Emine Algan
Gaye Boralıoğlu, İletişim Yayınları'ndan çıkan Alâmetler Kitabı'nda, zamanın belirleyiciliğinden vazgeçiyor. Metnin üzerinden zamanın hükmünü kaldırınca beliren alâmetlerin peşinden gidiyor. Böylece tescilli kötülüklerin değil, tespiti ve teşhisi zor olan, aynaya baktığımızda göremediğimiz daha ince, daha yaygın, gündelik hayata sızmış kötülüğün özüne odaklanıyor. İyiymiş gibi görünen kötülüklerin. Bunu öyle bir yapıyor ki, her bir hikâyeyi okurken suratına okkalı bir tokat, karnına sağlam bir yumruk yemiş gibi oluyor insan. Bir tanesi hariç: "Çünkü bir mucize gerçekleştiğinde, tek bir cümle bütün gerçekliği kaplar."
Sürprizi okura bırakarak Gaye Boralıoğlu'yla kitaba dair söyleşimize geçelim.
- Şimdiye kadar yazdıklarından farklı, daha karanlık bir duygu hâkim bu kitaba. O yüzden, nasıl bir ruh halinde yazdığını sorarak başlamak isterim.
Sadece pandemi değil, ondan önceki son dört beş yılımız sürekli mevzi kaybederek, sürekli geri çekilerek, sadece yaşamsal imkânlar anlamında değil, ruhen de geri çekilerek geçti, neşemizi kaybettik. Yarım yamalak da olsa var olan bütün kurumların birer birer devrildiğini gördük. Ortaklaşmamızı sağlayan birtakım kavramların; adalet gibi, hakikat gibi, hukuk gibi kavramların içinin boşaldığı, nihayetinde bireylerin birbiriyle bile anlaşamaz hâle geldiği, aynı kelimelerle konuştuğu ama farklı anlamlar taşıyan bir dil, bir garip atmosfer içinde yaşıyoruz. Bir de üstüne pandemi geldi. Hep bildiğimiz distopyaların bir küçük örneklemesi gibi oldu. Sokağa çıkamıyoruz, alışveriş edemiyoruz, herhangi bir eğlence yerine gidemiyoruz, sanat yok hayatımızda, eve kilitlendik ve buna gönüllü olduk. Aslında distopik kısmı tam da bu. Ve tamamen, hiç de güvenmediğimiz bir hükümetin kontrolüne kaldık. Dolayısıyla ruh halim doğal olarak böyle bir çerçeve, böyle bir karanlık dünya ahvalinden bağımsız değildi.
Tabii şöyle de yapmak mümkündü; bir yazar bütün o karanlık duygularını kilitleyebilir, başka bir yerden başka bir açılım bulabilir, başka bir hayal dünyası yaratabilir. Ama ben burada o karanlığın özüne doğru bakmak, gündelik sıradan kötülüğün örgütleniş biçimine dair birtakım öngörülerimi edebiyat yoluyla ifade edebilmek, edebiyatın içine onları sızdırabilmek istedim, böyle bir hissiyatım vardı. Bu planlanmış bir şey değil tabii. Yazma süreci -hele de öykü yazıyorsan- sezgilerle de ilerleyen bir süreç, sadece tercihlerle değil. Ama sonuçta özellikle derleme aşamasında, öyküleri birbiri ardına koyarken bu duygunun, yani o hayatımızı karartan duygunun ya da kötülüğün günlük örgütlenişi, sıradan gelişimi nasıl oluyor, ona odaklanan öyküleri tercih ettim. Çok daha fazla öykü vardı elimde, ayıkladım.
“Gerçek diye bir şey yok bu dünyada, yazdığımız, yakıştırdığımız hikâyeler var yalnızca. Şimdi bu adamlar gidecek. (….) Biz senle ikimiz kendimize yeni bir hikâye yazacağız… Şimdi kapat gözlerini ve uyumaya çalış.” (Eşyanın Tarihi öyküsünden) |
- Az önce seni dinlerken şunu düşündüm: Pandemide bir sürü şeyden mahrum kaldığımızdan bahsettin, bunun içinde dokunmak da var. Bütün dünyada, aynı zaman dilimi içinde herkesi birden etkileyen bir dokunamama hali yaşadık, hâlâ yaşıyoruz. Sanki bu mesafe, dokunmanın verdiği o sıcaklığın yoksunluğu da yansımış kitaba.
Doğru söylüyorsun, aslında doğrudan buna dair bir öykü de var kitapta.
- Alınyazısı.
