Fikret İlkiz
Eskiden Devlet; kayıpları kayıt ve takibi görev bilirmiş. Şimdilerde Cumartesi Annelerine bu ülkenin meydanlarını kapatmak Devletin görevi sayılıyor.
Geçmişte,1997 yılında gözaltında kayıp iddialarını kaydetmek için Devlet İstanbul’a gidermiş. TBMM İnsan Hakları İnceleme KomisyonuRaporu'nda yazıyor.
“Cumartesi Anneleri ile ilgili Olarak : Oluşturulan bir ekip tarafından, kamuoyunda 'Cumartesi Anneleri' olarak bilinen ve gözaltında kayıp iddiaları ile İstanbul’da eylem yapan ailelere, kayıpları konusundaki müracaatlarını almak amacıyla 08.05.1997 tarihine kadar (18) hafta boyunca Kayıp Kişileri Araştırma Gezici Merkezi otobüsü ile Merkezden oluşturulan bir ekip ile İstanbul’a gidilmiş (…) 20.12.1996 ile 11.09.1998 tarihleri arasında 'Gezici Merkeze' (52), 'Kayıp Kişileri Araştırma Bürosu'na (21) olmak üzere toplam (262) kayıp kişi müracaatı yapılmış olup, (…) kaybolduğu iddia edilen (53) şahıs hakkında da 'kayıp' koduyla tanzim edilen GBT fişleri ile ülke çapında arama çalışmalarının Jandarma-Gümrük ve Polis işbirliği ile sürdürüldüğü tespit edilmiştir.” (TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Çalışma Raporu Ocak 1998- Mart 1999- Sayfa 26.
AİHM, 4 Mayıs 2001 tarihli Hugh Jordan-Birleşik Krallık kararında (Başvuru No. 247446/94, paragraf 105-109 ve 143) devletlerin yaşam hakkını neden korunması gerektiğini Türkiye hakkındaki birçok karara atıf yaparak açıklamıştı.
Kişilerle ilgili bir kayıp iddiası varsa; devletin yükümlülüğü nedir?
AİHM’in basit bir yanıtı var: Resmi bir soruşturma açmalısın, etkin olarak yürütmeli ve sonuçlandırmalısın. Devlet yaşam hakkını her koşulda korumalıdır. Satırbaşlarıyla bu konuda verilen Hugh Jordan-Birleşik Krallıkkararında yazılı olanlar çok öğretici.
“AİHS’in 1. Maddesi’nde Devlet’in 'kendi yetki alanları içinde bulunan herkese bu Sözleşme’nin birinci bölümünde açıklanan hak ve özgürlükleri tanıma' göreviyle birlikte okunduğunda 2. Madde’de belirtilen yaşama hakkını koruma yükümlülüğü, zımnen, kişilerin kuvvet uygulanması nedeniyle öldüğü durumlarda etkili bir resmi soruşturmanın yürütülmesi zorunluluğunu getirir (bkz. gerekli değişikliklerle, yukarıda söz edilen McCann davası kararı, s. 49, paragraf 161 ve Kaya-Türkiye davası kararı, 19 Şubat 1998, Reports of Judgments and Decisions 1998-I, s. 324, paragraf 86). Bu soruşturmanın temel amacı, yaşama hakkını koruyan iç hukukun etkin bir şekilde uygulanmasını ve Devlet görevlilerini ya da kurumlarını içeren davalarda, bu kişi ve kurumların, sorumlulukları altında gerçekleşen ölümlerle ilgili hesap verebilmelerini sağlamaktır. Bu amaca ulaşmak için uygulanacak soruşturma yöntemi duruma göre değişebilir. Ancak kullanılan yöntem ne olursa olsun, yetkili makamlar konudan haberdar oldukları anda kendiliklerinden harekete geçmelidir. Suç duyurusunda bulunulması ya da soruşturma prosedürlerinin yürütülmesinin sorumluluğunun üstlenilmesi mağdurun yakınlarına bırakılamaz (bkz. örneğin, gerekli değişikliklerle, İlhan-Türkiye [BD], No. 22277/93, AİHS 2000-VII, paragraf 63).
