Fransa'daki Müslümanlar'ın durumu 19. yüzyıl Yahudileri'ne benziyor

Fransa'daki Müslümanlar'ın durumu 19. yüzyıl Yahudileri'ne benziyor

Özgür Yaren

Fransız mizah dergisi Charlie Hebdo’ya düzenlenen korkunç saldırının hemen ardından şu aşağıdaki basit fakat çarpıcı karikatüre rast geldim. İlk bakışta göze çarpan komik bir yanı yok.  Biçemi karikatürlere has grotesklikten eser taşımıyor. Gülünç bir stilizasyonu yok. Karikatürden daha çok Frans Masareel’in dışavurumcu ahşap baskılarını çağrıştırıyor. Işık – gölge dengesi hafifçe gölgeden yana ağır basıyor. Nihayet şakanın ‘can alıcı’ finali ISIS’in liderinden, neredeyse bütünüyle kara lekeden ibaret bu karanlık figürden geliyor. Her şeyden önce sağlık! gibi bir temennide bulunuyor El Bağdadi. Kanlı bir kampanyanın, sayısız katliamın, hayatların kurban edilişinin, ölümün ve şiddetin bağlamında sağlık temennisi absürd ve sürreel görünüyor.

Bu karikatürden yola çıkıp UC Berkeley Tarih Bölümünden Martin Jay ile bir söyleşi yaptık. Eleştirel teori ve Frankfurt Okulu üzerinde çalışan en önemli tarihçilerden biri olan yazar ve düşünür Martin Jay’e şiddet, köktendincilik, ifade özgürlüğü konularını ve bugün yakıcı bir güncellik taşıyan bu konuların eleştirel teori çerçevesinde nasıl yorumlanabileceğini sordum. Bu başlıklar etrafında dönen sıcak tartışmalara kısa bir bakış, anlama çabalarının çaresizliğini görmeye yeter. Tüm bu yıkıntı ve moloz tozlarının arasında Martin Jay’in sakin ve serinkanlı yaklaşımının olup biteni kavramada yararlı olacağını sanıyorum.

İfade özgürlüğünün sistemli bir saldırı altında olduğu ülkemizde geliştirdiğimiz savunmacı refleksler sanırım Charlie Hebdo ve benzeri “karikatür meselelerini” değerlendirmemizi etkiliyor. Belki bu konuda serinkanlı düşünecek kadar kuru değil tuzumuz. Bu nedenle Martin Jay'in söyledikleri tartışmalı bulunabilir. Bununla birlikte ifade özgürlüğü ve mizah konusunda bir tür ahlaki kural öneren Jay’in moral konumunun tüm ifade özgürlüğü tartışmaları için yol gösterici olduğunu düşünüyorum.

Bir kısmını yazılı, bir kısmını yüz yüze görüşerek gerçekleştirdiğimiz, bir kaç haftaya yayılan söyleşinin orta yerinde Martin Jay çok zorlu bir açık kalp ameliyatı atlattı. Nekahat döneminde bile beni kırmayarak söyleşinin tamamlanmasını mümkün kıldığı için ona bir kez daha teşekkür ederim.

Bu söyleşinin orjinal tam metni açık erişimli Ankara Üniversitesi İlef Dergisi’nin üçüncü sayısında yayınlanacaktır.  

Kurban etmenin, ölümün ve şiddetin her türlü ahlaki formun ötesinde yüceltildiği bu yeni dalgayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Siviller, çocuklar, karikatüristler, gazeteciler soğuk kanlı Nazi tekniklerini ve toplama kamplarını hatırlatırcasına pervasızca öldürülüyor. Neden bu İslamofaşist gruplar için hayat, hem kurbanların hem kendilerinin hayatı değerini yitirdi? Bu güçlü kopukluk nereden kaynaklanıyor? Nihilizm mi var bunun gerisinde, yoksa savaşçıların lümpen proleter doğası mı?

