"Fotoğrafta muktedirin kâbusu görülüyor"

Fotoğraf: Hilal Tok / Evrensel

Ümit Kıvanç*

Muktedir kültürüne göre o kadının böyle bir bilinç ve inisiyatife sahip olmaması gerekiyor... 

2008 yılının Nisan ayında, Tayyip Erdoğan’ın bir lafı üzerine henüz “Başbakandan kızdıran sözler” diye başlık atılabiliyordu. O sırada başbakanlık koltuğunda oturan Erdoğan, DİSK başta, 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak isteyen herkesi kızdırmıştı ve başbakana kızmak henüz vatan haini ilan edilip tutuklanma sebebi değildi. “Kızdıran sözler”, alenî sınıfsal ırkçılık içeren bir cümleydi: “Ayakların başları yönettiği yerde kıyamet kopar.” Türk İslâmcılığının eşitlikçilikten haz etmediği, yolunu bulup yükselen İslâmcının ilk iş, alt sınıfın kokusu duyulmasın diye pahalı kokular sürünmeye koyulduğu sır değildi de, o sırada henüz, Türk-İslâmcı kültürünün herhangi bir dinin içerdiği asgarî vicdan-merhamet ölçülerinden böylesine yoksun olduğu tahmin edilemiyordu. Hattâ, sözkonusu küçümseyici ifadenin, çoğunluğu alt sınıfa mensup AKP tabanında rahatsızlık yaratıp yaratmayacağını bile merak edebilmiştik. İslâmcı iktidar pratiğinde yalanın, bırakın onsuz iş yapılamamasını, böylesine aslî-belirleyici yeri olduğu da henüz memleketimizdeki hayatın basit-temel gerçekleri arasında yerini almamıştı. En azından bir noktadan sonra yalanın günah sayıldığını sanıyorduk. Dolayısıyla, o esnada Devlet Bakanı ve Hükümet Sözcüsü sıfatlarını ve “esas devlet” adına eyleme yetkisini taşıyan Cemil Çiçek’in ettiği laf hakikatle yanyana geldiğinde meydana getirdiği ucûbe, gözlerimize yalnız ucûbe olarak görünmüştü. Çiçek, “Dünyanın her tarafında da bu tatil olarak kullanılmıyor,” demişti, 135 ülkede resmî tatil kabul edilen 1 Mayıs için. Ancak artık sadece kutsal yalanların hakimiyeti altına değil “ananı da al git” dönemine de girilmişti ve işçilere “ayak”, kendine “baş” demek Türk-İslâmcı muktedirin şanına zerrece halel getirmeyecekti.   Taksim’de 1 Mayıs   Erdoğan’ın ayaklar-başlar motiflerini ortaya atmasına yolaçan, belirttiğim üzre, 1 Mayıs tartışmasıydı ve dönemin başbakanının sonu o lafa varan akıl yürütmesi şöyleydi: “Valiler kutlamaların yapılacağı yerin kararını verir, sivil toplum örgütleri de buna uyar. ‘İllâ Taksim’de yapacağız’ demek şık bir yaklaşım değil. İllâ Taksim'de yapacağız diye dayattığınızda mülki idare ‘istediğimiz yerde kutlama yaparız’ anlayışına hoş bakmaz. (…) Biz de hoş olmayan şeyler istemeyiz.” Erdoğan’ın o gün ettiği sözler arasında biriyse, emekçilere, sendikalara, 1 Mayıs’ı önemseyen sivil toplum örgütlerine yönelik aşağılama içermiyor, aksine geleceğe yönelik umut vaat ediyordu: “1 Mayıs’lar çatışma günü olmaktan çıksın istiyoruz.” Üç yıl sonra olanlar, sonrasını yaşamasak, bu sözün samimi niyet taşıdığına yorulabilirdi. Bugünün iktidar propaganda aygıtını oluşturan gazetelerin başlıklarına ve yazdıklarına göz atalım: Yeni Şafak (2 Mayıs 2011): “Şimdi bayrama benzedi”; “Kanlı 1 Mayıs’tan 34 yıl sonra her görüşten yüz binlerce insan, Taksim Meydanı’na kol kola çıktı. Gerilimden uzak, şölen havasında geçen coşkulu kutlama, 1977 yılında 34 kişinin hayatını kaybettiği karanlık katliama en güzel cevap oldu.” Türkiye (2 Mayıs 2011): “En mutlu 1 Mayıs”; “Herkes oradaydı”; “İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu ve ekibi gerilimli yılların tersine polis ve halkı karşı karşıya getirmedi, 1 Mayıs bayram oldu.” Star (2 Mayıs 2011): “Taksim şenliği”.  