Gaziantep'te 4 bine yakın kişinin yaşadığı Nurdağı Sakçagözü köyü depremde büyük bir yıkım yaşadı. Köyün neredeyse tamamı ya yıkıldı ya da ağır hasar aldı.
Nurdağı’nda haber yaparken, depremzedeler bizi Sakçagözü köyüne yönlendiriyor.
Bu köydeki bütün evlerin ya yıkıldığını ya da ağır hasar aldığını söylüyorlar. Köye vardığımızda karşılaştığımız manzara, anlatılanları doğruluyor.
Güllü Yıldız, “Köyde 20 ev ya kaldı ya kalmadı. Bizim evimizde 5 cenaze, komşularımızda 6 cenaze…Köy tamamen silindi gitti” diyor.
Köyü baştan sona gezdiğimizde ağır tabloyu net olarak görebiliyoruz. Köyün camisi bile ciddi hasar almış, sağlam ev bulmakta zorlanıyoruz.
Köylüler hayatına çadırlarda devam ediyor, henüz konteynerler gelmemiş. Jandarma ekipleri, köy okuluna kurulan yemekhanede her gün üç öğün yemek sağlıyor.
Şebeke suyunun kullanılamadığı köyde konuştuğumuz her kişi, ilk önce hijyen sorunundan şikayet ediyor.
Üniformalı bir kamu görevlisi de bizi durdurup, “Lütfen buradaki hijyen sorununa dikkat çekin” diyor.
Köylüler tuvalet ve banyo ihtiyaçlarını, kendi imkanlarıyla çevirdiği derme çatma barakalarda gideriyor.
Henüz enkaz kaldırma çalışmalarına başlanmayan köyde yürürken, zaman zaman ağır bir çürüme kokusuyla karşılaşıyoruz.
Ahırlarda telef olan hayvanların salgın hastalıklara sebep olmasından endişe eden köylüler, bir an önce enkaz kaldırma çalışmalarının başlamasını istiyor.
Temel ihtiyaçlar ise şöyle sıralanıyor: Konteyner, su, banyo ve tuvalet…
Herkes çadırının önünde bir işle meşgul: Kimi yemekleri kaynatıyor, kimi komşularına çay dolduruyor, kimi tadilat işleriyle ilgileniyor.
Kimin yanına gitsek, ilk önce kendi imkanlarıyla etrafını çevirdikleri tuvaletlerin halini göstermek istiyor ve en büyük sorunun “hijyen” olduğunu söylüyor.
Çadırındaki soba için odun kırarken konuştuğumuz Emir İşitmez, su kaynatıp leğenlerle yıkandıklarını anlatıyor:
“Bizim en büyük ihtiyacımız su, tuvalet, duş yeri. Millet çamaşırını yıkayamaz halde. Şu mavi şilteli yerde bir tuvalet, orayı da kendi imkanlarımızla çevirdik. Birbirimizin kokusu, pisliği karışıyor… Bu ne kadar sağlıklı olabilir?”
“Hem annelik hem babalık yaptığı” iki engelli çocuğu için yardım isteyen Gülay Başarır ise “Tuvaletimiz yok, banyomuz yok, benim de ayaklarım sakat. İmdadımıza yetişin” diyor.
Yıkılmış evlerinin arasına kurdukları çadırların önünde, çay içip suskunca oturan bir grup kadına rastlıyoruz. Kadınların sessizliğini ziyaretimiz bozuyor.
Sakçagözü’nün her evinde cenaze var. Kadınların en büyüğü, “Her evde bir cenaze değil kurban, 4-5 tane cenaze var” diyor.
Güllü Yıldız, hemen önünde oturduğumuz enkazda annesini kaybettiğini anlatarak, yakınlarına mezar olan bu enkazların bir an önce kaldırılmasını istiyor:
“5 can kaybettik. Annemin evine dönüp bakamıyoruz. Annem hala orada yatıyor gibi geliyor. Toprak kımıldayınca, annem çıkıp bir yerden bize bakacak gibi sanki.”
“Bu enkaza her baktığımızda sanki o anı tekrar yaşıyoruz. Çadırlarımız burada, bir yere gidemiyoruz ki, nereye gideceğiz? Hiçbir yerimiz yok ki gidelim.”
Ablası Zekiye Yıldız da kaybettiklerinin anılarıyla dolu bu enkazla birlikte yaşamanın çok zor olduğunu söylüyor:
“Biz onlarla yaşamışız, mutlu olmuşuz, gülmüşüz. Şimdi istiyoruz ki bu enkaz kalksın. Çünkü ailenle yaşadığın her şey gözünün önüne geliyor, o tarafa dönüp bakamıyoruz.”
Aralarındaki en genç kadın Fatmanur Karahan ise enkazların altında kalan besi hayvanlarının kokmaya başladığını ve hastalık kapmaktan korktuklarını anlatıyor.
Köy okulunun bahçesine kurulan koordinasyon alanında yemekhane, eczane ve doktorlar bulunuyor. Gerek kamu gerek sivil toplum kuruluşları köylülerin beslenme ve diğer ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyor.