– Bu soru senden benden daha akıllı pek çok insanı da afallatıyor. Kasıtsız “ikincil hasarlar”a karşı kayıtsızlık da mağdurların canını bahsettiğin kutsanan kurban törenlerindeki gibi alıyor [Amerikan dronlarının Pakistan vb. operasyonları kastediliyor]. Bu nedenle İslamofaşizmin (eğer ISIS ve benzerlerini tanımlamak için bu kavramı kullanabilirsek) düşmanlarını bu katliamların sorumluluğundan bütünüyle muaf tutamam. Ancak elbette masumların katledilmesinden zevk alınmasını anlamak çok zor. Bu cümbüşlü hava şimdi İslam adına konuşma iddiasındaki şiddet yanlısı aktörleri de etkilemiş görünüyor. Bunların küçük bir azınlık olduğundan ve peygamberin takipçilerinin çoğunluğunun bu vahşetten dolayı elem duyduğundan eminim. İslam’ın fanatikler tarafından gasp edilmesinden dolayı bu kederli çoğunluğun nihayet güçlü protestolara giriştiğini görmekten memnunum. Çünkü özellikle Avrupa’da bir tür uzatmalı uygarlık savaşının patlak verebileceği bir duruma tehlikeli bir biçimde yaklaşıyoruz. Sadece sorumlu Müslümanlar kendi adlarına terörü kullananları güçlü bir biçimde dizginleyip dışlayabilirlerse Fransa’da ve Avrupa’nın başka yerlerinde aşırı sağın ürettiği karşı-şiddeti savuşturabiliriz.

Peki tüm bu kan banyosu içinde ilerici, devrimci, kurtuluşçu ögeler bulabilir miyiz? Tüm bu şiddet eylemleri içinde yanlış yola sevk edilmiş bir devrimci enerji görebiliyor musunuz?

– Burada doğru ya da yanlış, ilerici ya da gerici olarak yönlendirilmiş, yüzer gezer bir “devrimci enerji” varsayımında bulunmak çok sorunlu olur. Durkheim’ın ilkel “dinsel coşku” diyebileceği bir durumdan mı bahsediyoruz yoksa Nietzsche’nin yazgılarının intikamını almaya çalışan güçsüzlerin küskünlüğü olarak görebileceği bir durumdan mı? Otoriteye karşı Freud’gil, ödipal bir isyandan mı bahsediyoruz yoksa Bataille’ın kavramıyla aşırılık ve kural ihlalinin “genel ekonomisi”nden mi?  Bildiğim şu ki tanık olduğumuz  patolojilerin (bu kavramı iyice düşünüp taşındıktan sonra kullanıyorum) izahı karmaşık olacak. Kimi uzun erimli, kimi daha yakın pek çok nedenin üstbelirlenimi rol oynayacak. Bu alanda ciddi bir uzmanlığım olmadığından neler olabileceğini tahmin etmekten çekinirim.

Kullanılan dini retorik ve mezhep savaşı gibi yönler bakımından ISIS ve varyasyonlarıyla köylü ayaklanmaları arasında bir benzerlik görüyor musunuz?

– Köylü ayaklanmaları konusunda ciddi bir araştırmacı sayılmam. Bu nedenle şu kadarını söylemekle yetineyim; çoğu zaman mevcut otorite ve iktidara karşı politik protestolara dini retorik ve dinsel bir ilhamla biçimlenmiş motivasyonlar eşlik ederler. Sonuç olarak tarihçiler isyanların çok katmanlı neden yumağını çözmekle ve normalde yumuşak başlı, hayattan kendilerine düşen hisseyle yetinen insanların ayaklanıp kafa tutma nedenlerini ortaya koymaya uğraşırlar. Bizim gibi batıda olup da İslam ve Ortadoğu hakkında aslında pek az şey bilenler için kendi deneyimimize daha yakın olan köylü isyanlarıyla kolay paralellikler çizmek sakıncalı olabilir. Michel Foucault ve İran devrimi örneğinin ibretle gösterdiği gibi umudu serinkanlı analizlerle karıştırmak kolaydır.

