Genco Erkal: Oyunuma makineli tüfekle girdiklerinde "En kötüsü bu" demiştim, beterin beteri varmış!

Genco Erkal: Oyunuma makineli tüfekle girdiklerinde "En kötüsü bu" demiştim, beterin beteri varmış!

Usta oyuncu Genco Erkal, 12 Eylül 1980 darbesiyle ilgili olarak, "Oyunlarıma makineli tüfeklerle girdiler, tekstlerim sansürlendi. Yargılandım. O an yaşadığı en kötüsüymüş gibi geliyor insana. Sonra da 'Beterin beteri varmış' diyorsunuz" dedi. "Kenan Evren döneminde çok ciddi sıkıntı çektik. Üç askeri darbe yaşadım. Resmi olan bu üstelik, gayriresmi olanları saymıyorum bile. Ama bugün yaşadıklarımız hepsinden baskın gibi geliyor" ifadesini kullanan Erkal, "Çünkü o zamanlar hiç olmazsa gelecekten umutluyduk. Şimdi 'Biz bu işten nasıl kurtulacağız düşüncesi' hakim. İktidarın gelip bütün ülkeye çöreklenmesi ve her şeyi -orduyu, adaleti, basını- ele geçirmesi, kimsenin ses çıkartamaması, ses çıkartana höt denmesi... Bilemiyorum" diye konuştu.

Erkal, Türkiye'de muhalefetin yetersiz olduğunu belirterek, "İnsanlar Gezi’yle bir şeyleri ifade ettiler ama öyle acımasız biçimde bastırıldılar ki şimdi görünürlerde öyle bir hareket de görünmüyor. İnsanlarda bir ürküntü var. Ama içlerinde hâlâ o potansiyelin olduğuna yüzde yüz eminim" dedi.

Hürriyet'ten Güliz Arslan'a konuşan Genco Erkal'ın açıklamaları şöyle:

Twitter’da bu yeni oyun için “Dört bir yandan kuşatıldığımız bu karanlık günlerde, hepimize moral olur belki de” demişsiniz. Sizin moraliniz nasıl bugünlerde?

- Berbat. Sabahları gazeteyi açınca hayatım kararıyor. Sürekli “Ne biçim bir ülkede yaşıyoruz, bu çağda böyle şeyler nasıl olabiliyor, ne biçim bir demokrasi bu” diyorum. Bir yandan terör, savaş... Bir yandan basına uygulanan baskı, çocuklara, kadınlara, LGBTİ hareketine yapılanlar...

Nasıl dayanma gücü buluyorsunuz?

- Elimden geldiğince her fırsatta düşüncelerimi söylüyorum. Bir de sahneye çıkıyorum işte... Benim asıl söyleyeceğim sözü sahneden söylemem lazım.  O yüzden oyunlarımda insanların içinde birikenleri ortaya koyuyorum. Bu oyun da onlara moral aşısı olacak. Çağımızın iki büyük ozanını, Bertolt Brecht’le Nazım Hikmet’i sahnede buluşturuyoruz. Bu iki isim de sonuna kadar insana, yaşama bağlı, en zorlu koşullarda bile yüreklerinde umut taşıyor. İşte o iyimserlik bana ilaç gibi geliyor. Sadece bana da değil, seyirciye de... Daha evvelden biliyorum; izleyici bizim oyunlarımızda hem -içinde kalanları biri çıkıp söylediği için- rahatlamış halde hem de iyimserlik havası içinde çıkıyor. E, bu da az bir şey değil galiba?

 

Eskiden gelecekten umutluyduk

Siz başka zor günlere de tanıklık ettiniz, 78 yaşındasınız. Şimdi yaşadığımız zor günlerin onlara kıyasla nasıl bir yeri var?

-"Oyunlarıma makineli tüfeklerle girdiler, tekstlerim sansürlendi. Yargılandım. O an yaşadığı en kötüsüymüş gibi geliyor insana. Sonra da “Beterin beteri varmış” diyorsunuz. Kenan Evren döneminde çok ciddi sıkıntı çektik. Üç askeri darbe yaşadım. Resmi olan bu üstelik, gayriresmi olanları saymıyorum bile. Ama bugün yaşadıklarımız hepsinden baskın gibi geliyor. Çünkü o zamanlar hiç olmazsa gelecekten umutluyduk. Şimdi “Biz bu işten nasıl kurtulacağız düşüncesi” hakim. İktidarın gelip bütün ülkeye çöreklenmesi ve her şeyi -orduyu, adaleti, basını- ele geçirmesi, kimsenin ses çıkartamaması, ses çıkartana höt denmesi... Bilemiyorum. Müthiş bir muhalefet yetersizliği var. İnsanlar Gezi’yle bir şeyleri ifade ettiler ama öyle acımasız biçimde bastırıldılar ki şimdi görünürlerde öyle bir hareket de görünmüyor. İnsanlarda bir ürküntü var. Ama içlerinde hâlâ o potansiyelin olduğuna yüzde yüz eminim. Şu ülkenin en az yarısı bu iktidara karşı. Buna rağmen olması gereken olamıyor.

