Korkmayın Bonkis bir başka polisiye dizisi yahut gözü yaşlı kadınların birbirlerinin arkasından entrika çevirdiği, “bitse de kurtulsak” dediğimiz ama çekirdek gibi başladığınızda bırakamadığınız dizilerden değil. Bonkis için çekirdek yerine patlamış mısır diyelim: Biraz daha almak için elinizi uzattığınızda kasenin sert ve soğuk yüzeyine çarpar, “Bitti miiiğ” diye şaşırırsınız ya, hah işte o şekilde...
Bonkis’in kısa kısa 7 bölümü bitince; parmaklarınızın ucuyla, kalan patlamamış mısır tanelerini ağzınıza atar gibi “Kimmiş bu yazan ve başrolde oynayan Deniz Tezuysal” diyerek Google’da aramaya uzanacaksınız.
Çünkü “ehi ehi bu kesin gerçekten yaşanmıştır” diyerek güleceğiniz garanti.
Evet, bu dizideki olaylar gerçekten yaşanmış ama tam da bu şekilde değil! Mesela Bonkis diye bir cafe gerçekten vardı. Deniz Tezuysal’ın oyuncu arkadaşı Öykü Karayel ile açtığı Bonkis, tıpkı dizideki Bonkis gibi batmış. Buraya kadar her şey doğru. Ancak Deniz hiç de dizideki gibi “çıkıntı” bir karakter değil. Hatta o Deniz’in aksine 9 sene mimarlık yapmış, ailesiyle arası gayet iyi, bir çocuğu olan, evli bir kadın. Fakat tüm bu farklar, Bonkis’in yaşanmış/yaşadığımız hikayelerden oluştuğu gerçeğini değiştirmiyor… Devamını ve detayları dizinin senaristi ve başrol oyuncusu Deniz Tezuysal anlattı.
Adını çok duyuyoruz şu ara ama Deniz Tezuysal kimdir, Bonkis öncesi neler yaptı?
35 yaşındayım, mimarım ve cafeyi açmadan önce mimarlık yapıyordum. 8-9 sene mimarlık yaptım. 30 yaşımdayken çocuğum dünyaya geldi. O dönem çalışmaya bir sene ara verdim. Artık hormonlardan mıdır nedir, dünyaya bakışım değişti ve “mimarlık yapmayacağım” dedim. Eşimle de ortaktık. “Artık gelmiyorum” dedim. “Nasıl yani” dedi. “Öyle işte artık çizmek istemiyorum, ne yapacağımı da bilmiyorum” dedim. “İyi, peki” dedi. Aynı günlerde çok yakın arkadaşım Öykü (Karayel) “Gel seninle birlikte restoran açalım” dedi. “Ben restorandan ne anlarım” falan derken “O zaman bari cafe açalım” dedi. “Bari cafe”... Olur mu olmaz mı derken, ben de o dönem herkes gibi cafe açmayı bir kurtuluş olarak gördüm. Ne güzel kendi işimizi yapıp kendi paramızı kazanırız dedik. Çok da düşünmedim açıkçası. Bu konuşulduktan 1 hafta sonra biz dükkanı tuttuk.
Hızlı olmuş…
Evet böyle bir gazla, bir umutla yola çıktık ve buraya kadar geldi.
Sonra Instagram’da bir Bonkis Cafe fırtınası oldu sanırım...
Evet cafe hesabı olmaktan çıktı. Ben yazıyordum Instagram’daki paylaşımları da. Bir anda binlerce takipçisi oldu. Bonkis bir anda ünlü oldu, herkes onu konuşuyor ama kimse gelmiyordu. Çok uğraştık ama olmadı. Öykü zaten dizide oynamaya başladı, cafeden mecburen uzaklaştı. Ben biraz daha devam etmeye çalıştım, ama tükendim. Bir de senaryo mevzularına el atınca Bonkis bitti.
Daha önce yazmaya merakın var mıydı yoksa Instagram hesabı ile mi başladı her şey?
Yazıyordum ama hep kendi çapımda. Üniversitede dizi yazsam nasıl olur diyerek bir şeyler karaladım ama kimseye göstermedim. Çok paylaşılan, okunan bloglarım vardı, komik şeylerdi. Ama hiç yazar olma iddiam yoktu, Instagram’da yazdıklarım çok okununca arkadaşlarım acaba bu yazdıklarını “Instagram’da harcamasan mı” dediler. Her şeye atlayan yapım sağolsun “Yaparız ya” dedim.
İlk senaryonu kendi deneyimlerinden yola çıkarak yazmak, kendini senaryodaki Deniz’den ayırmak zor muydu?