Fransız mizah dergisi Charlie Hebdo’ya saldırı tehlikeli bir biçimde ifade özgürlüğüne ve onun (çoğu kez ırkçılığa yönelmiş) sınırlarına yönelik bir tartışmayı gündeme getirdi. Bu özel durumda ifade özgürlüğü tartışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

– İfade özgürlüğü ve sınırlarına ilişkin tartışmalar yüzyıllardır, en azından batıda Hristiyan din savaşlarını sona erdiren hoşgörü yasalarından bu yana devam ediyor. Bugüne dek öğrendiğimiz bir şey varsa, o da ifade özgürlüğünün mutlak olmadığıdır. Ancak çizginin nereye çizileceğine karar vermek her zaman çok zor olmuştur. Bu çizginin çok kısıtlayıcı olduğu zamanlar vardı ama genel eğilim tartışmalı, sınırları aşan hatta saldırgan ifadelerin gittikçe daha fazla kabul edilebilir bulunması yönündeydi. Fakat aynı zamanda ifadenin performatif bir gücü olduğunu, bir şeyleri gerçekleştirebilme yeteneğine sahip olduğunu, salt bir düşüncenin ifadesinden daha fazlası olduğunu da öğrendik. “Nefret suçu” dediğimiz durumlarda kırıcı ve saldırgan şeyler söylemenin bir cezası olması gerekir. Bu durumlarda cezanın ne olması gerektiği açık değil ama herhalde Paris’deki katillerin verdiği türden bir ceza olamaz.

Charlie Hebdo editörlerinin ve karikatüristlerin ömürleriyle ödedikleri korkunç bedeli kabullenmek mümkün değil. Böylesi bir eylem hiçbir biçimde meşrulaştırılamaz. Ancak bana göre ifade özgürlüğünü ifade niteliğinin yanı sıra amaçlanmış bir sonucu olan, dünyaya bir etkisi olan performatif niteliğiyle ele alırsanız ve dergide yaptıklarının sadece inançlarını ya da görüşlerini ifade etmek olmadığını düşünürseniz, söylediklerinin uygunsuz pratik sonuçlarını önlemek için ifade özgürlüğü tartışılabilir hatta kısıtlanabilir. Kalabalık bir tiyatroda “yangın var” diye bağırmak korunması gereken bir ifade özgürlüğü değildir. Çünkü panik yaratır, belki ölümlere neden olur. Bu nedenle her koşulda mutlak ifade özgürlüğü iddiası söz konusu olamaz. Özgürce konuşma, hatta insanlara hakaret etme, saldırgan ya da müstehcen olma hakkını en azından belli durumlarda titizlikle savunmak gerekir. Ancak söylenen sözlerin bir takım sonuçlarının olabileceği ve olduğu da gözden kaçırılmamalı. Çünkü ifade her zaman özneler arası bir bağlamda ortaya çıkar. Sadece duygularımı açığa vurmak için ben kendi kendime konuşuyor değilim, ister özel ister genel olarak bir başkasına konuşuyorum. Bu nedenle ABD’de yasal nefret suçu sınırlamalarımız var. Bu sınırlamalar başkalarına ırk, cinsiyet, cinsel yönelim, din vs. temelinde hakaret etmeyi cezalandırıyor. Bir hoca olarak derslikte özel bir gücüm var. Bu nedenle ben özellikle dikkatli olmalı, bir öğrenciye şu nedenlerle hakaret edemeyeceğimi bilmeliyim. Bu sınırlama kimi zaman “siyaseten doğruculuk” olarak küçümsense de ifadenin savunmasız insanları yaralayabileceğinin, bağnazlığın hangi bağlamda olursa olsun ifade özgürlüğünün mutlak zırhı ardına saklanamayacağının kabulüdür.

