Büyükelçi Feridun Sinirlioğlu, aşırı dinci IŞİD'in ortaya çıktığı, Irak ve Suriye'de mezhepçilik iddiasıyla suçlanan yönetimlerin bulunduğu Orta Doğu hakkında "Eninde sonunda seküler demokratik bir düzen kurulacak" dedi. Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Daimi Temsilcisi olarak atanan Sinirlioğlu, "Bu çokkültürlü coğrafyanın inanç ve din özgürlüğü temelinde seküler, demokratik bir geleceğe doğru yönelmesi gerektiğini de görüyoruz. Zaten 2011’de başlayan Arap Baharı da bu taleple ortaya çıkmıştır. İnsanlar demokrasi talep ediyordu. Demokrasi ve sekülerizm birlikte gündemdeydi" ifadesini kullandı.
Musul operasyonundan önce Irak ile Türkiye arasında patlak veren Başika kampı krizini değerlendirirken "terör" vurgusu yapan Sinirlioğlu, "Musul şehrinin bulunduğu Ninova vilayetinde hem DEAŞ’ın hem PKK’nın mevcudiyeti var. İki terör örgütü de hem Türkiye içinde hem sınır ötesinden Türkiye’yi hedef alan eylemler gerçekleştiriyor. Bizim için, bu 1295 kilometrelik sınırın karşı tarafındaki terörist örgüt yapılanması bir meşru müdafaa sebebidir" diye konuştu.
Büyükelçi Feridun Sinirlioğlu’nun Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı sıfatıyla son söyleşini Hürriyet'ten Cansu Çamlıbel'e verdiği:
- Ankara - Bağdat arasındaki ilişkiler geçtiğimiz 5 sene içinde pek çok kez farklı sebeplerle gerildi. Son krizin adresi IŞİD’e karşı yapılacak operasyona, Türkiye’nin katılımı da Başika’daki Türk askeri varlığı da Irak merkezi yönetiminin vetosuna takıldı. Türkiye tam olarak neyin kavgasını veriyor şu an?
Musul bizim için niye önemli? Musul şehrinin bulunduğu Ninova vilayetinde hem DEAŞ’ın hem PKK’nın mevcudiyeti var. İki terör örgütü de hem Türkiye içinde hem sınır ötesinden Türkiye’yi hedef alan eylemler gerçekleştiriyor. Bizim için, bu 1295 kilometrelik sınırın karşı tarafındaki terörist örgüt yapılanması bir meşru müdafaa sebebidir. Bunlar Türkiye’ye düzenli saldırı ve eylemler gerçekleştirmekte. Musul’un 2014 Haziran’ında DEAŞ’ın eline geçmesinden sonra şöyle bir değerlendirme yapılmıştı: “Bu bölgenin savunulması için yerel unsurların etkili olacağı yeni bir güvenlik yapısı kurulması gerekli.” Bu konuda herkes mutabık kalmıştı. Bunun da sebebi 1500-2000 civarında Suriye kaynaklı DEAŞ mensubunun Musul’a saldırmaları sırasında orada bulunan 70 bin Irak askerinin 24 saat içinde bölgeyi terk etmeleriydi. O zaman bu akıl almaz durum karşısında bir tür yerel güvenlik yapısının çözüm olabileceği düşünülmüştü. Nitekim Iraklıların bu konuda bizden yardım talebi de olmuştu.
- Irak bugün ‘Artık Türkiye’yi Başika’da istemiyoruz’ diyor ısrarla.
Bugün inkâr edilse de Irak Savunma Bakanı, Irak Başbakanı DEAŞ tehdidine karşı yerel unsurların eğitilmesi ve silahlandırılması için Türkiye’nin kendilerine yardımcı olmasını istemişti. Bu bizzat bana da ifade edilmişti. Başika Kampı bu çerçevede kuruldu. Hatta kurulduktan sonra orada eğitilenlerin maaşları da Irak Savunma Bakanlığı tarafından ödendi. Bu 3-4 ay devam etti. Sonra nedense bu eğitim kampı konusunda birden yersiz bir tepki gösterilmeye başlandı. Biz buna rağmen Irak merkezi hükümetiyle işbirliği ve diyaloğumuzu sürdürdük. Ben müsteşarlık görevindeyken bu konudaki görüş ayrılığımızı nasıl giderebileceğimizi ele almak üzere iki kez toplantı yaptık. Üçüncü toplantıyı da geçen hafta başında halefim, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Büyükelçi Ümit Yalçın başkanlığında bir heyet Bağdat’ta yaptı. İlk toplantı Roma’da, ikincisi İstanbul’da yapılmıştı. Dolayısıyla bir süreç var. Türkiye’nin oradaki mevcudiyetinin neden gerekli olduğunu anlatıyoruz.
