Türk asıllı İtalyan Yönetmen Ferzan Özpetek, 3 Mart’ta vizyona girecek olan "ilk Türk filmim" dediği 'İstanbul Kırmızısı' hakkında, "Bu filmde gördüğünüz İstanbul bir süre sonra olmayacak! O yüzden filmi çekerken, şehirde duyulan pek çok sesi kaydettik. Ambulans sesleri, polis sirenleri, martı sesleri, yürüyüş sesleri, Boğaz’ın sesi, tabii ki ezan sesi, kilise çanları..." dedi.
"İtalya'da 41 yıldır devamlı olarak insanlara 'Türkiye, sizin zannettiğiniz ülke değil!" diyorum diyen Özpetek, "Gerçi bir an geliyor, 'Biz öyle değiliz, biz şöyle değiliz!' demekten sıkılıyorsun. O yüzden de izleyince şaşırıyorlar. Bu filmi çekerken de bombalar patlıyordu. Bana mesaj atıyorlardı, 'Sen deli misin? Niye hâlâ orada duruyorsun, kalkıp gelsene!' filan diye. İstanbul'un terörün kol gezdiği bir şehir olarak algılanmasına üzülüyorum" ifadesini kullandı.
İstanbul Kırmızısı'nın başrollerini, Tuğba Büyüküstün, Nejat İşler ve Mehmet Günsur ile paylaşan Halit Ergenç Beyaz Show'da şarkı söyledi:
Ferzan Özpetek'in, Hürriyet'ten Ayşe Arman'a verdiği ( 26 Şubat 2017) söyleşi şöyle:
Nefesimizi tuttuk, ‘İstanbul Kırmızısı’nı bekliyoruz. Heyecanlıyız...
- Ben de! Ama korkuyorum da... Bu 11’inci filmim, yine de gerginlik oluyor. Film çekmek böyle bir şey, kendini ortaya koyduğun bir şey yapıyorsun. Kendi dünyanı, bakışını, duygularını anlatıyorsun. “Ya beğenmezlerse, ya sevmezlerse?” diye bir endişen oluyor...
Deli misin, sen Ferzan Özpetek’sin! Beğenmemek mümkün mü?
- Öyle deme! 11’inci filmim ama hâlâ amatörüm. Hep içim pır pır. Tabii ki bu filmi beğenen de olacak, beğenmeyen de. Üstelik bu sefer içinde İstanbul var! Heyecan duble!
Bu, senin ilk Türk filmin mi?
- Evet. Ben 13 Mayıs 1996’da ‘Hamam’ı çektim. Kısıtlı imkânlarla ama tutkuyla. Onu Türk filmi olarak saymıyorum. Çekerken hep dedim ki, “Arkadaşlar! Bu filmde anlattığımız İstanbul artık olmayacak!” Koskoca Amerikan arabalarının olduğu, mahalle kavramının öne çıktığı, insan ilişkilerinin çok sıcak olduğu bir İstanbul’du. Gerçekten de artık yok! Şimdi de diyorum ki, ‘İstanbul Kırmızısı’nda gördüğünüz İstanbul da bir süre sonra olmayacak!” O yüzden filmi çekerken, şehirde duyulan pek çok sesi kaydettik. Ambulans sesleri, polis sirenleri, martı sesleri, yürüyüş sesleri, Boğaz’ın sesi, tabii ki ezan sesi, kilise çanları...
İtalya’daki tepkiler nasıl?
- Çok sevdiler filmi ve şaşırdılar. Bilenler biliyor ama bilmeyenler de var. “Aa İstanbul böyle bir şehir mi” dediler. Beni en çok gururlandıransa oyunculara bayıldılar. Halit (Ergenç) ve Tuba (Büyüküstün) pek çok ülkede tanınıyor olabilirler ama İtalya’da tanınmıyorlardı. Şimdi bu ikiliyi filmde gördükleri zaman akılları gidiyor...
Neden bunca yıl sonra bir Türk filmi yaptın?
