Türkiye yazarı Fuat Uğur, gazeteci Cem Küçük'ün “Artık AK Parti’nin bu radikal İslamcılarla da, yani bu Mavi Marmara’daki manyak tipler, yani kafadan İsrail düşmanı, kafadan Batı düşmanı, kafadan her şeye düşman tipler var, bunlarla da yolların ayrılması lazım" ifadesinin ardından başlayan tartışmalarla ilgili olarak "Cem Küçük’ün bir insanlık hâli ağzından çıkan o sözcüğe cankurtaran simidi gibi sarıldılar. Buradan bir haklılık devşirme çabasıyla konuyu kavga zeminine çekmeye, yaygarayla kendilerini üçüncü kez affettirmeye çalışıyorlar" dedi.
Yeni Şafak, Karar ve kimi Star yazarlarının "cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi"nin yüzde 51.4 "evet" oyuyla kabul edildiği halk oylamasına giden süreçte iktidarı "Ya biz, ya onlar" diye tehdit ettiğini savunan Uğur şunları söyledi:
"Doğurduklarını söyledikleri çocuğu yine sırtından hançerlemişlerdi. Ya bizimsin ya da toprağın dercesine. Ama kör talih yüzlerine gülmemişti. Çok küçük bir azınlık olduklarını idrak ettiler"
Uğur, yazısına konu olan yazarların daha önce 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonları ve 7 Haziran süreçlerinde sergiledikleri tavır nedeniyle kendilerini affettirdiğini savundu.
Mahallede 'gizli hayırcı' kavgası sürüyor; kimler suçlandı, ne yazıldı, ne cevap verildi?
Cem Küçük'ün tartışma yaratan sözlerinin ardından kimi köşe yazarlarınca "İslamcıları AK Parti'den tasfiye etmeye çalışıyorlar" iddiası ileri sürülmüştü. Yeni Şafak yazarı İsmail Kılıçarslan, "İslamcıları AK Parti'den tasfiye etmek istiyor olabilirsiniz. Ama bu sizin güç yetirebileceğiniz bir mesele değildir", "Manyağız lan biz! Siz kuruluş devrinde yaşasaydınız 'kafadan Bizans düşmanı, kafadan Moğol düşmanı bunlar' dediğinizde hangi manyakları kastediyorsanız o kadar manyağız hem de" ifadelerini kullanmıştı.
Kılıçarslan'ın köşe komşusu Yusuf Kaplan da, İslami oluşumların önde gelen isimlerinin, yazarlarının, fikir adamlarının hedef tahtasına yatırılmak istendiğini savunarak "Öncelikle, önümüzdeki bu çakıl taşlarını temizlemeliyiz: Ülkeyi kaosa sürüklemek isteyen fitne-fesat şebekelerini, tetikçi tipleri kaale almamalı, gerekli uyarıları yapmalı, önlemleri almalıyız" demişti.
Star yazarı Ahmet Taşgetiren, tartışmaya "Ak Parti öncelikle bu çeteleşmiş medyatörlerin kendi imajına el koymasını bertaraf etmeli. İçeriye dönük bu yaftalamaların içerde nifak oluşturacağını, sürekli içerde bir azalma meydana getireceğini, dışardan hiçbir yeni katılım olmayacağını, üstelik iktidar adınaymış gibi kesilen raconların farklı toplum kesimlerinin korkuya kapılmasına yol açacağını unutmamak lazım" ifadesiyle girerken, yine Star yazarı Sibel Eraslan da söz konusu kişilerin yeni dönemde AKP'de olmaması gerektiğini savunmuştu.
Karar yazarı Mehmet Ocaktan da, gazeteci Cem Küçük'ün ilgili ifadesine tepki göstermiş; "AK Parti’nin kendi iç mekanizması nasıl işler bilemem ama, durumdan vazife çıkararak AK Parti adına temizlik işine soyunanların genlerindeki ‘FETÖ yazılımı’yla hareket ettikleri muhakkak" ifadesini kullanmıştı.
Fuat Uğur'un "AK Parti ve Kafkas Tebeşir Dairesi çelişkisi" başlığıyla yayımlanan (25 Nisan 2017) yazısı şöyle:
İki bakış açısı var bu konuda.
Eğer Tevrat’a bakacak olursanız Hazreti Süleyman’ın bir çocuğu büyütüp yetiştiren kadın ile doğuran kadın arasındaki münakaşa için verdiği kararı görürsünüz:
Çocuk kılıçla ikiye bölünerek her ikisine de eşit olarak verilecektir. İşte tam bu sırada biyolojik anne “Durun kesmeyin, ben yalan söyledim” diye bağırır. Hazreti Süleyman çocuğu ona verir. Feragat eden “Doğuran anne”dir... Efsaneyi Alman oyun yazarı Bertolt Brecht de Kafkas Tebeşir Dairesi’nde işlemiştir. Savaş sırasında “Canımı ve mücevherlerimi kurtarayım” derken çocuğunu evde unutan bir kadın ile onu evde bulup büyüten hizmetçi Gruşa arasındaki mücadele. Mesele bu kez mahkemeye gider ve bilge hâkim karar verir: Her ikisi de çocuğun kollarından çekecektir. Kimin tarafında kalırsa onun olacaktır. Gruşa, çocuğun çektiği acıya dayanamaz ve bırakır. Ama hâkim çocuğu bırakan, yani onu sevgi ve emekle büyüten yetiştiren kadına verir.
