Gülen cemaati lideri Fethullah Gülen, isim vermeden geçtiğimiz günlerde Afrika turu kapsamında ziyaret ettiği Etiyopya'da "Buradaki cemaate ait Türk okullarını kapatın" çağrısı yapan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'a göndermede bulundu. "Tahribatçılar gitmiş, kafa karıştırmaya çalışmışlar" diyen Gülen, "Oradakiler onlara demişler ki: “Gidin Allah’ınızı severseniz. Biz yirmi senedir bu insanları tanıyoruz, sizin güft u gûnuza (dedikodunuza) mı kanacağız?!.” ifadelerini kullandı.
Gülen'in herkul.org'ta "Allah’a neden tevekkül etmeyelim ki?!." başlığıyla yayımlanan (26 Ocak 2015) son sohbetinden satır başları şöyle:
*Fırtınalar ne kadar muhalif eserse essin, hakiki mü’minler, tam bir tevekkül içinde, hızlarını biraz daha artırmaya bakarlar; sistemlerini daha bir ciddi nazar-ı itibara alır, gözden geçirirler; şartların, genel durumun ve atmosferin müsaadesi nispetinde hızlı hareket etmeye çalışırlar.
*Sıkıştırılan insanlar -zannediyorum- o sıkışma içinde biraz durur, düşünür ve alternatif yollar oluştururlar. Belki şartların el verdiği, başkalarının destek olduğu, dayanağın/payandanın mebzulce bulunduğu geniş zamanda insan bir kısım hususları düşünemeyebilir. Ama şartların el vermediği yerlerde, o güne kadar hiç akla gelmeyen enteresan, sürpriz şeyler insanın aklına gelebilir. İhtimal, muztarrın duasının kabul edilmesi de bununla alakalıdır. Öyle bir ıztırar hali söz konusu olmayınca, sıkışmış bir kalble, çaresizlik ruh haleti içinde ve yürekten Cenâb-ı Hakk’a teveccüh olmayabilir. Nasıl olsa her şey -halk ifadesiyle diyeceğim- “tıkırında gidiyor” ise, insan -bir yönüyle- duyması gerekli olan endişe verici şeyleri duyamayabilir. “Çaresiz, dua ettiği zaman o duaya icabet eden kim?” İşte o ruh haleti ve böyle bir sıkışmışlık, dua, tazarru ve niyaz adına öyle şeyler ilham eder ki; sâir rehavet ve rahatlık zamanlarında, herkesin el verdiği, destek olduğu dönemlerde, insan, Rabbimize karşı o ölçüde bir münasebeti düşünemeyebilir. Bu açıdan da sıkıştırılmada bile bir vech-i rahmet söz konusudur. Hazreti Pîr “cebr-i lutfî” tabirini kullanır; evet, yaşanılanlar bir yönüyle cebrî bir lütuftur.
*Allah Teâlâ cebren size bir lütufta bulunuyor. Bir yönüyle sizi daha duyarlı, daha hassas, daha alıcı bir hale getiriyor. O hale gelince, ciddi bir metafizik gerilim olur. Sonra da Allah’ın izni ve inâyetiyle itilirsiniz, yan yana gelirsiniz, kafa kafaya verirsiniz; enerjiniz birden bire o sinerji ile artar, köpürür. Allah’ın izniyle, o güne kadar yaptığınız şeylerin on katını yapabilirsiniz.
*Bu arada, sizinle aynı duygu ve düşünceyi paylaşmayan ve aynı recâda müttefik olmayan insanlar da şöyle böyle elenir giderler. Çok tekerrür ettiği gibi, altın-kömür birbirinden ayrılır. Elmas ruhlar, kömür ruhlu insanlardan ayrılırlar.
*Yine de öylelerine sırt dönmemek, onları terkliğe terk etmemek ve kendilerini terk edilmişlik içinde hissetmelerine meydan vermemek lazım. Ama bununla beraber çok defa sizinle yürüdükleri yolda size ayak bağı olduklarını da unutmamak lazım. Böyle bir dönemde o korku, o telaş, o endişe, o ye’se kapılmışlık, o recâsızlık gibi estirdikleri hava ile -zannediyorum- sizin kuvve-i mâneviyenizi de kırarlar. Bu açıdan, bazı kimselerin “Kalbimiz sizinle beraber ama şimdilik bizimle meşgul olmasanız…” deyip bir kenara çekilmeleri iyi olmuştur. Biz de onu öyle olduğu gibi kabul edelim; onların o dediklerini tebessümle karşılayalım. Bir vech-i rahmet vardır. İnşaallah, iyi zamanda yine yanınıza gelirler, siz de meseleyi hiç görmemiş gibi davranırsınız; tam öfkelenilecek yerde öfkenizi yutarsınız.
