Yasemin Çongar
(Taraf - 22 Eylül 2012)
Basitleştirmek iyidir. Karikatürü çizilebilir her şeyin. Buna inanıyorum. Ama bir duyguyu, bir fikri, bir inancı, bir ilişkiyi, bir insanı en basit tasvirinden ibaret sanmakta, karakteri karikatüre indirgemekte hoyrat bir yan da var elbet. Basitleştirilmiş ifadenin muhtemel boşluklarını yok sayan bir kesinlik iddiasından, karikatürdeki mizahı görmeyen gözden çekinirim ben. Şiddet tam da orada, o kesinlik iddiasında başlar çünkü. Kesin olan keskinleşir giderek. Keskin olan ise keser, kanatır.
Mizahını yitirmiş muktedirlerden korkarım ben. Yazı da bir iktidardır.
Nehrin güney kıyısı boyunca, o köy senin, bu kasaba benim dolaştık durduk. Huş ağaçlarının yapraklarını dökmesine daha zaman vardı. Toprağın gerçek sahibi olduklarını, bizden öncesini gördükleri gibi bizden sonrasını da göreceklerini bilircesine dimdik duruyorlardı öyle. Bu diyarda meraklısı çok olan asalet bir tek onlara mahsusmuşçasına... Reçina sızdıran incecik çatlakların siyah beneklerle bezediği beyaz narin gövdeleri, yüz bir köpekli o masalı hatırlatmasa, huş ağaçlarını daha fazla ciddiye alabilirdik belki. Trenin penceresinden kendi çizgi filmlerine koşar gibi geçip gittiler. Yerlerini, kozalakları henüz pul pul olmamış dört mevsimlik köknarlar aldı; yaprakları yeni yeni kızaran akçaağaçlar gördük; Noel hiç gelmesin isteyen Berkshire çamlarına baktık. Nehir Thames’di. “Hayırlı” bir iş için oradaydık. Ama aklında açık bir yarayla geziyorsan, İngiliz kırlarının çiyli sükûneti bile kurtaramıyor seni kendinden. Ahmet Altan telefonda ölüm haberleri veriyordu: “Bingöl’de on asker gitti... Tunceli’de savcı vuruldu.” Kızımı, adını çok sevdiğim Cold Ash (Soğuk Kül) Köyü’nde bir okula bıraktığımız gün, zamanın elle tutulacak kadar kesifleştiği küçük Newbury’den, daha küçük ve daha yeşil Thatcham’dan kaçıp, uzun bir güneş molasında kıpır kıpır oynaşan Reading şehrine attım kendimi. Thatcham’da tren beklerken, istasyonun hemen karşısındaki Black Swan (Siyah Kuğu) “pub”ında dirsek dirseğe bira içtiğim adamın “Ölümleri okumak istemiyorum” diye elime tutuşturduğu gazetede, Afganistan’da öldürülen iki Britanyalı askerin fotoğrafı vardı. “Daha kaç hayat heba edilecek” diye soruyordu manşet; ölenlerden biri on sekiz yaşındaymış! Birkaç saat sonra, Waterstones’da aldığım kitapların parasını öderken, “Daha kaç hayat heba edilecek” dedi kasadaki oğlan, çantamdan başını çıkaran gazeteye bakarak, “Doğru soru; Daily Mail’den beklemezdim.” Sonra hıçkıran bir sesle güldü: “İmzalı kitabı almışsınız! Hemen bitecek, eminim. Yeni bir fetva çıkmış. Duydunuz mu?” Duymuştum. İran’da Ayetullah Hasan Sani’nin yönettiği vakfın, Salman Rushdie’yi öldüren kişiye vereceği ödülü yarım milyon dolar arttırdığını, “Şeytan Fetvası” diye sürmanşete taşımıştı The Independent. Rushdie’nin, haberi “laf ü güzaf” diye geçiştirdiğini ise henüz bilmiyordum. Çarşı içinde, uzun süre kımıldamayacağım bir kuytu buldum kendime; 1947 Bombay doğumlu, Keşmir kökenli Britanyalı yazarın 636 sayfalık hâtıratına gömüldüm.