Evet. Ama dediğin şey çok önemli. Çünkü eğer bu kitap, benim daha önceki külliyatımdan biraz farklı duruyorsa o farklılıkta bana kalırsa en önemli etkilerden biri mesafe duygusu. Ben genellikle karakterlerin gözünden anlatırım hikâyelerimi, dolayısıyla karakterle yazar arasında mesafe kalmaz, çünkü ben o olurum yazarken. Ama burada öyle yapmadım, karakterler gene var ama birincil önemde değiller, birincil önemde olan hikâyenin kendisi. Belki de tam da dediğin nokta, iletişimin en sıcak ve en sahici olan kısmından, yani dokunmadan mahrum olmak, benim anlattığım şeye dair mesafe duygumu da pekiştirmiş olabilir.
- Kitaptaki bütün hikâyelere sızmış olan gündelik, sıradan, yaygın kötülüğe biraz daha yakından bakalım isterim. Nedir seni kötülüğü anlatmaya bu kadar iten ya da çeken şey?
Kötülüğün sıradanlığı Hannah Arendt'in altını çizdiği, günümüze dair çok önemli bir kavram. Kötülüğün en korkunç halleri; savaşlarda olanlar, işkenceler, silahlar, tehditler, şantajlar, adı belli, tescilli kötülükler, benim konum değil. Benim konum tescil edilmemiş kötülükler. Aynaya bakıp görmediklerimiz, kendi içimize de sinmiş olan, bütün âlemin farkında olmadan birbirine sızdırdığı, neredeyse iyiymiş gibi duran ama ancak belli bir mesafeden baktığında onun hiç de iyi bir şey olmadığını görebildiğin, daha ince, daha görünmez, tespit edilmesi, teşhis edilmesi daha zor olan kötülük tarzını anlattım. Çünkü hem bugünümüzü hem de geleceğimizi belki de en çok belirleyecek olan, en çok dikkat etmemiz, hassas olmamız ve mücadele etmemiz gereken kötülük tarzı bu. Kötülük ve iyilik çok yan yana giden şeyler ve birden bire diğerini dönüştürebiliyor. Aslında niyet iyilik olmasına rağmen başka bir kötülüğün, o anda ortamda olmayan ama iktidarın ya da toplumsal düzenin sana getirdiği, kurduğu kötülüğü kurumsallaştırabiliyorsun. Mesela Barınak öyküsünde oradaki kadın ve adamın niyeti aslında pozitif, değil mi? Bir çocuk evlat edinmek, doğurmak yerine evlat edinmek istiyorlar. Ama o toplumsal düzen, o sistem öyle bir şey kurgulamış ki, ürkütücü bir vahşetin neferleri haline dönüşüyor o adamla kadın. Ve bu gayet doğal, gayet sıradan bir şekilde gerçekleşiyor. Ben bu tür, üzerine daha az konuşulmuş, çünkü üzerine konuşulması çok da kolay olmayan kötülükler üzerinden kurguladım hikâyelerimi.
“Karşımızda duran kafeste siyahi bir çocuk vardı. Kocaman kıvırcık saçları, boncuk gözleri, çikolata teniyle çok sevimli, çok güzel görünüyordu. Eşimle birlikte künyesini okuduk: Menşei: Kenya Yaş: 25 aylık Aile durumu: Baba bir tank altında ezilmiş, anne kayıp. Kişisel özellikler: Sağ diz altında kalp şeklinde bir ben var, acı eşiği yüksek, ağlamıyor. Saçları taranabilir. Fiyatı: 12.000 Avro” (Barınak öyküsünden) |
- Zamansız ve biraz da mekânsız hikâyeler bunlar. Ama aynı zamanda bazıları toplumsal hafızamızda yer eden bazıları evrensel boyutta bugün yaşamakta olduğumuz, gelecekte yaşanması muhtemel meselelere bakıyor. 6-7 Eylül var, mülteciler var, mâlum şahıs var, derin soruşturma var, linç var, masal var. Nasıl ayıkladın, nasıl seçtin hikâyeleri?