- Irak hükümetinden Türk askerinin Başika’daki askeri varlığının devamında ısrara karşılık ‘toprak bütünlüğümüze saygı gösterin’ uyarıları geliyor. Biz yıllardır Irak’ın birliğinden, egemenliğinden, toprak bütünlüğünden bahseden ülke olarak nasıl bu pozisyona düştük?
Biz tabii ki Irak’ın egemenliğini kullanabilir hale gelmesine, toprak bütünlüğüne her zaman önem veriyoruz. Ama maalesef Irak bugün o bölgedeki koşullar nedeniyle egemenliğini tam olarak kullanamıyor. Bizim ayrılmamızı istediği yerde şu anda Irak merkezi hükümeti hariç terör örgütleri dahil çok sayıda unsur var.
Bu bölge, Türkiye’yi hedef alan terör örgütlerinin yuvalandığı, ülkemize yönelik tehdidin odağı olan bir alan olmaktan çıkana kadar oradaki mevcudiyetimizi muhafaza etmek durumundayız. Bu aynı zamanda bizim meşru müdafaa hakkımızdır. Bahse konu bölge sınırımızın hemen ötesindedir ve Türkiye’nin güvenlik çıkar alanı içinde yer almaktadır. 1295 kilometrelik sınırımızda istikrarsızlık ve karmaşa olması, buralarda terör örgütlerinin yuvalanması bizim bazı tedbirler almamızı zorunlu kılıyor. Bu tedbirleri alırken Türkiye herhangi bir yerden izin almak zorunda değil. Başika’daki mevcudiyetimiz zaten Musul halkının güvenlik ihtiyacını yerine getirmek ve DEAŞ’a karşı mücadele etmek için Musullu gönüllüleri eğitmek üzere oluşturulmuştur.
- Şu anda Türkiye’nin de hava unsurlarıyla dahil olduğu Musul operasyonunun Ankara açısından en kritik boyutu nedir?
Musul operasyonuyla birlikte yeni bir güvenlik mimarisi teşkil edilecek. Türkiye doğrudan ulusal güvenliğini ilgilendiren bir alanda oluşacak yeni güvenlik mimarisinin şekillenmesinde etkili olacaktır, olmak durumundadır. Bu konuda kimseden icazet bekleyemeyiz.
- Bugün Musul meselesi üzerinden Türkiye’nin emperyal geçmişinden ilhamlı hezeyanlar yaşayıp yaşamadığı hem içeride hem de dışarıda bir tartışma konusu. Musul’a ilgimizi daha önce Osmanlı coğrafyası olan topraklarda yeniden hak iddiaetme çabası olarak görenler var.
Başkalarının bize bir niyet atfetmesi üzerinden değerlendirme yapmayız. Bu bölgenin Türkiye’nin yakın ilgi alanı ve güvenlik çıkarları kapsamında olduğu bir vakıadır. Sınırların değişmezliği ilkesine bağlıyız. Ancak bölgede tarihi bir geçiş dönemi yaşanıyor. Bu konuda dikkatli ve teyakkuzda olmamızdan daha tabii bir şey olmaz. Türkiye’nin emperyal emelleri değil, sağlam bir tarih bilinci vardır. Unutmayalım, uzun bir tarihe sahip büyük bir ülkeyiz.
- O zaman şurasını netleştirelim; Türkiye’nin güvenlik hassasiyetleri dışında petrol ya da toprak gibi motivasyonlar üzerinden Musul’la ilgili bir talebi ya da beklentisi yoktur. Bunu söyleyebiliyor musunuz?