“Sonradan, dünyanın çevresinde patladığı ve ölüm taşıyan karatavukların okulun oyun bahçesindeki tırmanma platformunun demirine üşüştüğü sırada, ona eski hayatının artık bittiğini ve yeni, daha karanlık bir varoluşun başlamak üzere olduğunu söyleyen BBC muhabirinin, bir kadın muhabirin, adını unuttuğu için kendine kızacaktı. Onu evindeki özel hattından aramıştı, numarayı nasıl bulduğunu açıklamaksızın. ‘Nasıl bir duygu,’ diye sormuştu, ‘az önce Ayetullah Humeyni tarafından idam cezasına çarptırıldığınızı bilmek?’ Londra’da güneşli bir salı günüydü ama bu soru ışığı söndürüverdi. Şöyle demişti ne dediğini aslında bilmeden: ‘İyi bir duygu değil.’ Şöyle düşünüyordu: Ben ölü bir adamım. Kaç gün daha hayatta kalacağını merak ediyordu ve cevabın muhtemelen tek basamaklı bir sayı olduğu kanısındaydı. Telefonu kapattı ve Islington’da oturduğu teraslı, dar evin en üst katındaki çalışma odasından çıkıp merdivenlerden aşağı koştu. Salon pencerelerinin ahşap pancurları vardı ve saçma bir şekilde onları kapatıp sürgüledi. Sonra ön kapıyı kilitledi. Sevgililer Günü’ydü ama karısı, Amerikalı yazar Marianne Wiggins’le arası iyi değildi. Altı gün önce kadın ona evliliklerinde mutsuz olduğunu, ‘artık onun yanındayken kendini iyi hissetmediğini’ söylemişti ve evleneli bir yıldan biraz daha uzun bir süre olmasına rağmen, o da bu evliliğin bir hata olduğunu şimdiden biliyordu. Şu anda, vücudu, aldığı haberle adeta içinden bir elektrik akımı geçiyormuşçasına sarsılmış bir halde, evin içinde sinirli bir şekilde dolaşıp, perdeleri kapatıp, pencerelerin kilitlerini kontrol eder ve neler olduğunu karısına da anlatması gerekirken, orada karşısında oturmuş öyle bakıyordu. İyi tepki verdi, bundan sonra ne yapmaları gerektiğini tartışmaya başladı. Biz kelimesini kullanmıştı. Bu cesaret vericiydi. Eve, CBS televizyonundan gönderilmiş bir araba geldi. Amerikan kanalının Knightbridge’de, Boawater House’daki stüdyolarında, kanalın sabah programına uydu bağlantısıyla canlı katılmak üzere randevusu vardı. ‘Gitmem gerekir’ dedi. ‘Canlı yayın bu, gitmemek olmaz.’ O sabah daha sonra, Bayswater’da, Moscow Road üzerindeki Ortodoks Kilisesi’nde, arkadaşı Bruce Chatwin’in cenaze töreni yapılacaktı. Bruce’un Oxfordshire’daki evi Homer End’de, kendi kırkıncı yaş gününü kutlamasının üzerinden henüz iki yıl bile geçmemişti. Şimdi ise Bruce, Aids’den ölmüştü ve ölüm kendi kapısına da dayanmıştı işte. ‘Cenaze ne olacak’ diye sordu karısı. Ona verecek bir cevabı yoktu. Ön kapının kilidini açtı, dışarı çıktı, gelen arabaya bindi ve onu oradan alıp götürdüler; o sırada henüz bunu bilmediği için, evinden ayrılması her zamankinden daha fazla anlam yüklü gelmemişti ona ama beş yıldır yuvası olan bu eve döndüğünde, aradan üç yıl geçmiş olacak ve o zaman da ev artık ona ait olmayacaktı.”