Bence bu karikatürlerin ettiklerinin performatif olarak sorunlu olduğunun görülmesi gerekir. Daha önce de söylediğim gibi bunun cezasının ne olacağı yasal yollarla, mahkemede ya da belki de kamuoyu önünde saptanmalı, bağnazlık aforoz edilmeli, nefret söylemleri kınanmalıdır. Bunun kararını elbette kendi aşırı adalet kavrayışlarını şiddet yoluyla uygulayan katil fanatikler veremez. Yoksa ceza suçla bağdaşmadığı gibi sonuç da tamamen ters etki eder ve ilk başta hakaret edenlere karşı kitlesel bir sempati uyandırır. Bu arada hakaretlerin başka amaçları olan şiddeti meşrulaştırmanın bahanesi olması tehlikesi de var. Aynı günlerde Paris’deki koşer markete yapılan saldırı, katillerin peygamberin onurunu korumaktan başka daha uğursuz bir gündemleri olduğunu da gösteriyor. Bu marketteki insanların tek suçu Yahudi olmaları.

Peki bu meseleyi Fransa’da oturmuş hiciv geleneği bağlamında ele almayı denesek?

Burada çok önemli bir başka nokta ise şu. Fransa’da çoğunlukla küfürbaz karikatürlerle sürdürülen önemli bir dine saldırı geleneği vardır. Bu gelenek 18. Yüzyılda Aydınlanma ile başlamıştır. Katolik kilise, ancien regime olan mutlak monarşinin yakın bir müttefikiyken bunlardan birine saldırmak, diğerinin de otoritesini eleştirmek anlamına geliyordu. Taht ve mihrabın ittifakında Katolik kilise ve Fransız monarşisi birbirlerinin iktidarını pekiştiriyor, egemen seçkinlerin bir parçası olan din adamları, devlet iktidarının uzantıları olarak iş görüyorlardı. 18. Yüzyılda Fransız Katolik Kilisesiyle dalga geçerken mutlakıyetçi devlet ve aristokrasiyle birlikte iktidarın tüm tahkim edilmiş kurumlarına saldırmış oluyordun. Bu arada elbette iktidarla olan ilişkisine aldırmadan her tür dini gözden düşürmeyi amaçlayan serbest düşünceli libertinler ve materyalist ateistler de vardı.

19. yüzyıla gelindiğinde dinle alay etme geleneği sürdü ama bir farkla. Bir yandan Üçüncü Cumhuriyet, ancient regime’in bir biçimini geri getirmeye uğraşan kilisenin elinde kalan iktidar kırıntılarına karşı bir savaş verse de şimdi alayların yeni bir hedefi vardı. Özellikle Yahudiler. Pek çok anti-semitik dergide Yahudiler küfürbaz, müstehcen ve hakaret dolu karikatürlere ve yazılara konu oluyordu. Haksız yere vatana ihanetle suçlanan Yahudi subay Dreyfus davasıyla doruğuna ulaşan bu dalgada Yahudiler Fransız ulusuna hıyanette bulunan günah keçileri ilan edilmişlerdi. Elbette bir önceki yüzyıldan farklı olarak, 18. Yüzyılın Katolik ruhbanlarının aksine Yahudiler devletin egemen güçleriyle sıkı fıkı değildiler. Kuşkusuz bazı antisemitler Yahudilerin sahne gerisinde sıradışı güçlere sahip olduğuna inanıyordu ama bugün hiçbir ciddi tarihçi bu temelsiz iddiaları desteklemez. Yani Musevilik ve Yahudiler alay edilip hakarete uğradıklarında taht ve mihrap (ya da sinagog) ittifakınca ezilenlerin meşru hedefleri değildiler. Bu alay ve hakaretlerin mağdurları Fransız toplumunda marjinalleştirilmiş, görece güçsüz insanlardı.

Bugünün Fransa’sında Müslümanların durumu bana 19. Yüzyılın Yahudilerini hatırlatıyor. Bu insanlar devletin gücüyle ilişkili değiller. Ancien regime’de Katolik kilisenin yaptığı gibi topluma hükmediyor değiller. İslam’a ya da Museviliğe saldırmak, baskıcı bir devletin merkezi iktidarına saldırmak demek değil. Zaten ezilen bir grubun kültürüyle ya da diniyle alay ederek bir tekme savurmak doğru değil. Bu onları sadece daha fazla yabancılaştırır, küçük düşürülmüş ve istismar edilmiş hissettirir.

