Gazetecilik ve teknolojik belirlenimcilik tartışması

Gazetecilik ve teknolojik belirlenimcilik tartışması

* Sarphan Uzunoğlu

Emre Tansu Keten, T24 Pazar’da 30 Aralık 2018’de bir yazı yazdı. Yazının sorusu, günümüzdeki gazetecilik tartışmaları bakımından oldukça mühimdi: Gazeteciliğin kurtuluşu teknolojide mi?   Keten, yazı boyunca temel olarak gazeteciliğin meslekî ve siyasal bir bütünlüklü mücadele olmadan teknolojik yenilikle kurtulamayacağı görüşünü savunuyor, teknolojik belirlenimci bir yeni gazetecilik algısından bahsederek bu yaklaşıma omuz verenleri eleştiriyordu. Gazeteciliğin “iç tartışmalara gömülmesinin” politik durumun sonucu olduğunu ifade ediyordu.   Keten’in açtığı tartışma oldukça değerli. Ancak, değerli olsa da eksik bir kavrayışa da dayandığını söylemek mümkün. Her şeyden önce gazetecilik alanında teknolojik belirlenimci bir damardan bahsetmek mümkün; ancak bunun yeni medyada yaygınlaşan neoliberal kamusal figürlerin hareketleriyle sınırlanması yahut teknolojik çözümlere odaklananların ekonomik/politik baskı ve zorluklara kulaklarını tıkadıklarını söylemek birçok açıdan haksız.   Tartışma temel olarak üretim araçlarının demokratikleşmesi olarak sunulan yeni medyada aslında vadedilen gibi bir demokratikleşme olmaması, yahut teknolojik belirlenimci damarın üretim araçlarına ya da iş modellerine değil parlak üretim biçimlerine veya güzel işlerin “bakın ne güzel yapıyorlar” şeklinde sunulmasına indirgenmesi gibi sıkıntılı meselelerin de vurgulanmasıyla derinleştirilebilir.   Her şeyden önce, Keten’in de adını andığı Morozov’un To Save Everything Click Here adlı kitabında ele aldığı ve eleştirdiği yaklaşımın, neoliberal bir teknolojik belirlenimciliği eleştirdiğini anımsamak gerekir. Yine aynı şekilde, üretim araçlarına hâkimiyetin ve buna bağlı kitleselleşme arayışının, dağıtım faaliyetinin eşitlikçi hâle gelmesinin, net neutrality gibi tartışmaların teknolojiye indirgenemeyecek denli politik tartışmalar olduğunu anımsamak gerekir.   Hızla Türkiye’deki teknolojik belirlenimci bir damar tespiti yapmak, start-up’çıya indirgeyerek Türkiye’deki doğru dürüst iş yapan az sayıdaki haber merkezini ve haber endüstrisiyle ilişkili girişimi “kurtuluş reçetesi değil” diye dışarı atmak, aslında Keten’in savunusunu yaptığı “Gazetecilik bir alan olarak, mücadele edilerek, bütün bir şekilde yükseltilemediği takdirde, siber kahramanların emekleri de boşa gidecek gibi duruyor” diye de bağladığı yazıdaki “mücadelecilikle” pek örtüşmüyor. Zirâ, sloganla parti arasına sıkışmış, iyi gazetecilik için maddi kaynak üretemeyen ve teknolojik gelişmelerde ancak takipçi olarak aktörleşebilen mevcut medya kuruluşlarımızın 2019’da finansal ve politik sürdürülemezlikle karşı karşıya geleceğini bir önceki yazıda ele almıştım.   Katıldığım her toplantıda, konuştuğum her panelde karşıma benden yaşça büyük isimlerin dile getirdiği ortak itiraz olan “yalnız o iş öyle değil” itirazıyla politik mücadele veya gazeteciliğin temel ilkelerine dönüş temalı sloganvari yaklaşımları artık müstehzî bir şekilde dinlemeye başlamamın sebebi ile, Keten’e yanıt verme ihtiyacı duymamın gereği aynı. Örneğin Keten’in yazısını yayınladığı T24 Türkiye’nin nadir bağımsız dijital medya modellerinden biri. Birçok farklı komüniteye birlikte ulaşıyor. Ama orada bile teknolojik anlamda aksayan ve aksamadığı takdirde T24’e hem sosyal etki hem de gelir olarak olumlu yansıyabilecek sayısız şey var. Hadi T24’ü bir kenara bırakalım, herhangi bir pazar analizi olmayan ve T24 gibi yaparız diye kurulan sitelere ne demeli?   