Haddinden uzun bir alıntı oldu biliyorum. Ama Rushdie’nin A Memoir (Bir Hâtırat) alt başlığıyla yayımladığı otobiyografik anlatısı Joseph Anton böyle başlıyor ve ben bu girizgâhtaki telaşı, ne olacağını bilmeyip en kötüsünden korkmanın verdiği çaresizlik duygusunu, “Ben ölü bir adamım”sözünde iç içe duran tevekkülü ve isyanı, kitabın geri kalanına hâkim olan “emniyetli” anlatımdan çok daha insanî bulduğumu söylemeliyim. “İlk Karatavuk” başlıklı önsözün bana samimi gelen sesi çabuk kısıldı ama. Bu ilk paragraflara sinmiş, cevabından önce kendi soru cümlesini aradığı hissi veren bütün “acaba”lar, sayfalar ilerledikçe yerini ünlemli bir üslûba, kesin cevaplara, gittikçe keskinleşen hükümlere bıraktı. Yine de okumaya devam ettim. Sonuçta, fetva karşısındaki cesareti, hikâyeleri tutkuyla sevmesi ve edebiyata olan sadakatiyle Rushdie, rüştünü bir kez daha ispat ediyordu bu sayfalarda; her güçlü yazar gibi “inatçı” bir yarı–tanrıydı o. Ama Rushdie’nin içine doğduğu aileyi, Hindistan’daki çocukluğunu, İngiltere’deki yatılı okul yıllarını, Cambridge’de tarih okuduğu dönemi, karılarını, sevgililerini, çocuklarını, kurduğu ve yıktığı aileleri, giderek yazarlarla, yayıncılarla, politikacılarla, toplumla, dinle, kültürle, fikirlerle ilişkilerini, fetva öncesindeki ve sonrasındaki iç monologlarını hep şırıl şırıl akan cümlelerle anlattığı bu kocaman kitaptan geriye, bir bütün olarak, çok daha farklı bir yazar imgesi kaldı bende; Joseph Anton’da“insana karşı hoyrat” bir adam gördüm. Sevimsiz bir imge. Öyle sert bir imge ki, Rushdie’nin zaaflarına duyduğum şefkat bile bu imgenin yüzeyine çarpınca dağılıveriyor. Vaktiyle, Humeyni’nin“Bana onun kellesini getirin” diye buyurduğu yazarın, bu tehdide rağmen, yazmaktan vazgeçmemesine duyduğum saygı ve The Satanic Verses’ın (Şeytan Âyetleri) Türkçede yayımlanamamasına duyduğum öfke bile, Joseph Anton hakkında mutedil bir yazı yazmamı kolaylaştırmıyor şimdi. Pek azını –bu ay Can Yayınları’nın yeniden bastığı— Midnight’s Children(Geceyarısı Çocukları) kadar sevsem de, bütün romanlarını okuduğum ve bir gün New York’ta, “Çok kibirlidir” uyarısını kafamın gerisinde tutarak onunla buluşup, iki saatten fazla söyleştikten sonra yanından “güzel konuştuğunu” düşünerek ayrıldığım Rushdie, kendini “büyüte büyüte” yazdığı bu kitapta, tahayyül bile edemeyeceğim kadar küçülmüş çünkü. Niye? Hepsi aynı yola çıkacak muhtelif cevaplar verebilirim bu soruya; “soruların kadrini bilmediği için” desem yeter belki.
Joseph Anton, ölüm fetvası sonrasında, 1989’dan 1998’e dokuz küsur yıl hareketlerini sınırlayarak ve çoğunlukla “saklanarak” yaşamak zorunda kalan yazarı koruma görevini üstlenen Britanyalı ajanların Rushdie için kendi aralarında kullandıkları, yarısı (Joseph) Conrad’dan, yarısı (Anton) Çehov’dan mülhem bir isim. Tabiatıyla korkan ve korunan o adamla arasına mesafe koymak istercesine, Joseph Anton’ı, baştan sona, üçüncü tekil şahsın ağzından yazmış Rushdie. Oysa kitap sadece fetva yıllarına odaklanmıyor; fetvayla “sonsuza dek değişmiş” bir adamın, günün birinde Joseph Anton olmayı asla hayal etmediği günlerdeki haline bakışı da geniş ve bence değerli bir yere sahip. “Ben”i olmayan bir hâtırat bu; kendisinden bir başkası gibi söz