Devlet görevlileri tarafından gerçekleştirildiği iddia edilen bir öldürme olayıyla ilgili yürütülecek soruşturmanın etkili olabilmesi için, soruşturmayı yürüten ve bundan sorumlu olan kişilerin olaya karıştığı iddia edilen kişilerden bağımsız olmaları gerektiği düşünülür (bkz. örneğin Güleç-Türkiye davası kararı, 27 Temmuz 1998, Reports 1998-IV, paragraf 81-82, Oğur-Türkiye [BD], No. 21954/93, ECHR 1999-III, paragraf 91-92). Bu da yalnızca hiyerarşik ya da kurumsal bir ilişki olmamasını gerektirmekle kalmaz, aynı zamanda uygulamada da bağımsız olunmasını şart koşar (bkz. Ergi-Türkiye davası kararı, 28 Temmuz 1998, Reports 1998-IV, paragraf 83-84; bu davada bir çatışmada vurulduğu öne sürülen bir kızın ölümüyle ilgili soruşturmayı yürüten savcı, ağırlıklı olarak olaya karıştığı iddia edilen jandarmaların sunduğu bilgiye güvenerek bağımsız davranmamıştır).”
Sadece soruşturma açmak yeterli sayılabilir mi? AİHM yeterli olmadığını ve “kullanılacak yöntemlerin” de hukuki bir yükümlülük ve sorumlulukla yerine getirilmesi gerektiği kanaatinde.
“Aynı zamanda soruşturma, olayda başvurulan kuvvetin mevcut koşullarda haklı olarak kullanılıp kullanılmadığını ortaya koyacak (örneğin yukarıda söz edilen Kaya-Türkiye davası kararı, s. 324, paragraf 87) ve olaydan sorumlu olanların belirlenip cezalandırılmasını sağlayacak (yukarıda adı geçen Oğur-Türkiye, paragraf 88) biçimde etkili olmalıdır. Bu varılacak sonuçlarla değil kullanılacak yöntemlerle ilgili bir yükümlülüktür.
Yetkili makamlar, olayla ilgili, diğer delillerin yanı sıra, tanıkların ifadesi, adli tıp delilleri ve gerektiğinde maktulün üzerinde bulunan yaraların eksiksiz bir kaydı ve ölüm nedeniyle birlikte diğer klinik bulguların tarafsız bir analizini sunan bir otopsi (otopsilerle ilgili olarak bkz., yukarıda adı geçen Salman-Türkiye, paragraf 106; tanıklarla ilgili olarak bkz. Tanrıkulu-Türkiye [BD], No. 23763/94, ECHR 1999-IV, paragraf 109, adli tıp delilleri hakkında bkz. örneğin Gül-Türkiye [Seksiyon IV], No. 22676/93, paragraf 89) gibi delilleri toplamak için her tür makul adımı atmış olmalıdır. Soruşturmanın ölüm nedenini ya da olaydan sorumlu kişileri belirlemesini engelleyecek hata ya da eksiklikler bu şartların yerine gelmemesi tehlikesine neden olacaktır. Hemen harekete geçilmesi ve makul bir hızla hareket edilmesi gereği bu bağlamdan çıkarılabilir (bkz. Yaşa-Türkiye davası kararı, 2 Eylül 1998, Reports 1998-IV, s. 2439-2440, paragraf 102-104; yukarıda adı geçen Çakıcı-Türkiye, paragraf 80, 87 ve 106; yukarıda söz edilen Tanrıkulu-Türkiye, paragraf 109; Mahmut Kaya-Türkiye [Seksiyon I], No. 22535/93, ECHR 2000-III, paragraf 106-107).