*Kur’an-ı Kerim, “O müttakîler ki, bollukta da darlıkta da Allah yolunda infakta bulunurlar, kızdıklarında öfkelerini yutar, insanların kusurlarını affederler. Allah, böyle iyi davranan ihsan ehlini sever.” (Âl-i İmrân, 3/134) mealindeki ayet-i kerimede öfkesine mağlup olmayanları, bilakis onu yenip akl-ı selimle hareket edenleri nazara vermektedir. Öfkesini yutan, hiddet ateşini sabırla içinde tutup boğarak söndüren, zarar gördüğü kimselerden öç almaya gücü ve kudreti olsa dahi intikama kalkışmayan ve kötülük edenlere karşı afv ile muamelede bulunan kimseleri takdirle anmaktadır.
*Bazı ahvâl oluyor ki, bazı şeyler insanlık piyasasında, pazarında, çarşısında revaç buluyor. Bir dönemde bakıyorsunuz ki yalan, râiç. Bir bakıyorsunuz, bir yerde tezvîrât başını almış gidiyor. Bazı dönemlere bu türlü mesâvî hâkim oluyor. Birileri, birilerini sürekli çekiştiriyor, iftirada bulunuyor, intikam hissiyle hareket ediyor. İntikamını alamayınca oturup düşünüyor; “Ne desem? Ne etsem? Nasıl karalasam?” diyor. Dolayısıyla atmosfer bu mülahazalarla ve bu mülahazaların seslendirilmesiyle kirleniyor. İşte böyle bir dönemde insanın kendisi olması; kendi öz kimliğini koruması çok önemlidir.
*Allah ile münasebetimiz açısından kendi kimliğimizi sık sık birbirimize hatırlatmamız lazım. Biz mü’miniz! Mü’min, yeryüzünde emniyetin ve güvenin teminatçısıdır. Herkes en mahremini -eşini, kızını- götürüp onlara teslim edebilir ve gözü arkada kalmaz. Hiç olmayacak emanetler onlara tevdî edilir; sahiplerinden daha ciddî bir hassasiyetle o korunmuş olur. Mü’min budur! Mü’min gezip dolaştığı her yerde bir güven atmosferi oluşturur. Bu, hakiki mü’min olanların gerçek kimliğidir. Bu gerçek kimliğin de arka planı esasen Allah ile münasebettir. Allah ile münasebet meselesini ifade eden şeyler de ubûdiyet-i tâmmedir, ihlas-ı tâmmdır, ihsan-ı tâmmdır, rıza-yı tâmmdır, tevekkül-ü tâmmdır, teslimiyet-i tâmmedir, sika-yı tâmmedir. Bunlarla insan Allah ile münasebetini takviye etmiş, kopmaz hale getirmiş olur.
*Hazreti Sâdık u Masduk (aleyhissalatü vesselam) Efendimiz’in “Âhir zamanda bir duman zuhûr edecek; kâfirleri öldürecek ve mü’minleri de zükâm yapacaktır.” buyurur. Âhir zamanda öyle şeyler ortaya atılacaktır ki, inançsızlar hemen kendilerini salıverecek, gördükleri karşısında adeta baygınlaşacak, sonra şuursuzca onların içine atlayacak ve helâk olup gideceklerdir. İnananlar ise, neticesinin nereye varacağını bilemedikleri o sonradan doğma şeylere belki hemen kendilerini kaptırmayacaklardır ama onlar da bir baş dönmesi, bir bakış bulanıklığı ve kısa süreli de olsa bir şaşkınlık yaşayacaklardır. Arap dilinde bu husus “umumî havadan etkilenme neticesinde gözlerin yaşarmasını, burnun akmasını ve beynin karıncalanmasını” hatırlatan bir deyim olarak “zükâm” ile ifade edilmektedir ki; biz bunu, kendi lisan zevkimiz zaviyesinden “Bazı fanteziler öyle câzip hale gelir ki, insanların başları döner, bakışları bulanır, ağızlarının suyu akar ve kendilerini onların içine bırakıverirler.” şeklinde anlayabiliriz.