eden Rushdie, her şeyi gören “tanrısal” bir gözü taklit ederken, öznelliğin sınırlarını aştığına sahiden inanıyor sanki. Sizse bunun böyle olmadığını biliyorsunuz. Rushdie’nin kitaptaki tavrını “dürüstlük” yerine “dobralık” diye adlandırmak daha doğru sanırım; sözünü asla sakınmadığını, hiç sır saklamadığını düşündürerek yazıyor. Okurken, dobralıkla hoyratlık arasındaki ince çizginin eridiği yerlerde —belki de en sivri kelimeleri hep başkasına sapladığı için— birkaç kez içimin kasıldığını hissettim ben. Dinsiz bir din meraklısı ve Şeytan Âyetleri’ne giden yoldaki “müz”ü olan babasının belli bir miktar içtikten sonra, kendine ve çevresine, en çok da“yegâne oğlu”na zarar verdiğini anlattığı öfkeli bölümleri mesela, göğsümden, boynuma, yanaklarıma kadar yükselen bir ısınma duygusuyla, utançla kızardığımı hissederek okudum; Anis Bey,İngiltere’de okutmak için bütün servetini harcadığı yegâne oğlundan daha fazla sevgi görebilirdi sanki. Tuhaf gelebilir, ama Rushdie’nin kadınlarından söz ettiği bölümlerde de utanca benzer bir his kapladı içimi. İkinci karısı Marianne için, “İyi bir yazar ve güzel bir kadındı ama onda beğenmediği yönler keşfetmeye başlamıştı” diye yazıyor bir yerde; “hep kızgın görünüyordu” diyor;“maskeli bir kadındı.” Giderek, bir yalancı, handiyse bir mitoman olarak tasvir ediyor onu. Marianne’e de söz hakkı verecek bir diyalogu, kitaptaki haliyle sevmemeye başladığınız kadının portresini yumuşatıp, maskesini indirecek bir nüansı boşuna bekliyorsunuz. Ayrılmalarından ve fetvadan çok sonra kanserden ölen ilk karısı, oğlu Zafar’ın annesi ve Joseph Anton’ı ithaf ettiği dört kişiden biri olan Clarissa’ya karşı biraz daha mûnis; “parlaklığının altında gizlenen çok şey vardı bu kadının; insanların, içindeki gölgeleri görmesini istemez ve melankoli onu vurduğunda odasına gidip kapıyı kapatırdı” diye anlatıyor onu, ama Rushdie’nin o kapıyı açmayı, o gölgeleri yumuşatmayı denediğine ilişkin bir işaret yok. Esasen, her şey, her zaman ve her yönüyle Rushdie’yle ilgili. İlişkileri tek başına yaşıyor adeta. Clarissa ve Marianne’in babalarının intihar etmiş, sevgilisi Robyn’in annesinin kendini asmış olması karşısında, üçüncü karısı ve ikinci oğlu Milan’ın annesi olan Elizabeth’le ilk tanıştığında, “ailesinde kimsenin intihar etmediğini öğrenmek” içini rahatlatıyor. Fetva yıllarında ona büyük destek veren Elizabeth’e, ikinci bir çocuk istemesi nedeniyle öfkelenmesini, derken, Hint kökenli Amerikalı fotomodel Padma Lakshmi’ye âşık olup, Elizabeth’i ve küçük oğlunu terk edişini, Rushdie’nin ıstırap kadar hiddetin de alabildiğine “soğuk” anlatıldığı cümlelerinden öğreniyoruz. Nihayet dördüncü karısı Padma da, o sırada artık altmış yaşına varmak üzere olan yazarın “gözü kamaştığı için yanlışlıkla evlendiği” boş kafalı, duygusuz, bencil, gereksiz bir kadın, “bir hata” olarak payını alıyor kitaptan. Ondan, altı yıl boyunca boşanmamasını “Belki de terk edilemeyecek kadar lanet olası bir güzelliği vardı” diye açıklıyor Rushdie. Joseph Anton’ın sayfalarına sığan daha nice kadın, nice flört, nice aşk var ama her birini aynı duyguyla, “Anton (Çehov) da, Joseph (Conrad) da bu kadınları böyle ruhsuz, böyle etsiz, böyle sevgisiz yazamazdı” diyerek okudum ben.
