşasaydı şu sıralarda 82 yaşını sürdürüyor olacak ve eminim, ağzı olanın konuştuğu, hemen herkesin 140 harfle görüş açıklayan birer yazara dönüştüğü günümüzde, tartışma zeminine olumlu katkılar sunacaktı.
Dün gazetelere baktım, 30. yıl vesilesiyle suikast hatırlanmış, ancak meydana geldiğinde Türkiye’yi derinden sarsmış, kendisine yakın siyasi çizgide sapmalara yol açmış bu suikastın içyüzü konusu yazılarda nedense es geçilmiş…
Türk basınının önemli isimlerinden Uğur Mumcu’nun siyasi bir suikasta uğradıktan 30 yıl sonra bile suikast faillerinin hala meçhul kalması, Türk basını için hiç de övünülecek bir durum değildir.
Suikasttan hemen sonra alelacele yapıştırılan yafta hadi neyse, ancak aradan geçen bunca zaman ve arada bilgimiz dahiline giren nice olaya rağmen, o cinayeti hala ‘faili meçhul’ saymak büyük bir ayıp.
Askeri dönemde diğer partilerle birlikte kapatılmış olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) yeniden açılmasından ve başına Deniz Baykal’ın gelmesinden kısa süre sonra öldürüldü Uğur Mumcu.
CHP’nin yeniden siyasi hayata başlaması (9 Eylül 1992) ile Mumcu’nun katledilmesi (24 Ocak 1993) arasında, Deniz Baykal, son birkaç yıl içerisinde Kemal Kılıçdaroğlu’nun partisini daha geniş kitlelere sempatik hale getirmek için başlattığına benzer bir açılım çabası içerisine girmişti.
O günlerde kendisiyle görüşmelerimden de bunu biliyorum.
Mumcu suikastı her şeyden önce o girişimi baltaladı. CHP’ye ve Türkiye’ye 25 yıldan fazla süre kaybettirerek…
Cinayeti planlayanlar pek çok yönden amaçlarına ulaştılar.
Suikastla hiç ilgisi bulunmayan kesimler suçlandılar ve toplum olaydan sonra ciddi bir bölünmeye uğradı.
Failleri ismen olmasa da belliydi oysa. Ardından başgösteren köklü gerilime bakılarak faillerin nerede aranması gerektiği fark edilebilirdi. Bunu yapması kendilerinden beklenecek eli kalem tutanlar ve onların hakim olduğu basın camiası, kör değneğini bellediği gibi yaklaştılar olaya. Kendi önyargılarının ürünü olan ‘olağan şüphelileri’ suçlamakla yetindiler.
Katiller ‘Ortaçağ karanlığı’ diye adlandırılan bir gölgede arandı ve bulundu da.
Tabii gerçek failler değildi bulunanlar…
Gerçek failleri aramak Mumcu Ailesi’ne kaldı.
Onların bulgularını bile doğru dürüst paylaşmadılar.
Hayatı bir suikastla yarım kalmış olan meslektaşımızın eşi Güldal Mumcu canilerin peşinde yaşadıklarını ‘İçimden geçen zaman’ adını verdiği kitapta anlatıyor.
Bir dönem Güneydoğu’da işlenmiş ve failleri meçhul kalmış bir dizi cinayetin tetikçisi olarak bilinen ‘Yeşil’ kod adlı Mahmut Yıldırım’ın 1996 yılı kurban bayramında ellerinden tuttuğu iki çocukla evlerine kadar gelmesi olayını…
Yeşil, hala kayıplarının yasını tutmakta olan Güldal Hanım’a “Olayın failini bulsak sizin için yeterli olur mu?” sorusunu yöneltmiş.
“Ben gerçeği istiyorum” cevabını alınca şu soru gelmiş Yeşil’den: “Olayı yapanı bulsak, sonra etrafından da birkaç kişi bulunsa sizin için yeterli olur mu? Siz ne isterseniz olacak.”