*Bu açıdan “kendi kimliğimiz” derken, üzerinde hassasiyetle durduğumuz şey, düşüncelerimiz, tavırlarımız ve davranışlarımız itibarıyla bir farklılık ortaya koymak; asla şirretliklere, bağırıp çağırmalara girmemek; ayrıca yalana-dolana, iftiraya, tezvîre, tenkîle, tehcîre, tehdîde, insanları korkutmaya ve sindirmeye matuf şeylere kulak asmamaktır.
*Hazreti Pir, bizim hesabımıza şöyle diyor: “Eyvah, aldandık! Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat bir uykudur; bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi bir rüzgâr gibi uçar, gider.”Evet, bu kısa ömür, bu kısa dünya hayatı çok çabuk bitecektir; insana düşen aldanmamaya çalışmaktır.
*Ebediyet âlemine adımınızı attığınız zaman geriye dönüp bakacaksınız: “Allah Allah, dakikaymış bu ya!” diyeceksiniz. Hele o cennetin göz kamaştıran, şûle-feşân, dilnişîn bağ ve bahçeleri, yalıları, villaları ve bunların üstünde bunları gölgede bırakacak şekilde Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâkemâlini müşahede etme, “Ben sizden razıyım!..” hitabıyla orada kendini salma öyle şeylerdir ki dakikası dünyanın binlerce senesine muâdil gelir. Öbür tarafa gittiğiniz zaman göreceksiniz bunu. Bu açıdan aldanmamak, bu kısa dünya hayatında güft-ü gûya, dedikoduya, başkalarının yaptığı çirkinliklere iştirak etmemek lazım.
*Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır.
“Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltmeye bakın! Siz doğru yolda olduktan sonra sapanlar size zarar veremez. Hepiniz dönüp dolaşıp Allah’ın huzurunda toplanacaksınız. O da yaptıklarınızı size bir bir bildirecek, karşılığını verecektir.” (Mâide, 5/105)
Tevekkülümüz Allah’adır!..
Soru: Hazreti Nuh, Hazreti Hud ve Hazreti Salih (alâ Seyyidinâ ve aleyhimüssalâtü vesselam) efendilerimizin tehdit ve hakaretler karşısında dedikleri anlatılıyor. “Bizi yollarına hidayet eden, o yolda hıfz u inâyetini de yâr edecektir!” manasını da barındıran bu ayet, “Cenâb-ı Hakk’ın verdikleri, vereceklerinin referansıdır” mülahazasıyla değerlendirilebilir mi?
*Bütün Enbiya-ı İzam bir kısım farklı kelimelerle hep bu büyük hakikati vurgulamışlardır: Allah’a tevekkül ve teslimiyet! Sanki rahat hareket edebilmemiz ve yollarda şaşkınlığa düşmememiz adına ayetin her bir kelimesi bizim için de bir parmak işareti veya bir parola gibi “Arkadaş, bu yolda yürü, yol budur; rehberler bu yolda yürümüştür!..” demektedir.
*Zikredilen ayet-i kerimede mealen şöyle buyurulmaktadır:
“Biz neden Allah’a tevekkül etmeyelim ki yürüdüğümüz/yürüyeceğimiz yollarımızı bize O gösterdi. Bize verdiğiniz her türlü eza ve sıkıntıya kesinlikle sabredeceğiz. Tevekkül edenler yalnız Allah’a dayanıp güvenmelidirler.“ (İbrâhîm, 14/12)
*Ne diye Allah’a tevekkül etmeyeceğiz, ne var ki tevekkül etmeyelim? Bizi bizim yollarımıza, İslam yoluna hidayet etmiştir. Eğer dayandığımız Allah ise ve hepimiz ümmühât itibarıyla sırât-ı müstakimdeysek, bundan sonra sizin bize yapacağınız şeylere, and olsun, dişimizi sıkıp sabredeceğiz, istediğiniz kadar eziyet edin. Niye tevekkül ile sabretmeyeceğiz ki? Esasen tevekkül edecekler de, edeceklerse, Allah’a tevekkül ederler.
*Hazreti Pir, “Mahlûkatın solukları sayısınca Allah’a giden yollar var!” diyor. Usulde değişiklik yok, temel disiplinler zaviyesinden hep aynı; fakat mizaçlar, meşrepler, mezâklar, mezhepler, tarz-ı telakkiler, değişik zamanlar, şartlar ve konjonktür açısından detaya ait meselelerde farklılık olduğundan dolayı ayette “yolumuz” yerine “yollarımız” deniyor.