Bu kitapta hep eksilterek gittim, bir şeyleri azaltarak gittim. Çünkü bunun özsel olan şeyi sarihleştireceğini düşünüyordum. O yüzden de mümkün olan her şeyi en aza indirmeye çalıştım. Zamanın belirleyiciliğinden vazgeçmek, metnin üzerinde zamanın kurduğu hükmü kaldırmak istedim. Karakter olmadan yazmam çok zor ama onlar üzerinden ilerlemeksizin, onları başka bir cümlenin parçaları haline getirerek, dilde oyunlara, anlatım imkânlarına çok da itibar etmeden, olabildiğince sade, sakin ve mesafeli bir dil kurarak sadeleşme, azaltma, eksiltme yoluna gittim. Zaman konusu, belki de biraz pandeminin getirdiği ruh haliyle ilgili bir şey, çünkü zamanla ilişkimiz değişti. Zaman, bildiğimiz zaman olmaktan çıktı. Çünkü zaman dediğimiz şey aslında bir tür kayıt ama artık evlerimize çekildik, hiç başka bir şey yapmıyoruz ve kaydedecek pek bir şeyimiz yok. Dolayısıyla bugünün dünden ya da bir hafta sonrasının iki ay öncesinden pek bir farkı kalmadı. Ruhsal olarak bu zamansızlık hissiyatının kitaba bu şekilde yansıdığını söylemek yanlış olmaz. Orada başka anlatım olanakları olduğunu da hissettim. Metin üzerinden zamanın hükmünü kaldırdığımızda gene bu dünyaya dair, evrene dair bildiğimiz kuralları koruyoruz ama çok daha büyük bir perspektiften kurabiliyoruz öyküleri. Bir kısmı tamamen gelecekte geçen, bir kısmı daha bugüne gelen öyküler ama onları ortaklaştıran o zamanın belirleyici olmaması ve tabii ki tematik bütünlük.
“Zamanın ağırlığını meğer başkaları kaldırıyormuş insanın üzerinden. Dokunabileceği mesafede hiçkimse olmayınca, çoğulluğun ne demek olduğunu hayal bile edemeyince insanın içi katılaşıyor, koca bir taş gibi bedenin orta yerine yerleşiyormuş.” (Alınyazısı öyküsünden |
- Hikâyeleri yazıp bitirdikten, kitabı son haline getirdikten sonra, senden çıktıktan sonra bir rahatlama hissettin mi? Biraz distopik hikâyeler olduğu için soruyorum bunu, o duygudan çıkma imkânın oldu mu?
Yo olmadı, rahatlama hissetmedim. Neredeysek oradayız. Rahatlama olması için bazı şeylerin değişiyor olması lazım. Tabii ki yazma sürecinin içinde bir tür terapi imkânı gizlidir ama benim için artık öyle bir süreç yok. Yazı hikâyemin başlangıcında belki daha fazla vardı, sonuçta yirmi yıldır yazıyorum. Özellikle ilk kitapta, Hepsi Hikâye'de daha fazla vardı bu his, sonrasında giderek azaldı. Artık benim için, edebiyatla kurduğum ilişkide bir tür tedavi olma, bir tür rahatlama hissi gibi bir ihtimal yok. Edebiyat o kadar fazla hayatımın içinde ki, ben neysem yazıyla ilişkim de o, daha fazla bir şey değil. Ama şöyle bir şey oluyor. Mesela roman yazdığım zamanlar o roman benim hayatımda çok büyük bir yer kaplıyor, orada karakterler, olaylar, durumlar, atmosfer vs. bir romanı yazmam en az bir buçuk-iki yıl sürüyor ve o süre içinde bir paralel evren icat ediyorum ve bu dünyaya biraz daha katlanmak için bir neden ortaya çıkmış oluyor. Ama öykü böyle bir şey değil, bu kadar kesintisiz değil. Öyküde girip çıkıyorsun. Bir yandan da hayatın bütün o sarp ve engebeli yollarını yaşıyorsun. Belki bir ara bir taşın üzerine oturup bakıyorsun ama romandaki kadar kavrayıcı, kapsayıcı bir süreç değil, yazar açısından söylüyorum tabii. Dolayısıyla kitabı yazdığım zaman öyle bir rahatlama, "yazdım ve kurtuldum, ifade ettim ve hafifledim" gibi bir duygu hiç yaşamıyorum.
- Peki okurla buluştuktan sonra? Tamam şu anda yüz yüze görüşme imkânı yok ama bir şekilde iletişim devam ediyor. Okurla metin temas ettikçe buradan ortak duygular dile geliyor mu, bunlar iyi geliyor mu? Çünkü nihayetinde bir derdin var, o yüzden yazıyorsun. Dünyayı değiştirebilme imkânı var insanın ve paylaştıkça bu ihtimal artabilir. Oldu mu böyle bir şey?