Geçtiğimiz ay Teyit’in parasını vererek giriştiği ve İstanbul’da toplu taşıma araçlarıyla insanları hakikatle buluşturma deneyiminin nasıl bir linç kampanyasına dönüştüğünü gördük. Yeni bir şeyler deneyenlere “onlar da iyi niyetli çocuklar” diyerek bir kenara ayıran; kurtuluşu her daim kendisinde gören, fakat birçoğu hatıralarında gazetecilik tarihi bizi iyi yazmayacak itirafında bulunan gazetecilik elitinin de konuyla ilgili çoğu zaman bir reçetesi olduğu söylenemez.   Evet, Türkiye’de iletişim alanındaki fonların nasıl kullanıldığı gibi konularda eleştiriler olabilir ve olmalı da. Hattâ bu apayrı bir konu ve bence akademisyenler ve gazeteciler olarak bu konuda denetleyici bir güç oluşturabiliriz de. Ancak, yeni bir şey yapan, hibrid modeller geliştiren niş gazetecilik arayışları tüm dünyada gelecek olarak görülürken, yeni gazetecilik akımları dünyanın en büyük haber merkezlerinin bile ilgisine mazhar olurken, gazeteciliğin ekonomik ve politik kurtuluşunu haber merkezinin iç politikasına endekslemek pek de kurtuluş gibi gelmiyor bana.   Gazetelerin politik işlevlerinin satmalarındaki büyük payı hiçbir zaman göz ardı edemeyiz. Ama okuruyla birlikte ölen gazeteleri de unutmamalıyız. Daha da önemlisi The Guardian’ın dahil olduğu medya modeliyle (yine Hallin ve Mancini’ye dönecek olursak) Türkiye’deki modelin aynı olmadığını hatırlamamız şart.   Bizim mevcut ekonomik, politik ve hukukî yapıya karşı teknolojiyi bir tür kalkan olarak kullanan haber odalarına ihtiyacımız var. Ülkede Uber’in, Paypal’ın ve benzerlerinin yaşadıkları krizlerin tamamının gazetecilikteki yeni kurumlar ve modellerce de yaşandığı düşünüldüğünde, yenilenme ve teknolojik gelişim krizinin gazeteciliğin asli krizi olmasa da, sürdürülebilirliği bağlamında mühim olduğunu gözden kaçırmamak gerekir.   Ayrıca, etik ve politik anlamda evrensel bağlamda çoğumuzun uzlaşabileceği ilkeler var; ancak teknolojik ve ekonomik düzlemde ciddi bir cehalet söz konusu. Uluslararası haber odalarında daktilo muamelesi gören uygulamaların, mevcut haber elitince uzay gemisi muamelesi görmesi (bkz. Chartbeat, Google Analytics vs.) de, batmak üzere romantik anlayışla gazete üstüne gazete, dergi üstüne dergi kurulması sürekli olarak bir kaybedenlik anlatısını gazetecilik açısından geçerli kılıyor.   Türkiye’deki alternatif olsun ana damar olsun neredeyse tüm medya kuruluşları kötü yöneticiler tarafından yönetiliyor. Birbirinin kopyası ürünleri pazara sunan gazeteciler hep aynı romantik masalı pazarlıyor. Ama ihale bir şekilde, onlarca yıldır olduğu üzere “bu iyi niyetli kaybedenlere” değil de, onlara bir şekilde “şöyle yapsak daha sürdürülebilir olur” diyenlere kalıyor.   Yani içinde bulunduğumuz tartışma bir açıdan da kuşaklar arası bir tartışma. Şaşırtıcı olansa, romantik yenilgiciliğin gün geçtikçe muhafazakârlaşan ve kaliteli içerik üretecek maddî olanaklardan ve yaratıcılıktan uzak hâllerinin her daim hoş görülmesi, start-up kültürünün ise daima hedefte olması. Yeni şeyler deneyenlerin sürekli olarak mahkûm edilmesi. Ülkede nasıl ki ana muhalefet lideri sürekli kaybetmesine rağmen koltuğunda kalmaya devam ediyorsa, sürekli tiraj ve gelir kaybı yaşayan mecraların da yöneticilerinin muhafazakâr bir romantizmle kalın bir zırhla işlerini sürdürmeleri bence birçok açıdan birbirine benziyor.   Özetle, bahsettiğim asıl mesele kâğıt fiyatından gazetenin basıldığı matbaaya, dağıtım şirketinden kullanılan stüdyolara geniş bir ekonomik hareketlenmenin ve buna bağlı olarak sürdürülebilirliğin nasıl sağlanabileceği. Yani ihaleyi “yeni şeyler söyleyenlere ve yapanlara” değil, çakal kasaba esnafı gibi üç yıl geriden gelip yenilik takipçisi olan ama üretici olma konusunda daima geride kalanlara bırakmak daha mantıklı. 

*Bu yazı ilk olarak P24'te yayımlanmıştır.