Türkiye’nin yakın coğrafyasıyla ilgili vizyonu gayet açıktır. Bu coğrafya ile uzun bir tarihi geçmişimiz var. Komşuyuz. Halklarımız arasında ortak kültürel bağlar ve tarihten kaynaklanan bir kardeşlik hukuku vardır. Bizim buralarla ilgili hedefimiz, bu bölgede sınırların haritada bir çizgiye dönüşeceği ve bu ülkelerle Türkiye arasındaki entegrasyonun en üst düzeye çıkacağı bir ortak gelecek inşa etmektir. Esasen bu hedef doğrultusunda adımlar attığımızı hatırlayacaksınız. 2011 öncesinde Irak ve Suriye ile yüksek düzeyli stratejik işbirliği mekanizmaları oluşturulmuştu. Bunların hedefi iki ülke arasındaki siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel bağları güçlendirmekti.
- Bahsettiğiniz yeni güvenlik mimarisiyle birlikte bölgede yeni bir politik yapılanma da şekilleniyor. Musul savaşı mezhepçi siyasi kapışmanın ön cephesi haline getirilmeye çalışıyor. Türkiye’nin aldığı pozisyonun yine Şiileri marke etmek üzerine kurulu olduğuna ilişkin eleştirilere ne diyorsunuz?
Türkiye başından itibaren bölgedeki mezhepçi kutuplaşmanın aşırıcılığı beslediğini, radikalizmi körüklediğini söyleyegeldi. Bölgede seküler, demokrasiye sahip bir anayasal devlet olarak her zaman mezhepçi kutuplaşmanın tehlikesine işaret ettik. Şöyle bir çarpıtma yapılıyor: Mezhepçi kutuplaşmayı yürütenlere “Mezhepçilik yapmayın” dediğiniz zaman siz sanki o mezhepçi kutuplaşmayı yaratanların karşısındaki mezhebi destekliyorsunuz gibi son derece haksız ve maksatlı bir yorum yapılıyor. Bir kesime mezhepçilik yapmayın denilmesi mezhepçiliğe karşı tavır koymaktır. Mezhepçilik tüm bölge için en büyük tehdittir. Biz bölgemizin tarih boyunca çokkültürlü bir coğrafya olduğunun da bilincindeyiz.
- Peki bu çokkültürlü coğrafyanın, Ortadoğu’nun kısa vadede kaderinde bir mezhep savaşı mı var?
Bu çokkültürlü coğrafyanın inanç ve din özgürlüğü temelinde seküler, demokratik bir geleceğe doğru yönelmesi gerektiğini de görüyoruz. Zaten 2011’de başlayan Arap Baharı da bu taleple ortaya çıkmıştır. İnsanlar demokrasi talep ediyordu. Demokrasi ve sekülerizm birlikte gündemdeydi. Bu süreç başlangıçta çok büyük beklentilerle hemen netice alınabilecekmiş gibi erken ve aşırı bir iyimserlik havası yarattı. Ama hemen arkasından da büyük bir karamsarlık ortaya çıktı. Ne o iyimserlik doğru yaklaşımdır ne de daha sonra içine düşülen karamsarlık. “Bu bölgenin kültürüyle demokrasi bağdaşmaz” yaklaşımı çok yanlış ve hatta ırkçı bir anlayışın ürünüdür. Akdeniz’in güneyinde ve doğusunda 2011’de başlayan demokratikleşme ve Akdeniz’in kuzeyindeki demokrasilerle ortak paydada buluşma süreci devam edecek. Bu değişim ve dönüşümün ne kadar süreceğini kestirmek mümkün değil. Ama eninde sonunda, halkların iradelerini ve rızalarını yönetimlerine seçimler yoluyla yansıtabilecekleri bir seküler demokratik düzen kurulacaktır. Bu süreç zaman alabilir. Unutmayalım, Doğu Avrupa’da Soğuk Savaş sonrasındaki demokratikleşme süreci de 10 yıl sürdü, hatta bazı yerlerde aslında hâlâ tamamlanamadı. Dolayısıyla beklentilerimizde sabırlı olalım ve hedefi gözden kaybetmeyelim.
- 2010 röportajımızda ‘Artık ne haddimize demeyi bırakmamız lazım. Türk dış politikası hiçbir zaman maceracı olmamıştır ama artık inisiyatif almak lazım’ demiştiniz. Geçen zaman zarfında Türkiye’nin her tarafa eşit mesafede, dengeli, arabulucu çizgisinden saptığını düşünenler çoğaldı. Türk dış politikasını artık gereğinden fazla maceracı bulan eleştirilere yanıtınız nedir?