Elbette hakim bir dinin baskıcı bir devlet tarafından azınlıkları damgalamak ve ayrımcılığa tabi tutmak üzere kullanıldığı durumlarda din istismarını sorgulamak meşrudur. Ancak bunu dikkatlice yapmak, dinin kendisiyle alay etmekten, peygamberlerini ya da ermişlerine hakaretten kaçınmak, sadece dinin iktidar tarafından suiistimal edilmesine odaklanmak gerekir. Hiçbir büyük din bir takım sinik ya da kandırılmış takipçilerinin ona yüklediği korkunç anlamlara indirgenemez.

Ama Charlie Hebdo aynı zamanda Marine Le Pen gibi aşırı sağcı Fransızları da ti’ye alıyordu. Yabancı düşmanlığıyla da dalgasını geçiyordu. Anarşistler gibiydiler, her şeyle dalga geçerken bu arada da…

-- Eminim hedeflerinde çok geniş bir yelpaze vardı. Bizim memleketteki herhangi bir otoriteye karşı genel düşmanlıklarını ortaya koymak için rastgele mülklere saldıran bazı anarşistler gibiler. Şaka yollu bunların alayda “fırsat eşitliği” sağladıklarını söylüyoruz. Oysa kurbanlarınızı seçerken daha titiz olmasınız. Bazı kişi ve kurumların dalga geçilmeyi ve iktidarlarının sorgulanmasını hak ettiğini, bu arada gündelik hayatlarında zaten alayların hedefi olan başka insanların ve grupların da olduğunu görmek gerek. ABD’de diyelim BASP’lar (beyaz, anglo-sakson, protestan) hakkında şakalar yapabilirim. Uzun zamandır iktidar seçkinleri arasında kalmış bu gruba dair şaka yapmak meşrudur ancak iyi bir kasıtla Meksikalı Amerikalılar, Siyahlar, Müslümanlar ya da gay’ler hakkında şaka yapamam. Eğer ayırt etmeksizin herkesle dalga geçiyorsanız bir toplumda güç ve iktidar farklılıkları olduğunu görecek politik bilince sahip değilsiniz demektir. Bunu ancak çocuklar yapar.

Bir başka konu elbette hakaretlere ya da saldırgan yorumlara nasıl cevap verileceği meselesidir. Öfke ile karşılık verip karşı saldırıya geçebilir ya da saldırganların budala olduğuna, hakaretlerinin bir cevapla onurlandırılmaması gerektiğine karar verebilirsiniz. İkinci seçenek mağduru incitme, ona zarar verme amacını, bu performatif niyeti “diğer yanağını çevirerek” boşa çıkaracaktır. Bu, hakaret edene öfkelenmek yerine onlara düşüncelerini rasyonel yollardan ifade edemedikleri için acıma duygusunu ifade eder.

Bu arada Charlie Hebdo dergisini daha önce Türkiye’den başka bir mizah dergisiyle, Leman ile geçmişte ortak bir sayı çıkardıklarından beri biliyorum. Onların karikatürlerine ve mizahi duruşlarına aşinayım. Öte yandan bir kaç yıl öncesinden şu tartışmalı Danimarka illüstrasyonlarını hatırlıyorum. Her şey bir yana bu çizimler büyük bir günahı, karikatür olarak komik olmamayı paylaşıyorlardı ve bana daha ilk bakışta antisemitik Nazi karikatürlerini hatırlatmışlardı.

- Ne diyeyim, aynı berbat gelenekten geliyorlar.

Evet, bu karikatürlerde espri yoktu. Sadece çirkin suratlı orta doğulu çizimleriydi bunlar.