Bazı durumlarda bir soruşturmanın ilerlemesini önleyebilecek engel ya da güçlüklerin bulunabileceği kabul edilmelidir. Ancak yetkili makamların ölüme sebebiyet veren bir kuvvet kullanımıyla ilgili soruşturmayı vakit geçirmeden başlatmaları, halkın hukukun üstünlüğüne uygun davrandıklarına dair duyduğu güveni tazeleyecek ve bu makamların yasa dışı eylemlere karıştıkları ya da bunlara müsamaha gösterdikleri izleniminin doğmasını engelleyecektir.
Aynı sebeplerden dolayı hem teoride hem de uygulamada hesap verebilirlik ilkesine uygun davranılabilmesi için halkın soruşturma ve sonuçları üzerinde belli bir denetim yetkisine sahip olması gerekir. Bu denetimin derecesi olaydan olaya değişebilir. Ancak her durumda maktulün en yakın akrabası kendi meşru çıkarını korumak için bu sürece gerektiğince katılmalıdır (bkz. yukarıda söz edilen Güleç-Türkiye, s. 1733, paragraf 82, bu davada maktulün babası takipsizlik kararından haberdar edilmemiştir; yukarıda adı geçen Oğur -Türkiye, paragraf 92, bu davada maktulün ailesi soruşturma ve mahkeme evrakına ulaşamamıştır; yukarıda söz edilen Gül-Türkiye davası kararı, paragraf 93)”
Türkiye aleyhine kararları say sayabildiğin kadar… Ocak-Türkiye, Kaya-Türkiye, İlhan-Türkiye, Oğur-Türkiye, Ergi-Türkiye, Güleç-Türkiye, Salman-Türkiye, Tanrıkulu-Türkiye, Gül-Türkiye, Yaşa-Türkiye, Çakıcı-Türkiye, Mahmut Kaya-Türkiye, saymakla bitmiyor.
Türkiye hakkında bu kadar çok atıf yapılan kararlar arasında “dostane çözüm”e bağlananlarda var. 1995 yılında sivil iki kişi tarafından kocası Fehmi Tosun’un kaçırılması olayı hakkında Hanım Tosun’un başvurusu üzerine AİHM Hanım-Tosun /Türkiye (31731/96. 6 Kasım 2003) davasında Türkiye 17 Eylül 2003 tarihinde dostane çözüm önerisinde bulunmuştur.
Hükümetin dostane çözüm önerisi karara şöyle yansımıştır:
"1. Hükümetimiz mevcut Türk yasalarına ve Hükümet’in bu tür olayları engelleme girişimlerine rağmen mevcut davanın açılmasına neden Fehmi Tosun'un kaybolması olayının meydana gelmesinden dolayı üzgündür. Bir kimsenin kaybolması olayı hakkındaki soruşturmanın eksik yapılmasının, AİHS’nin 2. maddesinin ihlalini oluşturduğu kabul edilmektedir. Hükümet yaşama hakkının gelecekte güvence altına alınmasını sağlamak için, gerekli tüm önlemleri alıp, etkili soruşturmaların yürütülmesini zorunlu kılan talimatları vermeyi taahhüt etmiştir. Bu konuda, Hükümet, kısa zamanda uygulama konan idari ve yasal önlemlerle yürütülen soruşturmaları daha etkili kıldığını ve mevcut davadaki benzer koşullarda meydana gelen kayıp ve yasadışı olarak bireyin özgürlüğünün kısıtlanması olaylarının azaltılmasını sağladığını belirtmiştir.” (AİHM https://hudoc.echr.coe.int. Gayri resmi Tercüme Dışişleri Bakanlığı).
Geçmişte, 2003 yılında bir kişinin kaybolmasından dolayı üzgün olan Hükümet; aynı zamanda soruşturmanın eksik yapılmasını yaşam hakkının ihlali olduğunu kabul ediyordu.
Günümüzde, 15 yıl sonra Cumartesi Anneleri'nden korkan ve bir araya gelmemeleri için meydanlara çıkan yolları kapatan bir Türkiye var.
Geçmiş kabullerine, günümüz korkularına inat; Cumartesi Anneleri'nin bitmeyen direnişi yaşamımızın en onurlu gerçeği.
Bu yazı ilk kez bianet.org'da yayımlanmıştır