Yedi yıl müsteşarlık yaptığım Dışişleri Bakanlığı devletin hafızasını temsil eden bir kurumdur. Tarihi olayların sicilini tutar ve kurumsal olarak tarih bilinci son derece yüksektir. Ayrıca hem coğrafyamızın hem tarihimizin neticesinde dünyadaki en iyi birkaç diplomasi ekolünden birini temsil etmektedir. Son derece kıymetli bir coğrafyada kurulmuş bir devlete sahibiz. Bu coğrafyadaki devletler tarih boyunca büyük olmaya mahkûm olmuşlardır. Çünkü bu coğrafyanın hakkını vermezseniz burada tutunamazsınız. Ayrıca tarihten devraldığımız çok büyük tecrübeler var. Dışişleri Bakanlığımız bu tarihi tecrübelerin taşıyıcısıdır.
Size bundan 6 yıl önce söylediğim ‘Ne haddimize demeyi bırakmak lazım’ lafını biraz açarsam, 19. yüzyılın başından itibaren Türkiye’de bir içselleştirişmiş aşağılık kompleksi var. İddialı işlere giriştiğimiz zaman ‘Bir dakika, boyumuzdan büyük işlere kalkışmayalım, haddimizi bilelim’ deme alışkanlığına sahip olmuşuz maalesef. Bu kompleksten kurtulmamız gerekir. Türkiye’nin bölgesinde ve ötesinde söyleyecek sözü vardır, olmalıdır.
- Türk dış politikasında işin maceracılık boyutunda ölçü son dönemde biraz kaçmış olabilir mi?
Ben ‘Türkiye hiçbir zaman maceracı olmamıştır ama yaratıcı ve inisiyatif sahibi olmalıdır’ derken aynı zamanda gerçekçi olmamız gerektiğini de söylemiştim. Ama gerçekçi olmak, ne gücünüzü, imkânlarınızı ve kabiliyetinizi olduğundan büyük görmenizi ne de olduğundan küçük görmenizi gerektirir. Dış politikada süreklilik ve değişim arasında kurulacak denge de önemlidir. Tarihin ve coğrafyanın bir sonucu olan değişmez parametreler ile siyasetin dinamik parametreleri arasında bir denge kurarsınız. Atatürk dönemi dış politikasında da bunun örnekleri vardır. Montreux Sözleşmesi ve Hatay meselesinin çözümü bunun örnekleridir. Türkiye bölgesel bir güçtür, tarihi derindir. Bu tarihi derinliğin ve stratejik zeminin avantajlarından yararlanarak uluslararası sisteme gereken katkılarda bulunma sorumluluğunu da taşıyoruz. Evet, son dönemde dış politikada yaratıcı ve inisiyatif sahibi olmaya çalışıyoruz. Kendimize güvenimiz arttı, herkesle aynı göz hizasında konuşmaya başladık. Bunlar Türkiye’nin kendine güveninin pekiştiğinin işaretleridir. Türkiye bugün dünyada en fazla görüşüne başvurulan; hatta görüşü öncelikli olarak merak edilen birkaç ülkeden biridir.
- Ankara’da dış politikaya yön verenler herhangi bir noktada ‘Türkiye’nin Sünnicilik yaptığı algısı Suriye’de ılımlı da olsa Sünni İslamcı grupların Esad rejimine karşı desteklenmesi nedeniyle yükselmiş olabilir’ gibi bir özeleştiri yaptı mı?