- Bu türden bir devamlılığın ürkütücü olduğuna katılıyorum. Hedefler değiştirilerek neredeyse aynı laflar siyahlara, Yahudilere, Müslümanlara, gay’lere, ya da hangi grup damgalanmışsa onlara karşı söylenebiliyor. Hemen her zaman aynı temanın varyasyonlarını bulabiliyorsunuz: şunlar pistir, hayvanlar, cinsel olarak hiperaktifler, çirkinler, aşiret gibiler, vs. Suçlamalar ne olursa olsun kolaylıkla yeni bir mağdura yönlendirilebiliyor.

Doğru. 1930’ların Yahudi karikatürleri gibi...

– Aslında bunlar aynı şeyler.

Peki, o zaman Danimarka çizimlerini bir kenara bırakalım. Charlie Hebdo herkese eşit olarak saldırıyordu. Bahsettiğimiz çizimleri de yayınladılar ama bunu ifade özgürlüğü uğruna yaptılar. Bu durumda Danimarka karikatürleriyle Charlie Hebdo’nunki gibi anarşizan bir tavır arasında bir ayrım yapmak gerekmez mi?

– Bu iki örnekte karikatürlerin ardındaki motivasyonlar üzerinde kafa yormuş değilim. Bazı durumlarda belli bir politik meseleyi dile getirmeyi, örneğin egemen yaşam tarzını tehdit ettiği için göçmenleri küçümsemeyi amaçladıklarının doğru olduğunu sanıyorum. Bazen de salt provokasyon için provokasyon yapmak adına ergen, anarşist bir arzuyu dile getirdiler. Yani tabu herneyse ilgi çekmek için taşkın ve saldırganca davranarak onu devirmeye giriştiler. Ama sırf tabu devirmek için yapılan bu olgunluktan uzak hakaretler bile, saldırıya uğrayanların şiddet içeren tepkilerini meşrulaştırmaz.

ABD’de yakınlarda Los Angeles Clippers basketbol takımının sahibinin, kız arkadaşıyla konuştuğu özel bir telefon görüşmesi kaydında siyahlar hakkında aşağılayıcı laflar ettiği ortaya çıktı. Bu kışkırtma amaçlı yapılan kamusal bir ifade değildi. Ancak kız arkadaşı ona kızgın olduğu için bu görüşmeyi basına sızdırdı ve hakaret içeren sözler alenileşti. Elbette LA Clippers’da ve NBA’de yer alan pek çok siyah oyuncu anlaşılır nedenlerle bu duruma isyan etti. Sonunda bu patron, kamuoyunun ve ligin (yani diğer takım sahiplerinin) baskısıyla takımını elden çıkarmak zorunda kaldı. Irkçı eğilimlerinden dolayı artık güvenilir bir patron olarak görülmüyordu. Ancak onu Los Angeles’deki Staples Arena’nın ortasına getirip kellesini uçurmadılar. Ciddi bir bedel ödemesine karşın hapse de girmedi. Bence toplum bile isteye hakaret eden, saldırganca davranan, kışkırtan ve nefret söylemini benimseyenleri uygarca bir yaklaşımla şiddet ve baskı gibi yollara sapmadan cezalandırabilmelidir.

Özellikle bu saldırılar toplumda görece güçsüz gruplara ya da bireylere yöneldiğinde yapılması gerekir. Öte yandan tartışmalı, rahatsız edici, farklı görüşleri dile getirme hakkının korunması, sansüre ya da daha fena yaptırımlara uğramaması gibi bir karşı yükümlülük de vardır. Ben uzun süredir Amerikan Sivil Özgürlükler Birliğinin (ACLU) üyesiyim. Bu birlik ifade özgürlüğünü çoğu durumda mutlakçı bir biçimde savunur. Herhangi bir özgür toplumda çoğu kez birbirleriyle çatışan gereklilikler bulunur. Bu da bizi her duruma uydurabileceğimiz basit bir kural bulmaktan alıkoyar. Politik sağduyu dediğimiz şey, tam olarak her özel durumda çelişen gerekliliklerin nasıl dengeleneceğini bilme yeteneğidir.

Peki size gösterdiğim karikatürü nasıl buluyorsunuz?