O Deniz’in karakteristik özelliklerini, durumların içinde verdiği tepkileri yazarken kendimden yola çıktım hep. Düştüğü durumlar benimle birebir aynı değil ama ben de o durumlara düşsem o tepkileri verirdim. Mesela annesiyle konuşurken “Öldüm mü ben? Sevgilisiz yaşanmıyor mu bu hayatta” gibi cevaplar Deniz Tezuysal’ın da söyleyeceği şeyler. Ama dizideki Deniz’in hayatında birçok insanın hayatından harman var. Ben bekar değilim ama bekar arkadaşlarımın neler yaşadığını çok iyi biliyorum. Deniz’in bir sürü kadının karması olduğunu düşünüyorum. Ben hiç 10 senelik ilişki yaşayıp sonra terk edilmedim ama onu yaşayan çok arkadaşım var. Onları bir süzgeçten geçirdim.
Nasıl bir yöntem izledin yazarken?
Baştan her şeyi kurgulamadım, zihin akışıyla yazdım. Çoğu bölümün başındayken sonunda ne olacağını bilmiyordum o yüzden bazen “Aa bu ne biçim bölüm” dediğim oldu.
Yazarken başrolde oynamayı da düşünüyor muydun?
O kendiliğinden gelişti. Bu aslında karakterlerin hikayesini anlatan bir dizi değil. Bir “one man show”. Bunun Louise C.K. gibi Seinfeld gibi örnekleri var. Bu tarz bunu gerektiriyor ve benim de rolü içgüdüsel olarak kendim oynamak istemem bundan kaynaklanıyordu. Karakteri canlandırabilecek oyuncuları düşünürken hep içimde bir huzursuzluk vardı. Sonuçta gerçek bir şahıs ve çok karikatürize olma riski de var. O yüzden bunu isterseniz ben oynarım dedim, tabii ki kimse istemedi! “Bir demo çekelim, görün” diye ısrar ettim, demo çekilince tamam dediler. Yönetmen Emre Erdoğdu “Kesinlikle Deniz oynasın” dedi. Böyle çıktı ortaya.
Peki dizinin gerçekten senin hayatından kesitler olduğu düşünülmesinden çekindin mi?
Öyle bir endişem yok ama herkes sorunca açıklıyorum, yalan söyleyemem o konuda. Hayal dünyası diye bir şey var, oradan besleniyoruz sonuçta. Ama bunu düşünmeleri de beni etkilemiyor, çok takılmıyorum öyle başkalarının ne düşündüğüne.
Deniz gibi…
Aynen!
Oyunculuk deneyimin olmadığı için oyuncu arkadaşlarından destek aldın mı?
Fikir olarak hepsi destek oldu. Hemen bir oyuncu koçu buldum. Fikir olarak destek oldular, onlar da oyuncu koçuna gönderdiler. Süreyya Güzel ile çalıştım. O kadar büyük payı var ki bu ortaya çıkan işte… Her sahnenin üstünden tekrar tekrar geçtik, onun yardımı oldu en çok.
Zorlandığın bir sahne oldu mu?
Çıtçıtlı body sahnesinde bir gerildim açık söylemem gerekirse…
En çok gülünen sahnelerden biri o…
Sette içki yasak, yönetmen asla izin vermiyor. Benim için de bira meyve suyu gibi bir şey. O gün dedim ki “Bakın ben şimdi soyunacağım, bana sette ‘Deniz abla’ diyen herkes oramı buramı görecek”... “Kimse sana bakmayacak Deniz, herkes işini yapıyor” dediler. “1 tane de mi içilmez” dedim sonunda izin verdiler. Ama bir noktadan sonra baktım bardağım hiç boş kalmıyor, Emre “Biraz gevşe” dedi. Zaten Serhat yataktan düştü, çok komik şeyler oldu, gerginlik gitti.
Yalnız cidden o çıt çıt bir türlü açılmaz!
Açılmaz!
Biraz önceki soru ve cevaba geri dönmüş olacağım ama “one man show” dedin dizi için ve tarzın isminden mütevellit hep erkeklerin kendi şovlarını saydın. Oysa ben diziyi açtığım andan itibaren Girls, Fleabag gibi yapımları hatırladım. Artık kadınların da seksten bahsedebildiği, çapkınlık yapabildiği, sarhoş olabildiği ve bunu çok karikatürize etmeden yapmak özellikle Türkiye sınırlarında kolay değil. Sana bunu hayata geçirirken cesaret veren şey neydi?
Dediğin gibi yıllar önce Girls’ü izledim. Hepimiz bir şaşırdık. Daha öncesinde Sex & the City vardı, o da ufkumuzu açmıştı diziyi beğensek de beğenmesek de. Fleabag’i, Parks and Recreations’ı izlerken de “Bak bu kadınlar ne güzel anlatıyorlar, bizde neden yok” dedim. Yani Bonkis’i ben başka şekilde de anlatabilirdim ama bunu bir “one man show”a çevirmen aslında feminist bir yaklaşımdı. Bir de “kadın hikayesi olsun” lafı dolaşıyor sürekli mecralarda. Ben de dedim ki ben bunu yaparım. Bu iş bir cafe hikayesi değil, kadın hikayesi olsun. Kaybedecek bir şeyim yoktu. Yazar da değildim, oyuncu da değildim. BluTV biz yaparız dedi…
BluTV’yi de tebrik etmek lazım.