- Buradaki hayatı seviyorum. Bu şehri seviyorum. İstanbul’da olmak benim için bir tür flört gibi. 41 yıldır İtalya’da yaşıyorum. Artık İtalyanca düşünüyorum ve yazıyorum. Orası evim. Ama burası da evim. Türkiye’de olduğum zamanlar da kendimle ilgili bir sürü şeyi keşfediyorum. Ve hep ne kadar şanslı olduğumu düşünüyorum. İki dilim, iki toprağım, iki bayrağım ve iki şehrim var. O yüzden de benim gördüğüm İstanbul’u anlattım. Beni şaşırtan, beni büyüleyen...
Senin İstanbul’un aslında bizim de görmek istediğimiz İstanbul. Çarpık kentleşmenin, devasa bir şantiyenin İstanbul’u değil...
- Evet. Kuledibi’nde evim var. Bir gürültü geliyor, bakıyorum pencereden, nereden diye. Bir taraftan bu şehir dev bir şantiye, kayaları deliyorlar. İnsanın beynini oyuyor o ses. Sonra birden, müezzinin şahane sesi gökkubbeye yayılıyor, ezan okunuyor. Bu şehir, bir yandan kutsal, öte taraftan tam tersi. Ama asla kayıtsız kalamayacağınız güzellikte bir tezatlar şehri...
Filmin, senin ‘İstanbul Kırmızısı’ kitabından uyarlama...
- Doğru. Ama film kitaba pek benzemiyor. Evet, kitapta olan bir sürü karakter filmde de var. Anne, erkek kardeş, teyzeler gibi. Fakat ben Orhan’ı (Halit Ergenç) ekledim. 20 yıl önce yazdığı tek bir kitapla büyük bir üne kavuşmuş ama Türkiye’den ayrılmış bir yazar. Ki o zamandan bu zamana artık yazmayı bırakmış ve İngiltere’de editörlük yaparak yaşıyor. Ve Deniz Soysal’ın (Nejat İşler) kitabının düzeltmelerini yapmak için Londra’dan İstanbul’a geliyor...
Peki bu filmle insanlara ne demek istedin?
- Pek çok şey. Biri de “Ben işte bu şehirden çıktım!” 41 yıldır devamlı olarak şunu anlatıyorum zaten: “Türkiye, sizin zannettiğiniz ülke değil!” Gerçi bir an geliyor, “Biz öyle değiliz, biz şöyle değiliz!” demekten sıkılıyorsun. O yüzden de izleyince şaşırıyorlar. Bu filmi çekerken de bombalar patlıyordu. Bana mesaj atıyorlardı, “Sen deli misin? Niye hâlâ orada duruyorsun, kalkıp gelsene!” filan diye. Dünse bir tweet atmak istedim: “Pera Palas şahane! Dünya güzeli bir otel. Çok da makul fiyatlara kalınabilir. İstanbul, her zamankinden güzel. Bütün müzeler bomboş, kalkın gelin!” Ama tweet atmak yerine dostlarıma söyledim. Terörün kol gezdiği bir şehir olarak algılanmasına üzülüyorum tabii...
Filmde Nejat İşler’in canlandırdığı Deniz Soysal sen misin?
- Deniz bana benziyor. Sadece bir aylığına Türkiye’de, aslında Avrupa’da yaşıyor ve sürekli iş gereği seyahat ediyor. Ama Orhan da biraz benim gibi. Çünkü o da dışarıdan geliyor. Ülkenin nostaljisi ve doğduğu ülkeye zaman zaman yabancı olma duygularını taşıyor. Pratikte kendimi bu iki karakterde ikiye böldüm. Ama bütün oyuncularda benden bir şeyler var...
Senin filmlerinde hep evrensel duygular var: Acılar, söylenemeyenler, vicdan, ölüm...
- Evet, filmin sonunda büyük bir sürpriz var. Yine bu bahsettiğin tüm duygularla karşılaşıyorsun. Hatırlanan geçmiş, anılar, sırların sebep olduğu tramvaların hayata ait sahnelerin içinde birden erimesi. Filmde herkes, bir başkası üzerinden kendini keşfetmeye başlıyor. Geçmişiyle yüzleşirken, kendini yeniden inşa ediyor...
