Taha Kıvanç
(30 Haziran 2012)
Son zamanlarda beni meslek adına en fazla umutsuzluğa sevk eden olay, görüşme için kendileri başvurmuş bazı gazetecilerin, olumlu cevap da aldıkları halde, Suriye’ye gidip Beşşar Esad’la görüşmekten son anda vazgeçmeleridir.
Ortalıkta dolaştırdıkları bahane ise, hükümet canibinden, kendilerine ‘’Gitmeseniz iyi olur’’ telkininin gelmesi... Ne yalan söyleyeyim, iri iri unvanları, kocaman egoları olduğu bilinen meslektaşların davranışlarını da -doğru olduğunu sanmadığım- bahanelerini de çok yadırgadım.
‘Gazeteci’ denilmeyi hak edecek meslek sahibi olaylara tek gözle bakmaz; bütün tarafların görüşünü öğrenmek ister. Bunun için de zahmete katlanması gerekirse, hiçbir zahmeti önemsemez; tehlikeye atılması gerekirse, her tehlikeyi göze alır... Hiçbir gerekçeyle doğru bildiği yoldan geri durmaz.
Kendi hesabıma bir gazeteci olarak görüşeceğim kişilerde bazı asgari standartlar ararım. Körfez Savaşı’nın (1991) hemen öncesinde, bir vesileyle bulunduğum Bağdat’ta, istersem Saddam Hüseyin’le görüşebileceğim kulağıma fısıldanmıştı; hiç mi hiç ilgilenmedim. Yine aynı gezide, bir resmi yemek sırasında, herkes yanına kadar gidip hatırını sorarken, ‘’Eli kanlı birinin elini sıkmam’’ diyerek Saddam’dan uzak durduğumu birlikte olduğumuz heyet üyeleri herhalde hatırlayacaktır...
Diyeceğim şu: ‘’Görüşmek isterim’’ talebinde bulunabileceğim biri olmaktan çoktan uzaklaştı Beşşar Esad; ancak rejimin neleri göze alabileceğini ve ne yapmak istediğini anlayabilmek için her konuşmasını, verdiği her mülâkatı merakla takip ediyorum...
Mülâkat talebinde bulundukları halde sonradan vazgeçen meslektaşlar gidip görüşselerdi sorularıyla pek çok karanlık nokta aydınlanabilir, Ankara’daki karar-vericilerin de yararlanacağı bilgiler elde edilebilir, hatta ortalığı yatıştıracak mesajlar alınabilirdi.
Ağızdan çıkan sözler bazen ihtilâflar, kavgalar, nizalar ve savaşlar çıkartabileceği gibi, tam tersine tansiyonu düşürecek, husumeti ortadan kaldırıp barışı mümkün kılacak gelişmeleri de başlatan yine sözlerdir, konuşmadır, açıklanan görüşlerdir. ‘’Söz ola kese savaşı / Söz ola bitire başı’’ demiş Yunus Emre... Gazetecilik mesleği her ikisini de sağlar...
Biliyorum, siyasiler böyle durumlarda olaya farklı bakar. Onların birlik ve beraberlik tablosu çizmek istemelerini asla yadırgamıyorum; haklarıdır. Falkland Savaşı’na giderken Margaret Thatcher daha önce hiç rastlanmadık sertlikte sözleri ‘’Oralarda ne işimiz var?’’ sorusunu soranlar için sarf etmişti. Daha çok da arzu edilmedik sorular yönelten medya mensupları için...
Neo-Çılgınlar tayfasının arzuları istikametinde savaşlar açan George W. Bush’un yaptıklarına gelen itirazları yüce gönüllülükle sineye çektiğini mi sanıyorsunuz? Hayır; o da her fırsatta aykırı şeyler yazan ve söyleyenlere ateş püskürttü. Savaşı kazanacağından, Irak’a demokrasi götüreceğinden kuşku duyanlara açtı ağzını, yumdu gözünü...
Obama da bugün kendisini eleştirenlere kızıyor.
Siyasiler medya dahil herkesi arkalarına almaya çalışmakla kendilerinden bekleneni yapıyor; medya mensupları da kendilerinden ne bekleniyorsa onu yapmalı...
Yazdıklarımdan ‘’Siyasetçiler hep yanlış yapar, medya ise doğrulardan şaşmaz’’ yanlış sonucunu çıkarmayacağınızı sanıyorum. Hayır, siyasetçiler çoğu zaman doğru kararlar verir, medyanın yanlışları ise hiç de az değildir... Siyaset adamının görevi ülke için en iyisini yapmaya gayret etmek, gazetecinin görevi ise okurlarını her şeyden haberdar ederken yapılanın iyi olup olmadığı konusunda kanaat açıklamaktır.
Siyaset adamı gazeteci(ler) itiraz etti diye doğru bildiğini yapmaktan vazgeçmez, vazgeçmemelidir; gazeteci de siyaset adamı darılır veya kızar diye yanlış olduğunu çok iyi bildiği bir şeyi savunamaz, savunmamalıdır...
Gerçek, çoğu kez bu sayede ortaya çıkar; hayırlı kararlar böylece oluşur...
Kendileri ‘’Görüşelim’’ talebinde bulunmuş, adam hepsine ‘’Gelin’’ demiş ve biri hariç diğerleri, iddialarına göre‘hükümet çevreleri’nden gelen bir mesaj üzerine Beşşar Esad ile görüşmeye gitmeme kararını vermiş...
Dertleri bu yolla hükümete zarar vermek olsa anlarım da...