Muhabirlikten sayfa sekreterliği ve editörlüğe, Ankara temsilciliğinden genel yayın yönetmenliği ve yazarlığa kadar mesleğinin her kademesinde yaklaşık 50 yıldır gazetecilik yapan Hasan Cemal'in 13. kitabı olan otobiyografisi, “Hayat İşte Böyle Geçip Gidiyor” adıyla Everest Yayınları’ndan çıktı.
1969'da Devrim dergisinde başladığı gazeteciliği Yeni Ortam, ANKA Ajansı, Günaydın, Cumhuriyet, Sabah ve Milliyet yıllarının ardından Mart 2013'ten bu yana T24'te sürdüren Hasan Cemal, 666 sayfalık otobiyografisini, özel hayatıyla mesleki hayatı arasında geçişler içeren bir üslupla kaleme aldı.
Hasan Cemal, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin üç kudretli isminden biri olan dedesi Cemal Paşa’dan başlayarak ailesi ve çocukluğuna ilişkin olarak bilinmeyen birçok ayrıntıyı da kitabında paylaşıyor.
Osmanlı İmparatorluğu'nun son yöneticileri arasında yer alan Cemal Paşa'nın oğlu olan babası Ahmet Cemal’in, çok istemesine rağmen Dışişleri Bakanlığı’na alınmaması, ailesini tercümanlık yaparak geçindirdiği hayatı boyunca bir ev sahibi olamaması da kitapta aileye ilişkin olarak aktarılan ayrıntılardan. Cemal Paşa'nın öldürülmesinden yaklaşık iki yıl sonra Türkiye'ye dönen ailesinin Atatürk'ün imzaladığı kararnameyle İstanbul Kurtuluş'taki bir Ermeni mülkünde yaşamaya başladığını da kitapta okuyoruz.
"Hayat İşte Böyle Geçip Gidiyor”da, Cemal Paşa’nın, Tiflis'te öldürülmeden yaklaşık iki yıl önce oğlu Ahmet Cemal'e Kabil'den yazdığı son mektup da paylaşılıyor:
"... Oğlum, sana ismimden başka miras kalacak hiçbir şeyim yoktur. Hiç beş paralık bir servete malik değilim..."
Hasan Cemal, Türkiye’nin yakın tarihinde belirleyici rol oynayan siyasi liderlerin tamamına yakınıyla gazeteci olarak kurduğu ilişkiler sırasındaki tanıklıklarını da kitabında anlatıyor.
Bu bölümlerde; Danıştay cinayeti ve sonrasında yaşanan kriz sürecinde dönemin Başbakanı olan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın, Hasan Cemal'e söylediği "Her zamanki yardımını bekliyorum" sözleri de aktarılıyor.
Cemal'in otobiyografisindeki siyasi tanıklıklar ve gözlemlere; Süleyman Demirel ve Turgut Özal'dan Necmettin Erbakan ve Bülent Ecevit'e, Tansu Çiller ve Mesut Yılmaz'dan, Şimon Peres ve Yaser Arafat'a Türkiye ve dünyadan çok sayıda isimle olan anılar da eşlik ediyor.
Hasan Cemal, tam 49 yılı gazetecilikle geçen hayatını naklederken, özeleştirisini de yapıyor ve medya dünyasındaki bazı önemli tanıklıklarını ilk kez anlatıyor.
Otobiyografisini "Ayşem'e" hitabıyla eşi Ayşe Cemal'e ithaf eden Hasan Cemal'in, yüz yıldan öncesine uzanan zengin fotoğraf albümünden çok sayıda kareyi de paylaştığı hayat hikâyesinden tadımlık bazı bölümler şöyle:
Cemal Paşa ailesinde “Paşa Dede”yle üstü örtülü de olsa gurur duyulurdu. Pek belli edilmese de, Cemal Paşa dolayısıyla ailenin bazı fertleri kendisine Osmanlı soyluluğu, belki biraz mavi kanlılık atfederdi.
***
Aile içi sohbetlerde Cemal Paşa’nın namusuna toz kondurulmaz, hiç malı mülkü olmadığı konuşulurdu. Birinci Dünya Savaşı sonrasında 1918 yılında dedemin, Talat ve Enver paşalarla birlikte bir İngiliz zırhlısıyla kaçmasından bir yıl sonra Almanya’ya giden Cemal Paşa ailesinin birkaç yıllık geçimi babaannemin elmasları sayesinde mümkün olmuştu.
***
Aile de, babam da Cemal Paşa’yı 1922’de Moskova’nın öldürttüğüne inanırdı. Babam Ahmet Cemal fazla konuşmazdı. Ermeni meselesinden söz ettiğini hatırlamıyorum. Cemal Paşa’nın siyaset bağlamında neredeyse hiç konuşulmadığı bir evde büyüdüm.
