Sosyal medya üzerinden canlı yayın görüntüleri akıyor önümde. Zaman gazetesi binası içinde göz gözü görmüyor, biber gazı ve tazyikli sular, “özgür basın susturulamaz” çığlıklarına karışıyor. Atanan kayyumlar çevik kuvvet ve terörle mücadele ekipleri eşliğinde binaya giriyor. Binanın içinde arbede, kaos... Ağlayanlar, darp edilenler, isyan eden çalışanlar. Adını duymadığımız ve duymayacağımız yüzlerce insanın bir anda işsiz kalmasını canlı izliyoruz. Çoğu insan ellerindeki telefonu açmış kayıt yapma ve bu ânı belgeleme çabasında. Ben de zaten bu yaşananları tanıkların birinin Periscope yayınından izliyorum. Televizyon kanallarının bu olayları vermeyeceğini çok iyi bildiğimden yerimden kalkıp televizyonu açmaya bile yönelmiyorum. Twitter’da bir yandan kendini aydın ve muhalif diye konumlandırmış bazı insanların “oh olsun! Onca yaptıklarından sonra cemaate üzülmüyorum” mesajları akıyor. Dünyaya açık, iyi eğitimli insanların bile çoktan ilkeler üzerinden büyük resme bakma yetilerini, sağduyularını nasıl kaybettiklerini görüp daha da umutsuzluğa kapılıyorum. Kafalar karışık, öfke ve nefretle gözler iyice körleşmiş. Bu memlekette gazetecilik mesleği tarih boyu insan ruhunun aydınlık ve karanlık tarafının bir turnusol kâğıdı olmuş adeta. Kişisel tarihimin de gazeteciliğin çıkmaz sokaklara girdiği yıllarla nasıl da kesiştiğini hatırlıyorum. Muktedir değişse de hep aynı kalan mağdurlar bir bir geçiyor gözümün önünden. Hayal meyal de olsa ilk hatırladığım Abdi İpekçi’nin öldürülmesiydi. On yaşımdaydım. Konuşulanlara kulak kabartıyordum ama olanlara anlam veremiyordum o yaşlarda. Oysa yirmi bir yaşıma geldiğimde Suadiye’deki evimizin birkaç sokak aşağısında Çetin Emeç vurulduğunda hiç tanışmadığımız insanlar için gözyaşı dökeceğimiz yıllara girdiğimizi bilmiyordum henüz. Lanetli 1990’lara girmiştik. Aynı yıl Turan Dursun öldürüldü. 1992’de Kürt aydını gazeteci-yazar Musa Arter vuruldu. 1992’de öldürülen gazeteci sayısı on dörttü ve bu gazetecilerin on üçü Doğu ve Güneydoğu illerinde öldürülmüştü. 1990’lar Kürt basının direkt hedef alındığı yıllardı. Bu dönemde savaş, ölüm, işkence, kaybedilme, sürgün, hapishaneler, yargılamalar, köy boşaltmalar, yerinden yurdundan edilmeler ve baskı yıllarıydı. Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel o artık hepimizin çok iyi bildiği politikacı refleksiyle Ağustos 1992’de “Öldürülenler bildiğimiz anlamda gazeteci değil. Gazeteci kılığında militanlar. Birbirlerini vuruyorlar” demişti. Çok ama çok karanlık yıllardı ancak yine de benim gibi şehirli çocuklara uzak olaylardı bunlar. Hayatımıza teğet bile geçmiyordu, ta ki üniversitede gururlu koltuğumun altında taşıdığımCumhuriyet gazetesinin en sevdiğim yazarı öldürülene kadar. Uğur Mumcu için duyduğum derin üzüntünün ve aniden yitirme travmasının aynısını yıllar sonra Hrant Dink için duyacaktım. İkisiyle de hiç tanışmamıştım oysa. Bu ülke bana genç yaşımda neleri yitirdiğimizi öğretti. Tanışmadığı bir kişinin cenazesinde için yanarak ağlamayı, isyan etmeyi, ülken için kaygı duymayı öğretti. Yitirilen aydınlarla büyüdü benim kuşağım. Kişisel hikâyem yıllar sonra akademik çalışma alanımla kesiştiğinde ise artık tek tek gazetecilerin değil koca bir mesleğin öldürüldüğünü görüyorum. 2000’lerle beraber önce dönüşen sonra da tamamen yitip giden gazetecilik mesleğine, gazetecilik onuruna ağıt yakıyorum bugün.
Bu yazı Bağımsız Gazetecilik Platformu P24'te yayımlanmıştır.