Türkiye, Suriye Halkının Dostları Grubu’yla birlikte Suriye’deki ılımlı muhalefeti destekledi. Yüzü aşkın ülkeden oluşan bu grup, Suriye halkının meşru temsilcisi olarak Suriye muhalefetini kabul etti. Bunlar maalesef çok çabuk unutuluyor. Aslında Irak gibi Suriye için de aynı şey geçerli; yönetim mezhepçi davranınca kendisine muhalif olanları mezhepçi diye tanımlıyor. Burada bir oyun var ve bu oyunun nereden kaynaklandığı da gayet açık. Bugün Suriye’deki rejimin mezhepçi olmadığını kimse söyleyemez. Esad’ın babası Arap milliyetçiliği genel şemsiyesi altında Baas’çı bir anlayışa sahipti. Fakat Beşar Esad tamamen mezhepçi bir anlayışla devleti yönetti ve baskısı da giderek daha mezhepçi bir yapıya büründü. Bu da halkın büyük çoğunluğuna karşı bir savaş demekti. Suriye Halkının Dostları Grubu’nda birlikte olduğumuz tüm ülkelerle birlikte Suriye halkının ve muhalefetinin yanında durduk. Mezhepçiliği, her türlü ayrımcılığı ve baskıyı reddeden Suriye halkının demokrasi talebini destekledik. İnsanları uzun müddet çaresiz ve hayal kırıklığı içinde bıraktıktan sonra onları kendilerinin aslında arzu etmediği etiketlerle tanımlamak son derece yanlıştır. Bugün Suriye-Irak havzasında 55 milyon insan yaşıyor. Bu coğrafya her zaman çokkültürlü, farklı mezheplere ve dinlere mensup gruplardan oluşmuş. Eğer merkezi yönetim Irak’ta Irak kimliğine sahip çıkmazsa ya da Suriye’deki yönetim Suriye kimliğine sahip çıkmazsa ve belirli bir grubun çıkarını savunursa mezhepçi kutuplaşma derinleşir.
- 15 Temmuz darbe girişimine Batı ilk başta şüpheci bir yerden baktı. ‘Türkiye’de zaten insan hakları alanında sorunlar çok. 15 Temmuz bahanesiyle muhalefet susturulacak, gazeteciler hapse atılacak’ şeklindeki kaygıları öncelediler. Darbe girişimine katılan askerlere yapılan kötü muamele ‘işkenceye sıfır tolerans sona mı erdi?’ sorularına neden oldu. Neden sizce?
Birinci faktör, olayı anlamakta ve algılamakta geç kalınmış olunması. Bu terör örgütünün yurtdışındaki lobisini de içine alan Türkiye karşıtı bir kampanyanın mevcut olması da bir diğer faktör. Türk demokrasisini ve anayasal düzenini hedef alan bu alçakça darbe girişimini bütün dünyaya farklı biçimde takdim etmeye çalıştılar. Ancak, bu kampanyanın yarattığı kafa karışıklığı uzun sürmedi. Halkımızın demokrasimizi sahiplenmesiyle bertaraf edilen bu tehdidin boyutları ve girişimin arkasındaki tablo süratle açığa çıktı. Gerçekleri dünyaya anlatabildik ve anlatmaya devam ediyoruz. Neticede Türk demokrasisi gücünü ve rüştünü ispat etti.
- Gülen teşkilatının lobi gücü Türkiye’nin bütün diplomatik baskılarına rağmen Avrupa’da ve Amerika’da çok güçlü. Ankara’nın en üst perdeden Washington yönetimini uyardığı tarihlerde Gülenci olarak bilinen kişiler 15 Temmuz’u anlatmak için Amerikan Kongresinin alt komisyonuna davet edildi. Bu teşkilatın lobi gücünün bundan sonra da Türkiye’nin dış politika pozisyonlarını sabote edebileceğine dair kaygılarınız devam ediyor mu?
Bu terör örgütünün gücü öncelikle Türkiye’de belirgin şekilde kırılmıştır. Dünyadaki yapılanmasına ilişkin mücadelemiz de kapsamlı şekilde sürmektedir. Geniş bir coğrafyada örgütlenmiş bir yapıdan söz ediyoruz. Dolayısıyla bu mücadelenin derhal tam anlamıyla sonuca ulaşmasını beklemek doğru olmaz. Ama bu örgütün içyüzünü anlatmaya ve muhataplarımızı uyarmaya kararlılıkla devam edeceğiz. Birçok ülkede ve alanda ciddi mesafeler aldık, çabalarımızın sonuçlarını elde etmeye başladık.
Bu örgütün liderinin ABD’de ikamet etmesi özel bir önem taşıyor. ABD’den iade talebimizin bir an önce sonuçlandırılması için ortak bir mesai sürdürüyoruz. Biliyorsunuz, ABD Adalet Bakanlığı’nın bazı uzmanları Türkiye’ye geldi. Bizim uzmanlarımız ABD’ye gidiyorlar ve bu iade dosyasının hızla sonuç alınacak bir şekilde yürütülmesi için çaba sarf ediyoruz. ABD Başkan Yardımcısı Türkiye’ye geldiğinde bu darbe girişiminin sorumlularının adalet önüne çıkartılması için ülkesinin bizimle işbirliği yapacağı konusunda açık taahhütte bulundu. Bunun takipçisi olacağız, ABD ile bu konudaki ortak mesaimizi sürdüreceğiz.