***
Babam Midilli’yi hiç gördü mü acaba, babası Cemal Paşa’nın 1872’de doğduğu bu güzel adayı? Ne bileyim, bir kadeh uzo parlattı mı Midilli’de? Ne kadar da içine kapalı bir adamdı sevgili babam. Ben de ona benzedim galiba... Babamın kaç ipi vardı hayatta? Öğle vakti Midilli çarşısında buzlu uzosunu yudumlayan ihtiyarın acaba kaç ipi var hayatta? Peki ya benim? Siyaset... Futbol... Başka? Yoksa çok mu yoksulum?
***
Annem Ayşe Cemal’in bütün tahsili, Kadıköy’deki bir Fransız orta okulundan terkti. Arada bir çat pat Fransızca konuşmaktan hoşlanırdı.
(...)
“Cemal Paşa’nın gelini”ydi! Belli etmezdi ama bundan hoşlanırdı. Bu arada, Cemal Paşa ailesinin bazı fertleri tarafından kendisine bazen tepeden, biraz mavi kanlı edayla bakıldığını hisseder, canı sıkılır, fakat belli etmezdi. Çok iyi bir ev kadınıydı. Hep kıt kanaat geçinmiş bir ailenin dar bütçesini idare edebilmişti. Babamın rakı sofrasını her zaman renkli kılmayı ve babamı erkek kardeşlerinin aksine evine bağlamayı başarmıştı.
***
Sevgili babam, bütçesinin dar imkânlarıyla beni İngiltere’ye gönderirken, tek amacı İngilizce öğrenmemdi. Çünkü, Ankara’da ilkokuldan sonrası beni Ankara Koleji’ne gönderememiş olmanın acısını içinde her zaman taşımıştı. Bu konuda bir seferinde bana açılmış, ablamı evlendirmek için borçlandığını, bu yüzden beni paralı olan Kolej’e yazdıramadığını söylemişti. Ama artık Mülkiye’yi kazanmıştım. İngiltere’de yaz tatillerinde İngilizcemi geliştirerek, Dışişleri Bakanlığı sınavını kazanabilir, “hariciyeci” olabilirdim. Bütün arzusu buydu babamın. Cemal Paşa’nın, İttihatçı bir babanın oğlu olduğu için alınmadığı Dışişleri Bakanlığı’na oğlunun diplomat girmesini, sefir olmasını çok istiyordu. Ama oğlu maalesef babasını hayal kırıklığına uğrattı. Hariciyeci değil devrimci olmaya karar verdi, 1968’de askerliğini Trabzon’da yaparken...
***
Babam hiç emeklilik yaşamadı. 1980’de 80 yaşında ölünceye kadar çalıştı. Almancasıyla yaptığı ticari çevirilerden, kendi deyişiyle mütercimlikten kazandı bütün hayatını. Bizleri büyüttü, yetiştirdi. Cemal Paşa’nın en büyük oğlunun kendi evi olmadı. Hep kirada oturduk.
Ölümünden birkaç yıl önce, 1977 olabilir, çat kapı gazeteye gelmişti. Hiç yapmadığı bir şeydi bu. Cağaloğlu’nda, Cumhuriyet gazetesi mutfağındaki sekreterlik, muhabirlik yıllarımdı. Şaşırmıştım. Gazeteye ilk defa geliyordu. Orta katta boş bir yazar odası bulup, çayla, kahveyle ağırlamaya çalışmıştım sevgili babamı. Canı çok sıkkındı. İş arıyordu. 77 yaşındaydı. Karaköy’de bir iki yere girip çıkmıştı ama ona göre iş yoktu. “Beybaba, çalışmak için fazla yaşlısın!” demişlerdi. Bunu söylerken yüzüme bakamamıştı. Ben de çaresizliğimi içime akıtmıştım.
***
Sevgili annem Ayşe Cemal 93 yaşında öldü. Onu kaybettiğim gece yalnız başıma odasını topluyordum. Başucu çekmecesinde bir zarf buldum. Zarfı karıştırırken bir gazete kupürü dikkatimi çekti. Yaşlı bir kadınla erkeğin kocaman gülümsedikleri anı gösteren fotoğraflı haberin başlığı şöyleydi: “80’inde mutluluğu buldular.” İçim burkulmuştu. Babam sevgili Ahmet Cemal 1980’de öldükten sonra 23 yıl tek başına yaşamış olan annemin onca yıllık yalnızlığını hissetmeye çalışırken, yatağının kenarına oturup ağlamıştım. Zaman durmayınca bir şey durmuyor. Dünya dönmeye devam ediyor. Ve şarkılar yarım kalıyor.