Fakat depremzede kadınlar için bu hizmetlere erişebilmek o kadar da kolay değil. Konuştuğumuz kadınların çadırlarıyla bu merkez arasında belli bir yürüme mesafesi bulunuyor.
Kadınlar çoğu zaman bu yolu tek başına gitmekten korktukları ya da çekindikleri için, Jandarma ekiplerinin her gün çadırlara yemek dağıtmaya başladığını anlatıyor.
Güllü Yıldız, kadınlar ve çocukların bu hizmetlerden yararlanabilmesi için bulunan çözümü şöyle anlatıyor:
“Okulda yemekhaneler var, duşlar var, lavabolar var. Erkeği olan gidip alıyor ama bayanların çoğu utanıyor, gidemiyor. O yüzden Jandarma araçlarla gelip yemek bırakıyor ki kadınlar daha rahat alsın. Duşa, banyoya gidemiyoruz ama yemeğimizi çadırımıza kadar getiriyorlar.”
Köyün kadınları sadece yemeğe ulaşmakta değil, köy okulundaki ortak duş ve tuvalet alanlarını kullanmakta da sorun yaşıyor.
O yüzden her çadırın yanında bir tuvalet ve duş kurulduğundan bahseden bir kadın, “Erkeklerimiz, kadınlar için bize bu tuvaletleri yapıp etrafını çevirdi ama yine de olmuyor” diyor.
Ailesinden onlarca kişiyi kaybeden ve geride kalanların hepsinin bir yere dağıldığını söyleyen Güllü Şahinoğlu da genç kızlarının aynı sebeple çadırda yaşamaktan korktuğunu anlatıyor:
“Kızlarım şimdi Gaziantep’te arabanın içinde yaşıyorlar. Korkuyorlar, biz çadıra gelemeyiz diyorlar. Her birimiz bir yere düştük. Tuvalet yok, banyo yok… Konteynır olsa içinde banyomuz olur, kızlarım da yanıma gelir.”
Kadınların arasında her yaştan çocuk bulunuyor, bir kadın ise 8 aylık hamile. Gerek kadınların gerek çocukların pek çok özel ihtiyaçları bulunuyor.
Fatmanur Karahan, “Çocuklara 0-1 numara bez geliyor ama bizim çocuklarımız 2 yaşında, süt ve bez ihtiyacımız var” diyor.
Yine de hiçbir yardımın fazlasını almadıklarını söyleyen Karahan, “Diğer köylerin de ihtiyacı var, biz perişansak onlar da perişan. Akrabalarımızdan gelen yardımların bile fazlasını diğer köylere gönderdik” diyor.
Depremzedeler en çok ilk üç günü anlatırken zorlanıyor. Kadınlar enkazdaki yakınlarına ulaşmak için günlerce yalnız çabaladıklarını anlatırken, yoğun bir öfke ve kırgınlık bir arada hissediliyor.
Güllü Yıldız, “İlk önce milletimiz, sonra devlet yetişti. Enkazlarımıza ilk müdahale eden de ilk yemek getiren de halktı” diyor ve ekliyor:
“İlk iki gün cenazelerimiz hep yerlerde yatıyordu. 6 gün sonra AFAD ekibi geldi, yedinci gün abime ulaştı. Çocuklarına sekizinci gün ulaştık.”
Fatma Karahan da ilk üç gün kimsenin gelmediğini, enkazlara müdahale için yoldan geçen arabaları durdurduklarını anlatıyor:
“Biz ilk üç gün yalın ayak, karın üstünde yürüdüğümüzü biliyoruz. Mesela hepimiz kapalıyız, ama başımızda eşarbımız bile olmadan, pijamayla dışarı attık kendimizi. Sonradan birileri içeri girdi, bize yazmalarımızı getirdi.
Köyünün sahipsiz kaldığını düşünen Emir İşitmez ise “Sadece millete oy zamanı mı geliyorsunuz? Burası vatandaşın olmadığı bir yer mi?” diye soruyor:
“Burada ilk günlerde aç kalanlar vardı. Ve o soğuğun altında, enkazın altında ölen insanlar vardı bağıra bağıra. Bunlar insan değil miydi?”
"Enkazdan 8 gün sonra çıkarılanlar oldu. Nasıl yaşayabilir, neresi mucize olabilir? Mucize diye seviniyoruz ama müdahale etmediğimize mi seviniyoruz?
Depremin üzerinden bir ay geçmesine rağmen, bölgedeki artçılar halen sürüyor. Zaman mefhumunu yitiren depremzedeler için acı ve travma halen ilk günkü kadar taze.
Hemen her gece deprem olduğunu söyleyen Fatmanur Karahan, özellikle çocuklarda ciddi bir deprem korkusu geliştiğini anlatıyor.
"Sokaktan araba geçtiğinde bile çok tedirgin oluyoruz. 2 yaşındaki çocuğumuz, en ufak bir şeyde deprem oluyor diye kaçıyor” diyor.