"Galiba bu, seçmenin çok değişmiş olmasından değil de, fazla aynı kalmış olmasından..."

"Galiba bu, seçmenin çok değişmiş olmasından değil de, fazla aynı kalmış olmasından..."

Yaklaşık 30 yıldır "MHP" ve "Türkiye'de milliyetçilik" üzerine çalışan gazeteci - yazar Kemal Can, seçmen üzerindeki memnuniyetsizliğin potansiyel olarak olgunlaştığını ancak hareketsiz kalmaya da devam ettiğini söyledi. Can, "Galiba bu da, seçmenin çok değişmiş olmasından değil de, fazla aynı kalmış olmasından" tespitini yaptı.

"Siyasi kararlarını kimlik alanında, aidiyet evreninde oluşturmaya yatkın olan seçmen, memnuniyetsizliğini sandığa karıştırmıyor" diyen Can'ın "Seçmen çok mu değişti?" başlığıyla (14 Mart 2018) Duvar'da yayımlanan yazısı şöyle:

Teknolojiden ekonominin örgütlenmesine, gündelik hayattan ilişki pratiklerine kadar her alanda "değişimin" hızı ve bulaşıcılığı artarken bazı şeylerin aynı kalması elbette beklenemez. Ortaya çıkan tıkanma ve krizlere bakıldığında da, neredeyse havada asılı duran bir rahatsızlık görülebiliyor. Fakat değişimin derinliği, bize ne söylüyor sorusunun cevabı biraz daha karışık.

Beklenen oldu. AKP ve MHP, ittifak ve ittifakın başarısı için ihtiyaç duydukları yasa değişikliğini meclisten geçirdiler. Fazla gürültü çıkmasın diye gece yarısı, yangından mal kaçırır gibi yaptılar ama zaten yasayı çıkartacak sayısal çoğunluğa sahipler. Yasanın mecliste görüşülmesi sırasında muhalefet partisi milletvekillerinin sosyal medya üzerinden yaptıkları “yardım” çağrıları da pek sonuç vermedi. Ne yardıma gelen oldu, ne yasa engellenebildi. Sadece bu bile, iktidar için açık avantajlar tarif eden, son derece şüpheli imkanlar hazırlayan değişikliklere karşı nasıl muhalefet edileceği konusunda fazla bir hazırlık olmadığını gösteriyor. Kararları “keyfe” göre uygulanan AYM’ye başvuruyu -hiç de az olmayan “kısmen iptal” olasılığına rağmen- etkili yol olarak görmek de fazla hayalcilik olur. Zaman zaman gündeme gelmesine ve önümüzdeki günlerde yeniden canlanma olasılığına karşın boykot henüz güçlü bir seçenek olarak belirmediğine göre, erken veya geç olmasından bağımsız olarak “seçim takvimi” artık işlemeye başlıyor demek.

Bu çerçevede; geçen hafta Fransa’daki Macron, İtalya’daki Beş Yıldız hareketlerinin Türkiye’de karşılığı olup olamayacağı hakkında başladığımız tartışmayı daha ilerletip, siyaset zemini hakkında konuşmaya devam etmek doğru olacak. Çünkü, siyaset zemininin ve seçmenin nasıl algılandığı; gündemin rotasını, formül çeşitliliğini ve olası sonuçları belirliyor. Siyaset zeminini ve seçmeni tarif açısından, üzerinde pek tartışılmayan peşin kabuller var. Söylenince -hatta aslında birçok açıdan da gerçekten- doğru görünen bu saptamaları biraz tartışmak lazım. Mesela, artık hiç taze olmayan (en azından 35 senelik) ama sık kullanılan “seçmen eski seçmen değil, çok değişti” argümanıyla başlayalım. Teknolojiden ekonominin örgütlenmesine, gündelik hayattan ilişki pratiklerine kadar her alanda “değişimin” hızı ve bulaşıcılığı artarken bazı şeylerin aynı kalması elbette beklenemez. Ortaya çıkan tıkanma ve krizlere bakıldığında da, neredeyse havada asılı duran bir rahatsızlık görülebiliyor. Fakat değişimin derinliği, bize ne söylüyor sorusunun cevabı biraz daha karışık.