Siz tiyatroyla devrim yapacağını düşünen kuşaktansınız...

- Evet, o dönem herkes öyleydi. 60’ın getirdiği kısmi özgürlük ortamında önceden yasaklı kabul edilen düşünceler ortaya çıkmaya başlamıştı. 60’lı yılları bir Rönesans gibi görüyorum ben. 68 kuşağıyla birlikte de politik tiyatro çiçek açtı. Ama sonra maalesef kötüye gitti. Devrimci hareket olarak kendimizi çok güçlü hissederken birden bire askeri darbelerle yok edildik.  

"Umutsuzluğu yakıştıramıyorum"

Oyunlarınıza gelenlerin hemen hemen hepsi aynı siyasi görüşü paylaşıyor. Eleştirdiğiniz siyasi görüşleri benimseyenlerle aranızda bir mesafe olduğu için özeleştiri yapıyor musunuz?

- Ben itici bir tavır takınmıyorum aslında. Onlardan oyunlarıma gelenler de oluyor. Giyim-kuşamlarından anlıyorum aynı siyasi görüşte olmadığımızı. Ama evet, daha çok gelmelerini isterim. Çünkü biz bize konuşmanın faydası yok. Ama ülkemizi yöneten -yönetenler demeyeceğim, yöneten- öyle bir parçaladı ki ülkeyi... Bir fay hattı, bir yarık var şimdi aramızda. Birbirimizle bağlantı kuramıyoruz. Bu çok moral bozucu. Toplumda görüş ayrılıkları olabilir. Ama niye birbirimizle kanlı bıçaklı olalım? O insan, bundan besleniyor, insanları birbirine düşman ederek gücünü pekiştiriyor. Hastalıklı bir şey bu. Ama maalesef bütün faşist yönetimlerde böyle. O yüzden sonu kötü bu işin.

Gelecekten umutlu musunuz?

- Vazgeçmeyi, umutsuzluğu kendime de insanlara da yakıştıramıyorum. Mücadele edeceğiz, düşüncelerimizi ifade edeceğiz!

Nazım Hikmet ve Bertolt Brecht ne ifade ediyor sizin için?

- İdollerim... Yıllardır onların peşinden koşuyorum. Artık onlarla özdeşleştim.

Daha adil bir dünyanın hayalini kurmuşlardı ama göremediler. Galiba biz de görmeyeceğiz...

- Bu arayış bitmez. Çünkü özlenen şey; bütün insanların mutlu olduğu, kardeşçe yaşadığı, kimsenin kimseyi ezmediği, kırmadığı bir dünya. Tam tepeye varamasak da bu yolda biraz daha iyisini yapabiliriz.  

"Çökerim"

Neredeyse 60 yıldır sahnedesiniz ve bildiğim kadarıyla “Sahnede ölmek istiyorum” diyorsunuz. İnsan bir noktadan sonra hiç mi çiçek bakmak, domates yetiştirmek gibi nispeten basit işlerle uğraşmak, hatta şöyle ‘göğsünü gere gere’ tembellik yapmak istemez?

- Hayır! İnzivaya çekilirsem her şey biter, bir anda çökerim. Bakın, yazın bile çalışıyorum ben. Çalışmak beni ayakta tutuyor. Bir gün çalışamayacak durumda olursam ne yaparım inanın, bilmiyorum. Her taraf kapkaranlık olur, nereye tutunacağımı, nasıl oturup kalkacağımı bilemem gibi geliyor. Tatil de olsun doğa da... Ama çalışmak, bir şeyler üretmek hep olsun. Sağlık elverdiği sürece...

Her oyunu büyük bir iştahla oynuyorsunuz. ‘Yaşamaya Dair’ oyununda, sağanak yağmur altında oradan oraya atlıyor, iki kolon arasındaki kalaslara asılıp sallanıyordunuz. O gün “Oyun müthişti ama lütfen dikkat edin” diye tweet atmıştım size. Bu bir çeşit hayata, yaşlanmaya meydan okuma mı?

- Olabilir. Evet, oyun sırasında gözüm hiçbir şeyi görmez.