***
En çok annem öldüğü zaman ağlamıştım. Annemin yeri çok ayrıydı. Annem çok daha iyi yaşasın isterdim.
(…)
Babamın öldüğü geceyi hatırlıyorum. Hastanede bir sedyeye koydular morga götürmek üzere. Vakit gece yarısını geçiyordu. Bırakın, babamı ben taşımak istiyorum dedim. Babam ve ben, hastanenin koridorlarında baş başa kaldık. Bir ayağı sedyenin dışına sarkmıştı. Başparmağına sicimle asılı kartonun üstünde Ahmet Cemal yazılıydı. Sedyeyi ittikçe karton bir o yana, bir bu yana sallandı durdu. Sevgili babam 80 yaşında hayata veda etmişti. Onu gece vakti morgun soğukluğuna bırakırken gözyaşlarımı tutamamıştım. Bir an kendi içime döndüm, bir an acımı anlatabilecek sözcükler aradım. Ama bulamadım.
***
Mülkiye’de herkesin takma adı vardı. Herkes o isimle çağrılırdı. Benimki de Gagarin olmuştu. 1962 yılbaşında Samsun’a yaptığımız gezide, sarhoş olup “uçtuğumda”, Kaku Erkan bana Gagarin adını uygun bulmuştu.
***
Ankara’da 1960’lı yılların Mülkiye’sini anımsıyorum. Kantinde yalnız devrimcilik değil, Antonioni sineması da tartışılırdı. Hatırası kalbe ışıklarla dökülen o devrimci yıllarımız bir film şeridi gibi gözümün önünden geçiyor. Hızla yitip giden fotoğraf kareleri arasından Atıf Yılmaz, dudaklarından hiç düşmeyen emzik gibi cigarasıyla bana el sallıyor. Neresi orası? Taksim’deki Çiçek Arif mi, Asmalımescit’teki Yakup mu, sevgili Ece’nin Ece Bar’ı mı? Yine her zamanki gibi genç kızlar eksik değil Atıf Abi’nin masasında. Erdal Öz de orada...
***
Deniz Gezmiş bir gün, 1970 yılı olabilir, Kızılay’da Adakale sokağındaki Devrim bürosuna uğramıştı. Filistin kamplarından yeni döndüğü için sırtında gerilla kıyafeti, bir parka, ayağında uzun konçlu gerilla postalları vardı. Sormuştu Uluç Gürkan’la bana, “Bizim Marksist cunta ne zaman geliyor?” diye. Bütün devrimci gençler gibi, Deniz Gezmiş de kendilerine “devrim yolunu açacak darbe”nin bekleyişi içindeydiler.
***
Doğan (Avcıoğlu) Bey salondaki deri koltuğunda oturuyor. Kaykılmış, bacaklarını boylu boyunca uzatmış. Ağzında sigarası. 12 Mart Muhtırası radyodan yeni okunmuş. Çok düşünceli. Beni fark edince, “Hasan,” diyor, “nerede yanlış yaptık diye düşünüyorum ama bir türlü bulamıyorum.” Ben susuyorum.
***
Ankara, 4 Mart 2003 Bugün MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun’la sohbet ettim. Askerin 1 Mart’taki tezkere reddinden rahatsız olduğunu anlattı. Bütün hazırlıklar, Amerika’nın kuzeyden de bir cephe açmasına dönük yapılmış. Bu arada şu ilginç sözlerini not ettim: “Kuzey Irak’ta Barzani’yle Talabani’yi çatıştırdık. Barzani’yi besledik, Talabani’yle çatıştı. Talabani’yi okşadık, sonra da ona karşı. Ama şimdi üçü birleşti (Barzani, Talabani, PKK). Nasıl başardık bilemiyorum, (burada anlaşılan askere taş atıyor). Kuzey Irak’ta devlet savaş sebebi dedik ama şimdi bir devlet var karşımızda...”
***
***
Çok zekiydi Demirel. Suyun yüzünde kalmak için zekâsını ve aklını bazen acımasızca kullanırdı. Kendi istediği oluncaya kadar, kendi deyişiyle eti çürütmeyi severdi.