- ABD tarafının izahatlarında hep şu vurgu var; Biz yönetim olarak elimizden geleni yapacağız ama Amerikan yargısı kendisi karar verir. 2008’de yönetim Gülen’in yeşil kartının uzatılması aleyhine bir görüş bildirmesine rağmen yargı tam tersi istikamette karar verdi.’ İadeden önce beklediğiniz tedbirler neler?
İade dosyası bir bütün biliyorsunuz. Türkiye ile ABD arasında bir suçluların iadesi anlaşması var. Neyin nasıl ve ne zaman yapılacağı bu anlaşmada belirlenmiş durumda. Bu anlaşmanın yürütülmesinden iki ülke de sorumlu. Suçluların iadesi anlaşmasında yargı kadar yürütmenin de bir sorumluluğu var. Anlaşma iki ülke hükümetleri tarafından imzalanmış bir belge. Adalet ve Dışişleri Bakanlıkları’nın bu anlaşmanın yürütülmesinde işbirliği yapmaları esastır. Türkiye’deki mahkemeler gibi ABD’deki mahkemeler de tabiatıyla bağımsızdır. Yalnız anlaşmalar iki devlet arasında yapılır ve devletlerin bütün organlarını bağlar. Bunlara mahkemeler de dahildir. Anlaşma aslında iç hukuk bakımından bir yasa hükmü taşır, dolayısıyla anlaşma hükümlerine uygun karar almak mahkemelerin de görevi ve sorumluluğudur. Dolayısıyla normal şartlarda yargı sürecinin iadeyle sonuçlanması gerektiğini düşünüyoruz.
- 15 Temmuz’dan beri Türk kamuoyu ‘ABD’de istihbarat örgütlerinin bir kanadı planladı ya da göz yumdu başarılı olmasını bekledi, o yüzden çok geç tepki verdiler’ şeklindeki tezlere çok itibar etmiş gözüküyor. Dış politika yapıcılardan biri olarak Amerikan yönetiminin bu darbe girişimine bir şekilde müdahil olduğunu ya da en azından göz yumduğunu düşündürtecek bir veriyle karşılaştınız mı?
Bu konuda değişik vesilelerle, her düzeyde, gereken açıklama yapılmıştır. Bu aşamada bizim için önemli olan ABD resmi makamlarının beyanlarıdır. Bu beyanlara güvenmek durumundayız. Bu tür spekülasyonlar ve algılar esas itibarıyla bahse konu terör örgütünün liderinin ABD’de ikamet etmesinden kaynaklanmaktadır. Bu durum halkımızın zihninde bazı soru işaretlerine yol açabilmektedir. Ama başta da söylediğim gibi bu sorunun çözüme kavuşması için mevcut mekanizmalar işletilmekte ve ABD ile işbirliğiniz sürmektedir.
- İngiltere halkı Brexit referandumunda Avrupa Birliği’nden çıkma yönünde bir tavır koyduktan sonra Türkiye’nin üyeliğine yönelik tartışmalar da yeni bir boyut aldı. Dışişleri Bakanlığı’nın AB hedefinde bir değişiklik oldu mu?
Türkiye olarak bizim hedefimizde bir değişiklik olmadı. Ama bu soruyu AB üyesi ülkelere sormak lazım. Onların Türkiye’ye ilişkin vizyonları değişti mi? Eğer AB’nin Türkiye’nin bazı uygulamalarıyla ilgili rahatsızlığı var ve AB kurallarına uymasını bekliyorsa bu konuda irademiz tam. Ama eğer Türkiye ile ilgili eleştiri ya da tereddütleri kimliğimizle ilgilisiyse, bize “farklı” olduğumuz için karşı çıkıyorlarsa, o zaman aslında ortak bir zemin kalmamış demektir. Bu konuda AB’nin kendi içinde bir durum tespiti yapıp ne istediğine karar vermesi gerekiyor. Yalnız şunu da vurgulamalıyım: AB üyeliğinden bağımsız olarak Türkiye her zaman Avrupa’nın birkaç büyük ülkesinden biri olmaya devam edecek. Dolayısıyla bizim Avrupa’nın ortak geleceğine ilgimiz AB üyeliğine bağlı bir ilgi değil. Türkiye büyük bir Avrupa ülkesidir ve hep öyle kalacaktır.