Geçen yıl 153 gösterim yapmışsınız. Bu yıl da benzer bir hedef mi var?

- Daha fazla olacak. Geçen yıl üç ay tatil yapmıştık, bu yıl o da yok.

Nedir bu bitmeyen enerjiyi veren?

- İşim en büyük aşkım. İnsanlar pazartesi sendromu yaşar, bense her gün işe gitmek için çıldırıyorum!  

"Tiyatrolar yazın niye duruyor ki"

 

Muammer Karaca’dan belediye yüzünden, Ali Paşa Hanı’ndan da ailevi meseleler yüzünden çıkarılmıştınız...

- Bazı insanlar yok etmekle uğraşıyor, bazı insanlar da -ben onlardanım- yeni bir şey üretmek için...

Burayı nasıl buldunuz?

Ali Paşa Hanı olayından sonra çok moralim bozuldu. Aylarca dolaştım, bir yer bulamadım. Tesadüfen burayı gördüm, “Tamam bu” dedim. Bu konak okulun bahçesinde atıl vaziyette, adeta bir hayalet gibi duruyordu. Ona hayat vermek çok heyecan verici. Yepyeni bir dünya yaratacağız burada.

Artık tiyatro oyunlarını apartman dairelerinde, küçücük odalarda oynamak ‘moda’. Sizse hep açıkhava olsun, ferah ferah oynansın istiyorsunuz galiba...

- Ben o küçük küçük salonlarda oynayan genç arkadaşlarımız için de bir model oluşturmak istiyorum. İstiyorum ki, bütün yaz tatil yapmasınlar, bulsunlar bir bahçe, açıkhavada da oynasınlar. Tiyatrolar yazın niye duruyor ki? İnsanlar yazın şehirde ne yapacaklarını bilemiyor. Güzel bir yemek üstüne dondurmalarını yesinler, üstüne gelip oyun izlesinler...  

"Heyecan bağırsaklarıma vururdu"

 

Sahneye çıkmadan önceki son üç dakikayı nasıl tarif edersiniz?

- Her seferinde başka olur. O ‘başka olan şey’ de oyunu belirler. Her gün aynı yerde, aynı saatte, aynı ışıklar altında aynı lafları söyleriz ama her oyun birbirinden farklı olur. Çünkü seyirci başkadır. Ruh başkadır. Sahneye çıkmadan önce o gün yaşadıklarım, okuduğum haberler bir kıvılcım olur. “Hadi” derim, “Hadi, buraya kadar geldiler, bizi bekliyorlar”. Bu bir aşk durumu aslında. Biz hem yazarlarla hem de seyirciyle aşk yaşarız. Oyun günü buluşur ve bir şeyler paylaşırız. Oyunun ilk bir-iki günü bir ölüm-kalım savaşı veririz. Ya seyirci beğenmezse? Aşkta da vardır ya, buluşmadan hemen önceki o gerilim: ‘Ya beni beğenmezse’? Her tiyatrocuya bir şeyler olur sahneden önce. Eskiden benim bağırsaklarıma vururdu mesela. Ama sahneye çıktığınız anda biter.

Siz aslında psikologsunuz değil mi? Hayatta ve tiyatroda ne gibi artıları oldu bunun?

- Psikoloji, insanı anlama bilimi. Tiyatro da öyle... İnsanı anlayıp sahne üzerinde canlandırıyorsunuz. Bunu yaparken psikoloji bana hep yol gösterdi. Özellikle ‘Bir Delinin Hatıra Defteri’ oyununda. Hayatta da insanların niye öyle davrandıklarını anlarsanız daha hoşörüllü olma imkânı doğuyor. Empati kurabiliyorsunuz.  

Çalışmadığınız zamanlarda neler yaparsınız?

- Oyun çıkarırken pek uyku tutmaz. Doğum sancıları çekerim. Şimdi de öyle... Oyun çıktıktan sonra birkaç hafta sadece oyuna gidip geleyim, yatayım, müzik dinleyeyim isterim. Sonra hemen “Sırada ne var” diye düşünmeye başlarım. Bütün hayatım böyle geçiyor. Bunun dışında da opera seviyorum. Klasik müzik seviyorum. Konserlere gidiyorum. Okuyorum. Başka Sinema’yı takip ediyorum.

Sizinle ilgili duyunca şaşıracağımız bir şey var mı? “Şu diziyi kaçırmam, çok iyi tavla oynarım, bu aralar çok âşığım” gibi...

- Valla yok (gülüyor). Şu ara hayatımda tiyatro dışında hiçbir şey yok. Magazinel bir şey veremeyeceğim o yüzden size.