Kitabın, Şeytan Âyetleri’nin arka planındaki hikâyeyi yeniden anlatırken, İslam’ın peygamberini “meziyetleri ve zaaflarıyla tarihsel bir kişilik” olarak insanîleştiren bölümleri, bir romanı lanetlemeyi, bir yazarı öldürmeyi dinlerine reva görecek kadar kötü “Müslüman” olanlarımızı öfkelendirecektir yine. Ben, Rushdie’nin fetvaya kafa tutmasına, ölümü göze alarak kitabına sahip çıkmasına, zorbalığın önünde eğilmemesine hâlâ büyük saygı duyuyorum. Ama Rushdie’nin İslamî rejime olan öfkesinin, kitapta İran-Irak Savaşı’nı Saddam’ın değil de Humeyni’nin çıkardığını iddia edecek kadar gözünü karartmasına; yer yer İran’ı, Pakistan’ı ve aslında bir bütün olarak Müslümanlığı ve Müslümanları aşağılamaya varan bir üslûba kaymasına –Humeyni’nin ona yaşattığı bütün eziyete rağmen— anlam veremiyorum. Öyle ki, 1994’te Avrupa Parlamentosu’nda karşılaştığı Jacques Derrida, kendisinin “Yaşayan İslam, onun adına işlenen suçlardan sorumludur” fikrine itiraz ettiğinde, Rushdie’nin bu itirazı hiç kavrayamadığı kanısına kapıldım ben. “İslam’ın öfkesini, Batı’nın yanlışlarıyla ve iktidar ilişkileriyle açıklamaya kalkan” Derrida’yı, yanılan bir filozof olarak bile değil, basbayağı bir şarlatan olarak resmetmiş zira. Ama Joseph Anton’ın eğlenceli bir tarafı da var: Rushdie, birkaç kuşak edebiyatçıyla paylaştığı özel ortamları, yemekleri, partileri, kavgaları, bazen kadınları, bazen daha da “vahim” sırları anlatıyor. Kitabı, Thomas Pynchon gibi münzevî bir yazarla uzun bir sohbete katılmaktan tutun da, Kurt Vonnegut, Jr., Saul Bellow, Günter Grass, John Updike, Norman Mailer, Ian McEwan, Paul Auster, Susan Sontag, Peter Carey, Cynthia Ozick, Julian Barnes ve daha nice yazarın yanı başında durup, edebiyat âleminin gayet lezzetli dedikodularına kulak kabarttığınız hissiyle de okumanız mümkün. Tabii, Rushdie’nin kendisine destek mektubu yazan Tunuslu psikanalist Fethi Benslama’yı “Türkiyeli yazar” diye tanıttığı düşünülürse, neyi ne kadar doğru aktardığı konusunda bir soru işaretini hep hazırda tutmanız gerekecek. John Irving’den James Wood’a birçok yazar ise Rushdie’nin yer yer nefret saçan sivri dilinden nasibini alıyor. Rushdie’yle aynı görüşte olmayan herkes “lanetliler gemisi”nde! Ama bazen, hemfikir olduklarını da lanetlenebiliyor. Uğur Mumcu’nun öldürülmesini ve Sivas Katliamı’nı, fetvanın arkasındaki güçlerin suçları kapsamında gören Rushdie, Aziz Nesin’le İslam konusunda büyük ölçüde anlaşıyor mesela, ama bu anlaşma, Nesin’den bir “hırsız” ve “provokatör” olarak bahsetmesini engellemiyor. Şeytan Âyetleri ’ni, Rushdie’nin izni olmaksızın çevirtip, bazı bölümlerini “Salman Rushdie: Düşünür mü Şarlatan mı” başlığıyla Aydınlık’ta yayımlatan Nesin’in yaptığı işin savunulacak bir tarafı yok hakikaten. Yıllar sonra, Günter Wallraff’ın Köln’deki evinde Nesin’le buluştuğunda bile, öfkesi hafiflemiyo; buna rağmen, Madımak Oteli’nde yaşananlar konusundaki fikrini kayda geçirmek istiyor Rushdie: “Aziz Nesin ve eserini çalıp aşağıladığı yazar asla dost olmayacaklardı, ama böyle bir saldırı karşısında, Nesin dahil bütün Türk laikçileriyle omuz omuza duruyordu.” Rushdie’nin Joseph Anton’ın sayfalarında küçüldüğünü yazmıştım; aslında, “kemalistleştiğini” de yazabilirdim. Çünkü bu sayfalarda fikirlerinin büsbütün kesinleştiğini, giderek keskinleştiğini, keskinleştikçe önün geleni kesip kanattığını, kanattıkça körleştiğini sezdim. Bu illetten mustarip muktedirlerden korkarım ben. Yazı da bir iktidardır. Joseph Anton’daki Rushdie’yi korkutucu buluyorum.