Bu film kimleri yakalasın istiyorsun?
- Evinden işe metroyla, otobüsle giden, bu şehri seven, hayatı sorgulayan insanları yakalasın isterim. Ben bu filmi çekerken İstanbul’da hissettiğim bir hava vardı...
Filmi benim mumya grubuna izlettim
Nedir o?
- Belirsizlik. Ne olacağının belli olmama hissi. İşte o havada asılı kalan şey, o belirsizlik hissi, filmde de var... Filmi, benim mumya grubuna izlettim, bin yıllık arkadaşlarım. Bir şeyi seni mutlu etmek için söylemezler, sıkı eleştirirler. İzlediler. Bitti. Bir sessizlik oldu. Havada bir şey asılı kaldı. Hoşuma gitti, “Beğendiler demek ki!” diye düşündüm. Sonra Serra (Yılmaz) seyretti, ağlamaya başladı. “Kız ne ağlıyorsun, manyak mısın sen!” dedim. “Ya işte Zerrin bana çok dokundu!” dedi. Sonra sanki filmi ben çekmemişim gibi, bana Zerrin sahnesini anlatmaya başladı. İtalya’nın meşhur bir gazetecisi var. O geldi eve. İzledi. Yemek de yiyoruz birlikte. Kadın, “Çok beğendim!” dedi, sonra birdenbire hüngür hüngür ağlamaya başladı. “Niye ağlıyorsun?” diyorum, “Bilmiyorum!” diyor. Böyle bir film. Vizyona girdikten sonraki yorumları heyecanla bekliyorum...
Filmi çektiğin ekip Türk müydü?
- Evet. Diyorum ya ilk Türk filmim. Ekibe bayıldım. Valla, İtalya’ya götüreceğim onları. Art direktörü götürüyorum, makyaj sanatçısını da...
İtalya’dakilerden ne farkı var?
- İşini tutkuyla yapma olayı...
İtalya’da yapmıyorlar mı?
- Sanki azaldı Avrupa’da bu tutku olayı. Ben Türkler kadar çalışkan insan az gördüm. Bir de kardeşim, inanılmaz pratik bir milletiz. İtalya’da bir avukata, “Şunu şunu hazırlar mısın?” dersin, o gün çarşambadır, pazartesiye ancak hazır olur, Türkiye’de aynı saatte yaparlar!
Şu ‘havada asılı kalma’ hissini açsana...
- Benim sevdiğim bir şey aslında bu! Gerçeğim de bu. Bir dergi benim için “Türk yönetmen” diyor, başka bir dergi, “İtalyan yönetmen”, öbürü “Türk asıllı” diyor. Artık aldırmıyorum. Biliyorum ki hem Türk’üm hem İtalyan. Ama işte insanlar bir tanım bulmak istiyorlar. Her şeyi, her durumu belirlemek istiyorlar. Oysa, benim hayatım belirsizlik üzerine. Hayatımdaki pek çok şey için geçerli bu. Bu filmde de, insanlara bu his geçecek. Hayat da çünkü böyle bir şey. Belirsiz aslında. Onu sahici yapan da bu belirsizliği... Ne var ki, bu aralar, İstanbul’un havası değişik. Melankolik bir hava var. Bir durgunluk, bir belirsizlik var. Yarının ne olacağı belirsizliği var. Onu çok duyuyorum havada...
Bu da negatif boyutu mu?
- Evet.
Bunun da yaşadığımız siyasi durumla mı ilgisi var?
- Elbette. Siyasi durumla, ekonomik durumla, dünyanın gidişatıyla, hepsiyle ilgisi var. Ama dünyanın başka bir ülkesine git, orada da herkes endişeli. Baksana dünyadaki politik değişimlere, taşlar yerinden oynuyor. Bütün dünya tek adamlığa kayıyor...