Güldal Hanım bir kez daha “Ben gerçeği istiyorum” mukabelesinde bulununca Yeşil’den şu tepki gelmiş: “Ha, siz hepsini istiyorsunuz. O zaman üç tane gül alacağım, birini başbakanlığa, birini Çeçenistan’a, birini de Uğur Bey’in öldürüldüğü yere bırakacağım.”
Ne demek şimdi bu?
Uğur Mumcu suikastını araştırıp faillerini bulmakla görevli ilk cumhuriyet savcısının adı Ülkü Coşkun.
Savcı bey suikasttan üç hafta sonra, 18 Şubat günü, Mumcu Ailesi’nin evine gelir. Ailenin avukatı Emin Değer ile Uğur Mumcu’nun ablası Beyhan Gürson da o sırada evdedir. Güldal Mumcu aradan geçen üç haftalık sürede neden sonuca ulaşılmadığını sorguladığında, savcı Ülkü Coşkun’dan beklemediği bir cevap alır.
“Güldal Hanım üstüme gelmeyin. ‘Namus borcu’ dediler ama bugüne kadar hükümetin hiçbir üyesi dosyanın ne olduğunu bana sormadı. Bu işi devlet yapmıştır. Siyasi iktidar isterse çözer.”
“Bu işi devlet yapmıştır” diyen devletin konuyu araştırmakla görevlendirdiği savcıdır.
Acılı eş, “Nasıl yani, hani Amerikan filmlerinde izlediğimiz gibi mi? Temizlikçilerini de yolladılar mı?” deyince, savcı Ülkü Coşkun, “Evet, ama bu söylediklerimi basına açıklarsanız yalanlarım” tepkisini verir.
Dört kişinin işittiği sözlerini sonradan yalanlar da.
Tıpkı daha sonra Mehmet Ağar’ın da yine Güldal Mumcu’ya sarf ettiği içinde ‘tuğla’ geçen cümlesini yalanlayacağı gibi…
Mehmet Ağar o sırada adalet bakanıdır. Polisin yakaladığı bir grup ‘olağan şüpheli’nin suikast günü tutuklu oldukları resmi belgelerden anlaşılmış, konu dallanıp budaklanınca, adalet bakanı Ağar, “Bu sehven yapılmış bir hata” açıklamasında bulunmuştu.
Güldal Mumcu yanına avukatları Emin Değer’i de alıp bakana gider. ‘Sehven’ konusunu konuşurlarken, Güldal Hanım, “Karşımıza sürekli engeller çıkıyor; bir duvar örülüyor sanki” deyince bakan, Mülkiye’den mektep arkadaşına, “Evet Güldal, bir duvar örülüyor” mukabelesinde bulunur.
Bunu duyan Güldal Hanım, “O zaman bir tuğla çekin, duvar yıkılsın” der bakana.
Cevap, “Çekemem” olur.
“Tuğlayı çekin, kenara çekilin” der Güldal Hanım.
Ağar, “Onu da yapamam” der.
Ülkü Coşkun’un “Bu işi devlet yapmıştır, siyasi iktidar isterse çözülür” sözü hatırlatılınca, Ağar “Aptal bunlar, böyle şeyler söylenir mi?” karşılığını verir.
Kendisine “O zaman başkaları çeker, altında kalırsınız” denildiğinde de, müstehzi bir ifadeyle, gülümseyerek, “Ona kimsenin gücü yetmez” tepkisinde bulunur Ağar.
Yeşil…
Sonradan Uğur Mumcu suikastı konusu elinden alınan savcı Ülkü Coşkun…
Dönemin adalet bakanı Mehmet Ağar…
Hadi bunlar zihinleri kapalı önyargılılara bir şeyler ifade etmedi, şu son birkaç ay içerisinde Necip Hablemitoğlu suikastı hakkında öğrenilenler de mi zihinleri açmaya yetmedi?
Okuduğum konuya ilişkin yazılar bana bu soruyu sordurdu işte.