Salman Rushdie’yle beş yıl önce New York’ta Wylie Ajansı’nın patronu Andrew Wylie’nin ofisinde bir söyleşi yapmıştım. 16-18 Mart 2007’de, Milliyet’te üç bölüm halinde yayımlanan söyleşi, daha ziyade edebiyat üzerineydi. Rushdie, “politika konuşmak istemediğini” bana önceden söylemişti. Ama söz dolaşıp ister istemez fetva günlerine gelince, bu konudaki birkaç sorumu cevapsız bırakmadı. Şimdi o cevapları yeniden okuyunca Joseph Anton’daki dar bakışıyla Rushdie’nin kendi kendini yalanladığı hissine kapılmadım diyemem.
Kellenizin istendiği yıllar, farklı bir adam yaptı mı sizi?
Beni fetva öncesinde de iyi tanıyan dostlarımın hepsi, “Aslında hiç değişmedin” deyip nasıl değiştiğimi anlatıyorlar. O yıllarda ne kadar stresli göründüğümü söylüyorlar. Şimdiyse her zamankinden daha hafiflemiş olduğumu... Bana yapılan şey, her şeyden çok kişisel değerler üzerine düşündürdü beni. Bir kendime dönme sürecinden geçtim. Neyin yanında durduğum konusunda eskisinden çok daha netim artık.
Neyin yanındasınız?
Neyin karşısında olduğumu söyleyeyim: Eserlerime ve bana karşı çıkan güçlerin karşısındayım. Dindarlara değil, dar kafalılara, mizah duygusunu yitirmişlere, başkalarına onlar için neyin iyi olduğunu söyleme meraklılarına, kimin neyi okuması, neyi okumaması gerektiğine karar verenlere karşıyım. Hiçbir rahip çıkıp dükkânımda hangi kitapların olabileceğini söylemesin. Dünyanın neresinden gelirseniz gelin, “insanlığın özü” diyebileceğimiz bir şey var ki, belli özgürlüklere muhtaç. İfade özgürlüğü bunun esası, o olmazsa diğer özgürlüklerin anlamı kalmaz. İfadenin kısıtlandığı yerde insanlık yara alıyor. Din de, devlet de ifademizi kısıtladığı an, insanlığımızı öldürmeye başlıyor.
Britanyalı ajanlar gövdenizi korurken, benliğinizi kim ya da ne korudu?
Çok garip durumlarda kaldım. Benim söylediklerime benzer şeyler söylediğini düşündüğüm kişiler, fikirlerime sempati göstermedi. Entelektüel açıdan benden uzak olduklarını düşündüklerim ise davamı sahiplendi. Sonuçta, şu ya da bu gruba kendimi ait hissedemeyeceğimi anladım. Tek başıma kurtulacaktım. Bir tür varoluşsal bireycilikle.
Değil. Ama bana yapılandan şunu öğrendim ki, edebiyatın en kuvvetli yanı tam da bu. Edebiyat bir gruba ait değildir, olamaz. Hiç kimse, yazarın sahibi değildir. Yazar, bir ideoloji adına konuşmaz. Yazarın işi sadece “Ben bunu böyle görüyorum” demektir. Bunu da tekil olarak yapar. Londra’da belli bir lokantada her cuma buluşan yazarlar vardı; başka bir lokantada salıları toplanan felsefeciler vardı. Gençken, bu grupların hepsine davet edildim ve galiba birer kez gittim. Sonra kuvvetli bir içgüdü, “Gitme” dedi. Fetva, bana o içgüdünün, cemaatçiliğe direnmenin doğruluğunu öğretti. Roman sanatının değeri, tek bir sesin konuşmasıdır. Kulübe girmeye gerek yok.