Bir kere -sağaltıcı olmak gibi bir klişeyi bir kenara bırakacak olursak-, yazmanın kendisinde zaten bir umut saklı, bir ihtimal saklı. Ve söylediğin gibi, okurla buluştuğun, ortaklaştığın, aynı cümleleri kurmaya, benzer yerlerden bakmaya başladığın zaman bir kere her şeyden önce yalnız olmadığını hissetmenin getirdiği bir ruhsal güç ortaya çıkıyor. Ama ben umutla iş görmeyi açıkçası uzun zamandır bıraktım. Böyle bir şey gerekmiyor, onu farkettim. Bir şekilde haysiyetini koruyarak, boyun eğmeden, dik durarak, yapmak istediğin şeyi yaparak ilerleme konusunda kararlıysan bunun için umut hiç gerekmiyor. Umut siyasetçilere gerekiyor. İnat, kararlılık, ısrar, tutarlılık hayatını kurmak için bence daha elzem kavramlar. Umut biraz tehlikeli bir şey, çünkü yaşadığımız çağda gerçekleşebilir umut sayısı giderek azalıyor. Gerçekleşebilir olmayan umutların peşine takıldığında o büyük hayal kırıklığına ve daha büyük acılara da dönüşebiliyor. Biz bunu çok yaşadık, hayatım bununla geçti. Bildiğim bir his, tanıdığım bir his ve ona da pabuç bırakmaya niyetim yoktu açıkçası.
Bazı noktalarda çok pozitif olmamam, hayatla olan ilişkimin ya da ruhsal olarak gücümün zayıfladığı anlamına gelmiyor. Tam tersi, gayet de inat ediyorum, her geçen gün aslında hem edebiyata inancım tazeleniyor, hem de böyle bir yeteneğe sahip olabildiğim için ne kadar şanslı olduğuma ve bunun da ne kadar gerekli olduğuna dair, yani dilin imkânlarını hisseden birisinin bu çağ için ne kadar gerekli olduğuna dair inancım artıyor. Konuşmanın başında söylediğim şey var ya, kavramların içinin boşalması. O sadece bize dair değil, dünyada da çok benzer bir durum söz konusu. Truth'tan, yani hakikatten sonra post truth* (*"doğru bilginin, hakikatin önemini yitirmesi, değersizleşmesi" anlamında kullanılıyor) kavramı ortaya atıldı ama şimdi onun da anlamsız olduğu bir evredeyiz. Özellikle pandemiyle birlikte başka bir süreç geliyor. Yani bana kalırsa bir devir miadını doldurdu. Ama her devrin bitimi yeni kavramlara ihtiyaç duyulduğu anlamına gelir, yeni bir devir o kavramlarla birlikte başlar. İşte o kavramların yaratım sürecine bir şekilde tanıklık etme hali, kaleminle tanıklık etme hali beni çok heyecanlandırıyor, çok etkiliyor. O yüzden de hep yazmak istiyorum, daha çok yazmak istiyorum. Kitabın çıkmasına sevinmemin en önemli nedeni, "Hah, şimdi yeni bir şey yazabileceğim" hissiyatı. Onun arkasında da romantik bir şey değil de yine bu dünyanın ahvaline dair bir değişim ihtimalini var etmek ve o sürecin içinde, yaratılma aşamalarında bir şekilde bulunmak arzusu var.
- Son bir şey daha: Senaryo işine pek bulaşmak istemediğini biliyorum. Ama bu kitapta da film yapılsa ne güzel olur dedirten hikâyeler var. Zoltan, Barınak, Derin Soruşturma, Baal Zebub, Mâlum Şahıs, neredeyse hepsi. Yazarken veya kitap çıktıktan sonra aklından geçti mi hiç?
Yok, yazarken böyle düşünmek edebiyatta insanı sınırlayan, kısıtlayan, başka bir tarafa doğru kaydırma ihtimali olabilecek bir şey. Benim zaten biraz yazma, biraz düşünme biçimimin, hayalle dil arasında kurduğum ilişki biçiminin getirdiği bir sinemasallık hemen hemen bütün metinlerimde oldu sanıyorum. Çünkü bu hep söylenmiştir. Ama tabii sinema haline gelmesi başka bir süreç. Yapımcılar, yönetmenler, paralar, teknik imkânlar vesaire devreye giriyor. Ama aklına fikrine çok güvendiğim bir arkadaşım "8-10 bölümlük bir dizi olur bu hikâyelerden, kendine özgü bir dil kurulabilir bu hikâyeler aracılığıyla" demişti. Belki öyle bir şey ileride olur ama ben ne kadar bu işin içinde olurum, bilmiyorum.