Flört benim çok hoşuma gidiyor. Flört derken, ille de kadınla erkeğin ya da iki erkeğin flörtü değil. İnsan her şeyle flört edebilir. Bir şehirle de edebilir. Ya da sana kahve getiren garsonla da edebilirsin. Napoli’de çok hissedilen bir şeydir. Mesela karşıdan karşıya geçersin, o sırada bir araba fren yapar, sana gülümser şoför, yol verir. Küçük, masum bir flörttür o. Hep havada böyle bir şey vardır o şehirde. Benim İstanbul’la da böyle bir ilişkim var...
Ölümden korkuyor musun?
- Ölüm canımı sıkıyor! Madonna’nın söylediği hoşuma gitti. Diyor ki “Ölen insan, öldüğünü bilmiyor. Acıyı, başkaları yaşıyor. Aptallar için de aynı şey geçerli. Onlar da aptal olduklarını bilmiyor. Acıyı başkaları yaşıyor!” O tabii Trump’a gönderme yaptı ama sevdim bu benzetmeyi. Bana ölüm “O zaman ne anlamı var ki hayatın!” dedirtiyor bazen. Seneler evvel bir gün evden çıktım, karşıdan karşıya geçiyorum, bir araba geçti yanımdan. Aaaaa bir de baktım, içinde Fellini oturuyor! “Vayyyy!” dedim, “Fellini geçti yanımdan!” Düşün o koskoca Fellini bile öldü! “Eserlerinle yaşıyorsun!” filan diyorlar ya, artık ona da inanmıyorum...
Yakın zaman önce anneni kaybettin, başın sağ olsun...
- Teşekkür ederim. İlk defa annemin olmadığı bir İstanbul’a geliyorum. Fena tabii. Aklımca çeşitli savunma mekanizmalarını devreye sokmaya çalıştım. Uçak, İstanbul’a inerken çok ağladım. O artık yok diye. Sonra birkaç kere daha fena oldum. Pera Palas’ta, otelde mesela. Evde kalmak istemedim ama tabii orası da annemi hatırlattı, onun dünyası, o hava. Ama yapacak bir şey yok. Kaçacak yer de. Annem, şehrin her yerinde, hem de her yaştaki haliyle...
Hayatının bu döneminde, sevdiklerin, dostların çeşitli hastalıklarla boğuşuyor...
- Evet, hayatımdaki en zor dönemlerden biri. Hiç bu kadar zorlandığım olmamıştı. Ekonomik olarak bir sıkıntım yok, bir sürü proje var, teklif var. Sağlığım da iyi Allah’a şükür ama sevdiklerimin bir kısmı hastalıklarla boğuşuyor. Üzülüyorum, hayatı sorguluyorum...
Neler geçiyor aklından?
- Her şey, bir anda değişebilir. Milyonlarca Euro’n olabilir, yalıların, katların, yatların... Altı ay içinde her şey tamamıyla tepetaklak olabilir, hepsi elinden gidebilir. Böyle bir dünyada yaşıyoruz artık. Bugün sağlığın çok iyidir, ertesi gün hayatın kayabilir. Bunun bilincine vardığımız bir dünya bu...
Etrafındaki hastalıklar mı böyle hissetmene sebep oluyor?
- Bilmiyorum, “Yaşlanıyorum acaba ondan mı böyle şeyler düşünüyorum?” diyordum ama pek çok genç de böyle hissediyor. İnsanın yaşının ilerlemesi bambaşka bir şeymiş tabii. Bizi aldattıklarını düşünüyorum! Hayat, öyle çabuk geçen giden bir şeymiş ki, söylemediler, uyarmadılar! Tabii teknoloji de çok şey değiştirdi hayatımızda. Devamlı olarak bize bilgi geliyor. 30 sene önce nerede cart diye istediğin biriyle konuşacaksın. Şimdi mesela internete bakıyorum, kim ölmüş, kim kalmış biliyorum, gazete başlıklarına bakıyorum, tüm dünyadan haberdar oluyorum. Eskiden öyle miydi? 3-4 gün sonra geliyordu haberler. Hayat hızlandı, artık hiçbir şeye vaktimiz yok, hep acelemiz var...