IŞİD lideri El Bağdadi’yle dalga geçen karikatür bence uygun bir örnektir. Katliamcı güdülerini büyük bir dinin örtüsü ardına saklayan ve böylece korur gibi yaptığı dini küçük düşüren dindar bir fanatiğin herkes için sağlık dilemesi! Bana bir yandan Yahudilere yönelik soykırım düzenleyen Nazi’lerin başını çektiği “ırksal hijyen” kampanyalarını hatırlattı.

Karikatürde beğendiğim nokta El Bağdadi’nin temsil etme iddiasında bulunduğu dini aşağılamaktan kaçınması. Tıpkı 18. yüzyıl libertinleri gibi her türlü dinin saçmalık olduğunu düşünseniz bile bir inanana hakaret etmek, onunla alay etmek doğru değil. Tartışabilir ya da hatalı oldukları doğrultusunda onları ikna etmeyi deneyebilirsiniz (elbette bu durumda onların karşı argümanlarını da dinlemeniz gerekir) ancak onları aşağılama hakkınız yoktur. Böyle yaparsanız tiyatroda yangın var diye bağırmış olursunuz, üstelik bu arada siz de izdihama kapılabilirsiniz.

İş mizaha, hicive ve karikatürlere geldiğinde sınırlar kolaylıkla belirsizleşebilir.

-Belli sözler karşısında gücenenlerin “hiç şaka kaldıramadıklarını” söylemek çok tipik bir argüman ama her zaman mizahın ardına saklanamazsınız. Komik hakaretler bulmada çok yetenekli, kimi zaman rahatsız edici sterotiplere başvuran pek çok Amerikalı komedyenimiz var. Normal bir diyalogda suratlarına bir yumruk yemeden söyleyemeyecekleri bir çok saldırgan ifadeyi mizahi yönü belirgin bir bağlamda dile getirebiliyorlar. Ancak taşkınlıklarının ciddiye alınmaması gerektiğine dair ortak bir farkındalık olduğu için saldırılarının hedefi olanlar bile gülüp geçiyor, bunu bir oyunun parçası gibi görüyorlar. Ama bu çok hassas bir oyun. Bazen belli bir eşiği geçebiliyor ve söylenenler birden komik olma niteliklerini yitiriyorlar. Birden bakıyorsunuz ki kimse gülmüyor. Şakanın ardındaki çuvaldız birden katlanılmayacak kadar acı veriyor ve oyun bozuluyor. Bazı espriler kapsayıcıdır, herkes bir arada gülüp geçebilir. Belli bir grupla alay eden ve onu küçük düşüren bazı espriler ise dışlayıcıdır.

Cinsiyetçilik 1970’lerin Amerika’sında hassas bir mesele haline geldiğinde kadınlara karşı yapılan şakalar birden komikliğini yitirdi ve kabul edilebilir mizahın sınırları değişti. Aynı durum şu anda gay’ler ve diğer cinsel azınlıklar için gerçekleşiyor. Toplumsal baskı ve artan duyarlılık daha belirgin bir farkındalık yaratıyor ve bazı espriler artık uygunsuz bulunuyor. Mizahı bu biçimde sınırlandırmak her ne kadar meşru olsa da başka bir tür sınırlandırmaya, alayların hedefi olmayı sindiremeyen iktidardakilerin getirdiği sınırlandırmaya karşı çıkmak gerek.

 Liderleri ya da izledikleri siyaset hakkındaki esprileri sansürlemeye çalışan bir hükümet doğası gereği zayıftır. Üstelik bu tür mizahın genellikle içerdiği eleştirilerden ders çıkarmayı da beceremiyor demektir. Bu konuda sağlıklı bir tavır her türden otorite figürünün hicvedilmeye, taşlanmaya, yerin dibine geçirilmeye katlanmasını gerektirir.

Tarihçi kehanetlerine inanır mısınız? En azından spekülasyon yapmaya hakları vardır değil mi? Buradan nereye gidiyoruz?

– Hiç bir fikrim yok. Dünyanın çıkınındakiler beni hayrete düşürmeye devam ediyor.