Karşı karşıya kalınan tablo, seçmenin artık başka birine dönüştüğünü mü söylüyor; kronikleşen bir yetmezliği, yetememezliliği mi gösteriyor? Zira, hem Türkiye’de hem de dünyada yaşananlar, eski siyasi davranış kalıplarının terk edilmesinden çok, şekil değiştirerek -ve biraz daha hastalıklı biçimde- tekrar ettiğini düşündürüyor. Son zamanlarda, Türkiye’nin yüzyılın başındaki şartlara, dünyanın 1920’lerin sonundaki koşullara aşırı benzediğine dair yorumlara daha sık rastlanıyor. Avrupa’da merkez siyasetteki çökme, sağ popülizm ve ırkçılığın tırmanması; bütün dünyada otoriter yaklaşımların rağbet görmesi ve alt sınıfın öfkesinin demokrasiye ve “öteki mağdurlara” yönlenmesi, yönlendirilebilmesi; Türkiye’de de 1950 model sağcılığın, hatta o günlerden örnekler verilerek hala çalışıyor olması, bambaşka bir seçmen profili çizmiyor. Görülen şey, değişen toplumsal-siyasal dinamiklerden çok, mutasyona uğramış hastalıkların nüksetmesine benziyor. Çok moda söyleyişle “ne oldu bize böyle?” sorusunun cevabı, belki de “hatırlamıyor musunuz daha önce de olmuştu.”

Memnuniyetsiz, geleceğinden umutsuz çok büyük bir kitle olmasına rağmen önemli siyasi değişiklik dalgaları oluşmaması, “değişen seçmenle” siyasi aktörlerin ilişki kuramamasına, onlara cevap üretememesine bağlanıyor. Eğer bir ülkedeki seçmenin yüzde 40’ı mevcut partilerin kendisine bir çözüm sunamayacağına inanıyorsa, bu önermenin doğru olduğunu düşünebiliriz. Ama iktidarda kalanlar veya pozisyonlarını koruyanlar ve yükselmekte olanlar açısından meseleye bakılınca da, “onlar yeni ne söyledikleri için kazanıyorlar, idare edebiliyorlar” sorusu boşta kalıyor. Yani, yeni bir söz veya söyleme biçimi bulamadıkları için birilerinin gerilediğinin doğru olması, durumunu koruyanları veya yükselenleri yeni söz bulmuş yapmıyor veya bu durum her şeyi kendiliğinden açıklamıyor. Örneğin, Avrupa’daki Neo-Nazi yükselişi, “memnuniyetsiz kitlelere yeni şeyler söylüyorlar” diye açıklanamaz herhalde. O zaman belki de sorun, değişeni yakalayacak yeni söz bulmak değil, çok da fazla değişmeyen temel çatışmayı söyleme biçimini güncelleyememektir.

Neoliberal ekonominin sert rüzgarları toplumsal, siyasal ve kültürel alanda da çok önemli etkiler yaratmıştı. Sovyetler’in çöküşüyle eş zamanlı olarak hüküm süren ideolojik iklimde, temel çatışmaları gündemleştiren dil, eskimiş etiketiyle kullanımdan uzaklaştırıldı. Küreselleşmenin yarattığı ekonomik hareketlenme ve toplam büyüme ile teknolojik sıçramanın sağladığı nispi refah algısı, itiraz alanlarını ama daha önemlisi muhalefet cesaretini azalttı. Muhalefet dili de, giderek daha derinleşecek olan ana çatışmayı kısa dönemli memnuniyetlerin üzerine çıkartacak biçimde güncellenemedi, alternatif iddialar mahcup bir geri çekilme yaşadı. Önemli siyasi sonuçları olan ve olmaya devam eden bu süreç, ne başlangıcında bambaşka bir seçmenin sırtında yükselmişti, ne de şimdi seçmen tamamen değiştiği için çatırdıyor. Temel çatışma da, bu çatışmayla baş etme yöntemleri de, odağını bulamadığında yaşanan savrulmalar da kendisini tekrar ediyor. İşlerin daha iyi olacağına inandırılmış olanlar, hayal kırıklıklarının faturasını tahsil etmek için adres arıyor.

Türkiye’yi bu resimden ayıran en önemli fark, memnuniyetsizliğin potansiyel olarak olgunlaşmasına rağmen hareketsiz kalmaya devam etmesi.

Ve galiba bu da, seçmenin çok değişmiş olmasından değil de, fazla aynı kalmış olmasından. Siyasi kararlarını kimlik alanında, aidiyet evreninde oluşturmaya yatkın olan seçmen, memnuniyetsizliğini sandığa karıştırmıyor. Belki de, memnuniyetsizliği ile tercihleri arasında ilişki olduğunu kabul etmek istemiyor. 35 yıldır ekonomik tercihleri değil bunları kimin uygulayacağını, nasıl yönetileceğini değil kimin yöneteceğini tartıştıran siyasi anafordan kendi başına çıkamıyor. Meseleye böyle bakınca, değişen seçmene uygun söz bulmaktan çok, seçmeni (en azından seçim yapma biçimini) değiştirecek söz üretmek daha önemli olabilir. Çok değil daha birkaç yıl önce kolayca “eski söz” rafına kaldırılacak itirazları dile getiren pancar üreticisi Nihat Babaözlü bugün yepyeni olabilir. Belki seçmeni değişimin içinde değil de, değişmediği koşullarıyla görmek; ona bunu ve aslında hiç değişmeyen kendi durumunu anlatmayı denemek daha anlamlı olabilir.