Halit yerine Colin Firth mü oynayacaktı?
- Evet. Ama sonra senaryoda değişiklikler yaptım, İngiliz’i Türk’e çevirdim ve Halit başrol oldu.
Colin Firth kabul etmiş miydi?
- Etmişti. Ama 7 Haziran seçimlerinden sonra art arda bombalar patlamaya başladı ve Türkiye onlar için güvenli bir ülke olmaktan çıktı. Ben de filmin orijinal haline döndüm. BKM’yle, Türk oyuncularla çektim. İyi ki öyle yapmışım!
Performanslarından memnun musun oyuncuların?
- Hem de nasıl! Halit kadar iyi oyuncu çok az gördüm ben. Onun rolü çok zordu. Ama hepsi harika, hepsi özel. Nejat, kendi kendini hazırlayan bir oyuncu. “Çok hoş oldu!” diyorsun, “Yok bir tane daha çekelim!” diyor. Memo’yu (Günsür) zaten tanıyorum ama Memo mesela konuşmasını, yürümesini değiştirdi. Filmde bambaşka bir tavra girdi. Tuba’ya gelince çok özel bir oyuncu ve inanılmaz güzel bakıyor. Hepsi müthişti!
Tuba’nın saçı olay oldu. Nasıl kıydınız saçlarına?
- Valla, İtalya’dan kuaför geldi kesti...
Nasıl yani?
- Basbayağı!
Bir kere mi geldi?
- Hayır, üç kere geldi... E saç dediğin uzuyor çünkü. Burada da çok iyi kuaförlerimiz var ama çoğu modada çalışıyor, sinemada değil. Oynayan saç olmuyor, bense kısa da olsa akan saç istiyordum. Bir de tabii o kuaförle çalışmaya alışığım...
Bir de meşhur bir martı sahnesi var değil mi?
- Offff sorma, o sahne için kilolarca istavrit gitti! Boğaz’ın martıları ekmek filan yemiyormuş onu anladık! Prodüksiyon süperdi bu arada, “Şurada biraz martı olabilseydi keşke!” diyorsun, “Tabii efendim” diyorlar, sürekli yanlarında balık taşıyorlardı, tabii Boğaz’ın martıları da orada bitiveriyordu...
Benim sevdiğim bir laf var filmde...
- “İstanbul bir sürtüktür, kimseyi geri çevirmez!” Doğru ama... O kadar baştan çıkarıcı bir şehir burası!
Simone, bel fıtığı oldu. Bir süredir her gün ona iğne yapıyorum. Sabahları kahvaltı hazırlıyorum, ardından alışverişe gidiyorum, yemek pişiriyorum, o arada filmle ilgili şeyler oluyor, onları hallediyorum, sonra bulaşık yıkıyorum. Gündelikçimiz var ama yarım gün gelebiliyor. Bazen röportaja gazeteciler geliyor eve. Adam mesela diyor ki, “11’inci filminize geldiniz, kendinizi nasıl hissediyorsunuz Ferzan Bey?” Bilmiyor ki, o sırada bir sürü ev işi var beni bekleyen! Neyse ki sürekli böyle bir hayatım yok. Ama bir ev kadınının hayatı çok zormuş, anlamış bulunuyorum...
Fakat bir taraftan da bu rutinler bizi koruyor. Yemek pişirmek, alışveriş yapmak, etin bilmem nesini, mevsimin sebzesini seçmekle uğraşmak ya da kuyruğa girmek. Ben bundan tuhaf bir haz da alıyorum. Mesela süpermarkette alışveriş yapıyorum, yanıma biri yaklaşıyor, “Gerçekten siz misiniz?” diyor. “Evet” diyorum. “Ama alışveriş yapıyorsunuz!” diyor. İçimden gülmem geliyor. Tabii yapacağım, Simone evde hasta yatıyor, yemek bekliyor, kim pişirecek?