Bir yıl sonra da vaziyet aynıydı: Star (2 Mayıs 2012): “Meydanlar işçinin”. Sabah (2 Mayıs 2012): “Bir orman gibi kardeşçesine” (hınca hınç, rengârenk Taksim Meydanı kalabalığı ve seçme portre fotoğrafları üzerinde); “Taksim, Tandoğan, Gündoğdu, İstasyon... Tüm renkler, tüm kökenler ve tüm siyasi görüşlerin katılımıyla Türkiye meydanlarında kardeşlik festivali yaşandı”. Bunlara, AKP İstanbul İl Başkanlığı’nın duvara asılı fotoğrafı paylaşıla paylaşıla meşhur hale gelen afişini ekleyelim: “Artık 1 Mayıs hem bayram hem Taksim’de. Kutlu olsun.” AKP’nin 1 Mayıs söylemi şu ana motife dayalıydı: “tabu yıkıldı”. Sonuçta hayırlı bir yere varıldığı için, perhiz-lahana turşusu uyuşmazlığını kimse mevzu yapmadı. Ayaklar-başlar söylemi, böyle bir sınıfsal ırkçılığın en azından alenen ortalık yerde dışavurulmasını dindarlıkla bağdaştıramayan kimilerimizin aklının bir köşesinde takılı kaldı.   Öze dönüş   Bilahare, meselâ şahsen bendenizin zihinsel âleminde şekillenmiş dindarlık kavramının bütün ülkede ısrarla aranırsa tesbit edilebilecek yalnız 478 kişide -716 da olabilir- bulunduğunu idrak ettiğimiz yıllara geçilirken, Taksim yeniden devletin ve iktidarın malı, 1 Mayıs yeniden vatan hainliği haline gelirken, ayaklar-başlar motifi kaldırıldığı raftan alındı ve kafamıza indirildi. Hiç mi hiç tesadüf değildi: tam da Gezi İsyanı zamanı. “Aşırı dozda” demenin hayli hafif kaçacağı polis müdahaleleri nedeniyle İstanbul Valisi ve Emniyet Müdürünün istifalarını isteyenlere, yani “âdetâ Yeniçeri’nin o isyancı grupları gibi, ‘şu valiyi görevden alacaksın, şunu görevden alacaksın, bunu görevden alacaksın’ gibi ultimatom sallayanlar”a doğru kükredi başbakan -hâlâ başbakandı- Erdoğan: “Sen hangi iktidarla konuşuyorsun ya! Ak Parti iktidarıyla bunlar konuşulur mu? Şimdi kalkıp da bazı yazılı veya görsel medyada olanlar bu tiplere haddini bildirmiyor. Bundan daha büyük haddini bilmemezlik olur mu? Kalkacaksın hükümete, ‘şu valiyi, şu emniyet müdürünü görevden al, şunu açığa al, şunu şuraya götür, bunu buraya götür.’ Önce haddini bileceksin ya! Yok bilmem ne platformuymuş. Ne platformu olursan ol ya! Ayaklar ne zamandan beri baş olmaya başladı?” Bayram, şenlik, şölen, festival, renkler, kökenler… Cumhuriyet tarihi boyunca alışıldık yerlerine savrulmuştu. Ama her şey bildik baskı-zulüm pratiğinden ibaret değildi. Elhak doğruydu, bu iktidar başkalarınınkine benzemiyordu, hoyratlığı küstahlıkla, vicdansızlığı yalanla, hepsini dizginsiz tahakküm tutkusu ve zulümden alınan keyifle, eziyet tecrübesi geniş olanlarımızın bile tanımadığı ve çözemediği bir terkip içerisinde birleştirebiliyor, üstelik vicdanın merhametin uzanıp ruhlara azıcık teselli ve huzur zerk edebileceği yerden şirretlik ve nefret fışkırtabiliyordu. Bununla da kalmıyor, destek aldığı kitlenin büyük kısmı dargelirli, yoksul, yoksun olmasına, kendisinin başlıca siyasî iddiası seçilmemiş dar zümre hegemonyasını yıkmak olmasına rağmen, ayaklar-başlar motifini sakınmasızca kullanabiliyordu. Ve aralarından kimse çıkıp da, “Bu nasıl teslim, bu nasıl İslâm?” demedi. Yalnız eline kudret geçirince oyunun kurallarını ortadan kaldırarak zaptedilmiş iktidarı kaybetme korkusundan değil. Alışkanlıkları olmadığından, önce. Haksızlığa adaletsizliğe itiraz etme alışkanlıkları yok. Sonra, eşitlik fikrinden, duygusundan nefret ediyorlar. Peygamber ‘ticaret yapın’ demiş, ‘işçi olun’ dememiş! E, peki, çoğumuz işçi, emekçi?? Onlar olsun, sen olma! Zekât veririz. Herhalde böyle bir şey. Bugünkü iktidarı, geçmişinde katliamlar olan ırkçılarla ittifak yapsa da İslâm’dan uzaklaşmış saymayanlardır, İslâmcı kültür ortamını belirleyenler. Yoksul ve yoksun insanlara veya resmî yetkileri olmadığı halde haklarını arayanlara “ayak”, eline iktidar gücü veya para-pul geçirmiş olana “baş” demenin dine, dindarlığa asla halel getirmediğini düşünenlerdir. Anca sahici kültürel üretim ve eser sahiplerini hapsettirerek veya devlet zoruyla bastırarak-susturarak ellerine geçirebilecekleri bir muhayyel “kültürel iktidar” için yırtınanlar bile değil. Sesleri ağabeylerinin onlar için kurduğu çöplüklerin ötesine ulaşamayanların, belediye şairleri ve vazifeli tarihçilerin, hadlerini aşmaya kalktıklarında birden “ayak” ilan edilivermeleri işten değildir. Kim ayaklar-başlar diye konuşabiliyorsa, kim ayak, kim baş, onu da o tayin eder.   Ve fotoğraf…   Şu yukarıda, işçinin işçi olduğunu anladığı ânın fotoğrafı var. Evrensel gazetesinden Hilal Tok çekmiş. Yukarıdan beri bir dolu şeyi buraya varmak için anlattım. Peki, bu başka neyin fotoğrafı, derseniz, cevabı şu: Türk-İslâmcı muktedirin kâbusunun resmi. Evrensel muhabiri Tok’un aktardığına göre, sendikaya girdikleri için işten atılan direnişçi Flormar işçilerinden biri, her gece eşini ve çocuklarını sahura kaldırıyor, uyumadan onları işe-okula gönderip fabrika önüne, direnişe geliyor. Eşi sendikaya girmesine ve direnişe katılmasına karşı. Engellemeye çalışmış, olmamış. Borçları var, evlerine icra gelebilir. Bu kadın işçi, bütün bu sıkıntılar yüzünden eşiyle “boşanma aşamasına geldiklerini”, “sadece patrona karşı değil, her direniş gününün akşamı eve döndüğünde ‘ne gerek var bunlara’ diyen kocasına karşı da mücadele yürüttüğünü” anlatmış: “Ben sendikalaşma kararı verirken ailem karşı çıktı. Borçların var, girme bu işe diye. Kimse arkamda olmadı. Ama ben bu haksızlığa dayanamadım. İşçiye hakkını vermeyenden ben insaniyet, merhamet beklemem. (…) Ben savunmasam kimse benim hakkımı savunmaz. (…) Bunca insan burada kendini yıprattı, ekmeğinin peşinden koştu. Kaç aydır da mücadele ediyoruz, yılmayacağız bıkmayacağız.” Oysa, muktedir kültürüne göre o kadının böyle bir bilinç ve inisiyatife sahip olmaması gerekiyor. Bu kadın işçi için siyasete açılan kapı, sadece ve sadece, siyasî değil dinî sebeplerle Tek Adam’a atacağı oy olmalı. Oysa o, “Erdoğan işverene o kadar hak vermiş ki,” diyor, “adam bana tazminat vermeden işten atıyor. Devlet patronlara destek vereceğine işçilere destek versin.” Kadın, din istismarından mutlak iktidar yaratan yerli–millî kültürü infilak ettirmenin eşiğinde! Ancak sanırım yukarıdaki fotoğrafa sadece Türk-İslâmcı muktedirin kâbusu anlamını yüklemek fotoğraftakilere haksızlık olur. Çünkü direnişçi işçilerin bu fotoğrafı başka birilerinin de kâbusu, muhtemelen. Roboski katliamından iki gün sonra büyükşehir sokaklarında çılgın yılbaşı eğlencelerine katılanlar için, hâlihazırda Flormar ürünleri kullananlar için de kâbus değil mi bu hal? Direnen Flormar işçilerinin söylediklerine kulak verirseniz, düşük ücret ve insafsızca çalışma koşullarının ötesinde, ortayerdeki haysiyet meselesini derhal teşhis edeceksiniz. Bir haysiyet isyanı da burada var. Her dönemin ayaklar-başlar diye konuşanlarının büyük korkusudur bu.

*Bu yazı P24 Blog'dan alınmıştır.