- Siyasi vetolar nedeniyle teknik müzakere sürecinde işler çok yavaş yürüyor. Bunun gerçek nedeni de aslında AB’nin Türkiye’den vazgeçmiş olması mı?
Bizim için tam üyelik müzakerelerinin içinde bulunduğu durgunluk kabul edilebilir bir şey değildir. Buradan eğer AB’nin Türkiye ile ilgili olumsuz bir çizgiye doğru kayması ve artık Türkiye’yi tam üye olarak içinde görmek istemediği gibi bir değerlendirme noktasına gelmesi söz konusuysa bu Avrupa’nın geleceği bakımından büyük bir zaaf olur. Türkiye’yi içine almayan bir AB seküler bir proje olma özelliğini kaybeder, bir Hıristiyan projesi olur. Halbuki biz AB’yi bir seküler demokrasi projesi olarak görüyoruz.
- Kıbrıs’ta 2016 bitmeden çözüm konusunda umutlu musunuz?
Kıbrıs konusunda önemli ve tarihi bir dönüm noktasındayız. Sayın Cumhurbaşkanımız tarafından 2004 yılında ifade edilmiş olduğu ve o tarihten itibaren esasen ortaya koyduğumuz gibi, Kıbrıs sorununun çözümünde her zaman bir adım önde olmaya devam edeceğiz. Yalnız bu sonsuz bir müzakere süreci değildir. Herkes şunu biliyor ki, bu yıl sonunda eğer BM Genel Sekreteri’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde yürüyen müzakerelerde Ada’da iki kurucu devletin eşitliği temelinde bir ortak devlet kurulması yoluyla bir çözüme varılamayacaksa o zaman artık bu oyun burada noktalanacaktır. Gerek BM Genel Sekreteri gerek AB Komisyonu Başkanı Juncker artık bu oyunda sona gelindiğini söylemişlerdir. Kıbrıslı Rumlar bu gerçekçi tespitlere tepki göstermişlerdir ama kendileri de gayet iyi biliyor ki eğer bu yıl sonunda 2014 Şubat’ındaki ortak bildiride kayıtlı parametreler çerçevesinde bir çözüm ortaya çıkmazsa artık yeni bir oyun kurulacaktır. Bu aşamada da sadece ve sadece Ada’daki iki devlet arasında bir barış anlaşması müzakere edilebilir. Ancak biz bu noktada iki kurucu devletin eşitliği temelinde bir çözümün yakın ve mümkün olduğuna inanıyoruz. Bu yıl sona ermeden çözüm konusundaki anlaşmanın ortaya çıkacağını ve böylece yeni bir ortaklık devleti kurulacağını düşünüyoruz.
- Size 2010’da ‘Siyasete girmeyi düşünüyor musunuz?’ diye sorduğumda ‘Siyaset emeklilik işi değil, ben emekli olduktan sonra akademik hayata geçmeyi düşünebilirim’ demiştiniz. 2015’teki seçim hükümetinde geçici olarak Dışişleri Bakanlığı yaptınız. Siyasete uzak duruşunuzda değişiklik oldu mu?
O görev bir seçim hükümetinde üstlenmiş olduğum anayasal bir görevdi. Bir anayasal sorumluluktu. Üç aylık Bakanlığım boyunca, elimden geldiğince Sayın Cumhurbaşkanımız ve Sayın Başbakanımız tarafından bana emanet edilen görevin hakkını vermeye çalıştım. Size o zaman da söylediğim gibi siyaseti bir emeklilik meşgalesi olarak görmüyorum. Ayrıca şu anda 7 yılı aşkın Müsteşarlık görevimi tamamlamış olmanın huzuru ve mutluluğu içindeyim. Dışişleri Bakanlığı gibi güzide bir kurumda bu kadar uzun süre Müsteşarlık yapmak büyük bir sorumluluk ve şerefti. Şu anda yeni bir göreve, BM nezdindeki Daimi Temsilcilik görevime başladım. Bu görevimin hakkını vermek şu andaki tek düşüncem. Daha sonra da ülkeme farklı alanlarda hizmet etmeye devam edeceğim.