İkinci misalimiz ise aslında dünyadaki en yaman çelişki. Evlendirilen oğul ve eve yeni gelen gelin. Mutlu yuva kurulmuştur ama kısa sürede serzenişler başlar. Gelinin yaptıkları sürekli cımbızlanmakta, hataları biriktirilip iletilmektedir. Sıkışan erkek anne ve babasına “Sizin de hatalarınız var, lütfen biraz hoşgörü” der ama aldığı cevap hep aynıdır: “Seni biz doğurduk, büyüttük adam ettik. O ise sonradan gelen bir yabancı ve her şeyin üzerine oturdu, şimdi keyfini çıkarıyor.” Oysa oğulları onlara madalyonun öteki yüzünü de göstermektedir: “Güzel, lakin o da benim çocuklarımın anası. Ailemizin temel direği. Sosyal çevremizi genişleten ve iş hayatımızda beni destekleyen de o.” Tartışma ve ortaya çıkan dilemma(*) dayanılmaz gibidir:
Günümüzdeki bakış açısı ne Hazreti Süleyman’ın adaleti, ne Kafkas Tebeşir Dairesi’ndeki emek-mülkiyet ilişkisini sorgulayan Marksist bakış açısıyla izah edilebilir. Ne de anne-baba/gelin/oğul üçgenindeki çelişkiydi. Dün bir haber okudum. Hâkimin biri boşanan anne ve babaya mahkemelik oldukları çocuklarının velayetini ortak olarak vermiş. Ortak velayet ilginç bulunmuş basında. Günümüzün bakış açısı bu. Bir çocuk ise şayet söz konusu olan, onun geleceği için birliktelik ve dayanışma şart oluyor.
Tayyip Erdoğan, AK Parti’yi ta en başında muhafazakâr demokrat bir parti olarak tanımladı. Çünkü Türkiye’de onlarca rengi olan muhafazakârlığın varlığı Erdoğan’ın İstanbulluluğuyla malumuydu ve bunu görmüştü. Dahası seküler yaşam biçimine sahip ama aile kökleri ve akraba çevreleri dindar insanlardan oluşan bir kitlenin sosyolojik karşılığını da keşfetti Erdoğan. Gelgelelim partinin içinden doğduğu nüveyi kendilerinin temsil ettiğini iddia eden bir grup kısa zaman sonra mızmızlanmaya başladı: “Bu sonradan gelenler, bizim binbir emekle kurduğumuz partinin üzerine oturdu. Sözümüz geçmiyor.” 17-25 Aralık’taki ihanetlerinin unutulduğunu sanıyorlardı. Ama buna rağmen tartışmalarda ağızlarından çıkan her cümle “Sonradan gelen yabancılar” diye başlıyordu. AK Parti’nin kuruluş felsefesi kuşkusuz onlara hatırlatılıyor ve her defasında “O sonradan geldi dedikleriniz sayesinde yüzde 50’yi bulduk ve iktidar olduk. Siz temsil ettiğinizi söylediğiniz kitleyi bile tanımıyorsunuz? Onların bir sorunu yok” deniyordu ama nafile. O nüveyi kışkırtan hocalar-mocalar ile avanesi de sürekli gaz veriyordu. Bu gazı alan Yeni Şafak, Karar ve kimi Star yazarları ise tehdit üstüne tehdit yağdırdılar son referandum öncesinde. Hayır diyeceklerini ima ettiler. Hatta dediler de. Son referandumda oynadıkları “Ya onlar, ya da biz” kozunun sebebi buydu. Doğurduklarını söyledikleri çocuğu yine sırtından hançerlemişlerdi. Ya bizimsin ya da toprağın dercesine. Ama kör talih yüzlerine gülmemişti. Çok küçük bir azınlık olduklarını idrak ettiler. Yaptıkları hatayı anladılar ve şimdi Cem Küçük’ün bir insanlık hâli ağzından çıkan o sözcüğe cankurtaran simidi gibi sarıldılar. Buradan bir haklılık devşirme çabasıyla konuyu kavga zeminine çekmeye, yaygarayla kendilerini üçüncü kez affettirmeye çalışıyorlar. Komik oluyorlar tabii. 400 dava açmışlar. Dillerinden düşürmedikleri ezana ve dine küfredenlere açmamışlardı oysa. Yarabbi şükür demişlerdi. CHP Milletvekili Gülsün Bilgehan “Evet verenler namussuzdur” dediğinde de dava açmayı düşünmediler. İçlerinden “Zaten biz hayır oyu verdik” diye geçirdiler muhtemelen. Bu yüzden yazının sonunda Kafkas Tebeşir Dairesi’ndeki dilemmanın çözümündeki gibi “Çocuk büyütenindir” deyip işin içinden çıkabilirdim. Ama demiyorum. “Doğuran da, büyüten de birlikte çocuğun sahibidir” diyorum. Üstelik asıl doğuranın siz olmadığını bildiğimiz hâlde. Ha eğer ısrar ederseniz, çocuğun tırnağını koparamazsınız. Asıl gerçek bu, bilseniz iyi olur. ..... (*) Zor seçenek, birbirinden kötü iki şıktan birini seçme zorunluluğu. İkilem. Birinin iki taraftan sıkıştırılması.