***
Asker meselesi... Ekonomide yapısal sorunlar... Elbette Kürt meselesi... Kıbrıs... Avrupa Birliği yolu... Bu konularda, özellikle 1990’lı yıllarda Demirel’le çok tartışmıştık. Hem sözlü, hem yazılı olarak kendisini eleştirdim. Bir Amerikan büyükelçisinin, “Özal iktidarı bir şey yapmak için, Demirel ise kendisi için ister,” sözünü bir yazımda aktarınca, bana çok kızmış, kısa süreliğine ilişkileri dondurmuştu. İfade özgürlüğü ve gazetecilerin hapse atılmaları konusunda da sert tartışmalar yaşamıştık. Sanıyorum 1994’tü. Bana bir seferinde, “Ama onlar gazeteci değil terörist!” demişti. Çok sert bir yazı yazmıştım. Bana yine bir süreliğine görüşmeme cezası kesmişti. Bu “ceza”lar seyrek ve çok kısa süreli olurdu. Şu sözü kulağımdadır: “Siyaset yapan, basınla, gazeteciyle kavga etmez.”
***
Sıradan bir devlet adamı değildi Özal. Statükocu hiç değildi. Risk almayı severdi. Tabu kırıcılığı vardı. Güç kullanmaya bayılırdı, tek adamlığı severdi.
Tek boyutlu, öyle tek kalem darbesiyle anlatılacak bir insan da değildi. Çok yönlüydü.
Doğu ile Batı arasına sıkışıp kalmış ve bu sıkışıklıktan yepyeni bir sentez çıkarmaya çalışan bir insandı. Anadolu toprağı, nasıl kendi bağrında bir sürü çelişki barındırıyorsa, Özal da öyleydi. Kendisi hakkında kitap yazmış bir gazeteci olarak, 2017 yılında da bunu belirtebiliyorum.
***
1989’da, Özal daha cumhurbaşkanı olmadan önce çıkan Özal Hikâyesi kitabımda da bazı hatalı değerlendirmelerim vardır...
Ecevit elbette dürüsttü. Hayatı boyunca öyleydi. Ancak siyasette kişisel dürüstlük, bazı konularda bilgiyle birleşmediği vakit olumsuzlukları engelleyemiyor. Ecevit’te bunu yaşadık. Ecevit dürüsttü ama ekonomiden anlamadığı için, ekonominin gereğini yapamadığı için 1978 ve 1979 yıllarındaki başbakanlığı sırasında görkemli “karaborsa vurgunları”nı önleyemedi.
Ecevit dürüsttü ama, yine 1978-79 döneminde Tuncay Mataracı, Hilmi İşgüzar gibi Yüce Divan’lık bakanları hükümetinden ayıklayamadı.
Ecevit dürüsttü ama ekonomiden anlamadığı için, son başbakanlığı döneminde Cumhurbaşkanı Sezer’le birlikte insanımızı çok derin bir yoksulluk çukuruna yuvarlayan o korkunç 2001 Şubat krizinin tetikçisi olmaktan kurtulamadı.
***
(...)
Sohbet sırasında o zamanlar herkesin aklındaki soruyu sormuştum Başbakan Erdoğan’a: “Cumhurbaşkanı olacak mısınız?” Önce gülmüş, sonra “Hasan Abi,” diye başlamıştı sorumu yanıtlamaya, “biz bu işleri bıraktık nisana kadar. 2007’nin Nisan ayına kadar konuşmak yok cumhurbaşkanlığı konusunda.” Hasan Abi’yle birlikte bakışlar bana dönmüştü. Bir an göz göze geldiğimiz Ertuğrul Özkök’ün yüzüne yayılan belli belirsiz gülümsemeyi görünce başıma neyin geleceğini anlamıştım. Ertesi gün Hürriyet’in manşetindeydim: “Erdoğan, Hasan Cemal’e abi dedi.”
Erdoğan, birkaç yıl sonra kendisine yönelik eleştirilerim ağır basmaya başlayınca bana abi demeyi bırakacak, Hasan Bey’e dönecekti. Ama Hasan Abi benim peşimi hiç bırakmayacaktı. Erdoğan’dan nefret edenler, Erdoğan’ın yeminli düşmanları bu yüzden beni hiç affetmediler. Tayyip’in abisi sözü beni eleştirmek için, tıpkı “yetmez ama evet”te olduğu gibi bir klişe, bir eleştiri silahı haline getirildi.
***
“Değişen ben değilim, değişen Erdoğan... Demokrasiye sırtını dönen ben değilim, Erdoğan...” Ancak, yanıldım mı sorusu yine de geçerliğini sürdürmüyor mu?
(...)
Ne dediklerine, ne yaptıklarına baktım. Evet, demokratik değerlerimin penceresinden gördüğüm doğruları destekledim, yanlışları eleştirdim.
***
Elbette yanıla yanıla, yenile yenile yürüdüm yollarda. Doğru yoldan doğru yere geldim mi sonunda, emin değilim, bilemiyorum. Bu nedenle hayata bazen kızdım. Sonra da kendime kızdım, hayata kızılır mı diye. Çünkü her şeye rağmen, gayet iyi farkındayım, yaşamak güzel şey.