*Bizi yollarına hidayet eden, o yolda hıfz u inayetini de yâr edecektir. Bundan daha büyük paye olamaz. Bir gün acımızdan ölsek, döşeğimiz kum, yorganımız da atmosfer olsa, yine de “Bizi yoluna hidayet eden, o yolda hıfz u inayetini de yâr edecektir” deyip, yol değişikliğine gitmememiz lazım. Çünkü kazanmışız Allah’ın izni ve inayetiyle. İnsan, dünyayı kaybetmekle bir şey kaybetmiş sayılmaz; esas ahiretini, Allah’la münasebetini, Efendimiz’le irtibatını, Kur’an’la alakasını kaybediyorsa, o zavallı sadece kaybetmekle kalmıyor, kendi de bu dünyada bir yitik gibi yaşıyor demektir.. düşünce dünyasının yitiği, toplumun yitiği!..
*Cenâb-ı Hak pek çok nimetler vermiştir. Şimdiye kadar verdikleri de bundan sonra vereceklerinin referansıdır. Mesela, Hazreti Pir’in, “Ey nefis! Ubudiyet, mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika değil, belki netice-i nimet-i sâbıkadır. Evet, biz ücretimizi almışız.” mülahazasıyla söyleyecek olursak, yoklukta kalmamış vücuda gelmişiz, camid gibi kalmamış canlı olmuşuz, canlılıkta kalmamış insan olmuş, insan-ı mümin olmuşuz, Efendimiz’e ümmet olmuşuz… Bütün bunlar Cenâb-ı Hakk’ın fazl u ihsanıdır; biz çizgimizi korursak, Mevla, bize has lütf u keremini devam ettirecektir. Allah Teâlâ’nın verdiği şeyler, vereceklerinin referansıdır. Umumi manada meseleye böyle bakmak lazımdır.
*Normo planda da şöyle bakılabilir: Allah Teâlâ sizi ümmet-i Muhammed’den yapmış fakat bir faik yanınız daha var, elhamdülillah: Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Kardeşlerime selam olsun!..” diyor. Bu iltifat-âmiz ifadenin içinde aynı zamanda sizi şahlandırmaya yetebilecek bir teveccüh var. Kim o “kardeşlerim” hitabının muhatapları? Âhirzamanda boyunduruk yere konduğu zaman, onu kaldıran insanlar, gurebâ. İnsanların başlarını alıp bozgunculuk yaptıkları bir dönemde, canlarını dişlerine takarak ıslah hareketi arkasında koşanlar. “Acaba ne yapsak da insana asıl mahiyetini bir kere daha duyursak?” diyenler.
*Bu, bizim gibi insanlarla, hatta böyle bir cemaatle olacak şey değildir. Ama düşünün, en büyük devletlere, en büyük milletlere, en güçlü oldukları dönemlerde lütfetmediği şeyi Cenâb-ı Hakk size lütfetmiş. Dünyanın 170 küsur ülkesine gidilmiş. Geriye ne kalmış ki? Koca koca devletlere müyesser olmayan şeyi, Allah Teâlâ ekonomik durumu bazen sürüklemede, bazen yüzükoyun giden böyle bir milletin evlatlarına yaptırıyor. Bunu yaptırmışsa şayet, hiç tereddüdünüz olmasın, bu verdiği şeyler, bir gün sizin dünyada bir ses ve soluk haline gelmeniz, dünya çapında umumi kardeşliği tesis etmeniz adına en inandırıcı bir referanstır. İnanın! Bunları vermişse, bir gün onu da verecektir. Ne diye sizi dünyanın değişik yerlerinde gezdirsin?!. “Her işte hikmeti vardır, abes fiil işlemez Allah.”
*Mevlâ, sizi sevketmiş; siz de cihana açılmış, kendinizi bir yerde bulmuşsunuz; aynı zamanda da hüsnü kabul görmüşsünüz. Tahribatçılar gitmiş, kafa karıştırmaya çalışmışlar. Oradakiler onlara demişler ki: “Gidin Allah’ınızı severseniz. Biz yirmi senedir bu insanları tanıyoruz, sizin güft u gûnuza (dedikodunuza) mı kanacağız?!.” Bütün bunlar öyle ikrâm-ı ilahîdir ki, Allah (celle celaluhu) bunları yapmışsa, bir gün sizi, insanların el ele gelmesine, sarmaş dolaş olmasına, kardeşleşmesine ve problemlerin bir yönüyle daralıp lokalleşmesine de vesile kılacaktır.
*Evet, Allah Teâlâ’nın şimdiye kadar verdiği nimetler, bundan sonra vereceklerinin en inandırıcı referansıdır. Buna da herkesten evvel bu işe kendini adamış fedakâr ruhlar inanmalıdır.