Evet onlar da cesur davrandı. Başkalarına da yol açmışızdır herhalde şimdi. Dizi yayınlanmadan önce annem bile çok gergindi. “Şimdi sen neler yazmışsındır kim bilir, ne haltlar karıştırdın” deyip durdu. İzledi, çıtçıtlı body sahnesinin sonunda kahkahalar atarak beni aradı, gülmekten konuşamıyordu. “Ne oldu izledin mi” dedim, “Ay çok güzel, çok güzel” dedi. Bu annemin kafasında bile bir şeyleri değiştirdiyse, birçok insan da “Bak bunlar hayata dair normal şeyler” diyebilir, kanallar gerçek kadın hikayesinden korkmamaya başlar izlendikçe. Kadınların komik olabileceğini de düşünmüyor insanlar. Bir yerden başlanması lazım.
İzleyicilerin de komedi anlayışı değişiyor mu sence? Sarkastik komediyi artık kabul ediyor mu Türkiyeli izleyici?
Zamanla artıyor. Genelde taklit komedisi var Türkiye komedisinde. Bize hitap eden çok gülebildiğimiz işlerle pek karşılaşamadık. Bizi kadın bakış açısıyla tek güldürebilen Gülse Birsel oldu şimdiye kadar. İlerde daha fazla kadın dizileri olacaktır, sadece desteklemek lazım. Komediye yer açmak lazım. Bizde hep dram, polisiye var. Bence komedi zorunluluğu getirilmeli kanallara!
Ama sarkastik olabilmek biraz da egolardan arınmayı gerektiriyor. Türkiyeli oyuncuların en büyük eksiği egolardan sıyrılabilmek… Toplum olarak zaten kendimize gülemiyoruz, şişik egomuz rahatsız oluyor hemen davalar açılıyor, söz dalaşları başlıyor...
Benim en çok güldüğüm şey hep kendim olmuştur zaten. Kendimle dalga geçmeye, yaptığım salaklıkları abarta abarta anlatmaya bayılırım. Dediğin gibi bu belki egosuzlukla da alakalı olabilir. Bir de bir kadının bunları oynarken kötü durumlara düşmekten çekinmemesi lazım. Güzellik derdin, nasıl gözükeceğim derdin varsa bunu zaten yapamazsın. Bonkis’e gelen yorumlara “Bonkis’e de başrole ne çirkin kadın koymuşsunuz, Burak bunun nesine baksın, makyajı bile yok” falan yazıyorlar. Bu algının kırılması lazım ki kadınlar komedi yapsın. Kadın orada soğan doğruyor, sen gerçek hayatında soğan doğrarken nasıl gözüküyorsun acaba çok merak ediyorum bunu yazan insanı. Soğan doğramış, baloncuya gitmiş, terlemiş, parasız kalmış… Ne yapsın? Oyuncuların da güzel görünmemeyi göze alması lazım ki izleyici alışsın.
Yorumlar seni çok etkiliyor mu?
Hayır normalde etkilemiyor ama bugün böyle bir sinir oldum, birisi şey yazmış; “İzlemeden anladım, bunda Fleabag esintisi var.” İzlemeden neyi anladın arkadaş? Kahin misin sen? Böyle bir şey olamaz! Eşim kızıyor bana, “artık bakma kapat telefonu” diyor ama arada bakıyorum ve anlamıyorum. Bu kadar her şeye nasıl sinir oluyorsunuz acaba? Her üretim yapana gıcık olan bir kitle var, direkt gömmek üstüne çalışıyorlar.
Lale Mansur ile oynamak nasıldı?
Of, zarafet queen o! Sete en son gelmesi gerekirken ilk gelir, hep ezberini yapar, aşırı disiplinli, çok şey öğrendim ondan. O da çok mutluydu. Baba karakterini oynayan Cem Abi de çok müthiş. Onlarla olunca oyunculuğun da nasıl bir kültürü olduğunu anlıyorsun.
Dizinin ikinci sezonu ne durumda?
Yazmaya başladım. Daha yolun başında sayılırım, biraz zamana ihtiyacım var.
Bir cafe açma hayali olan insanlara ne tavsiyeler vermek istersin? Nelere hazır olsunlar?
Bol bol bulaşık yıkamaya (ki bu iyi ihtimal, öbür ihtimalde dükkana kimse gelmiyor ve yıkayacak bulaşık dahi olmuyor) ve büyük olasılıkla hiç para kazanamamaya hazır olsunlar.
Senin İstanbul'da en sevdiğin cafeler/restoranlar hangileri?
Bu soruyu pandemiden önceki hayatımı hayal ederek cevaplıyorum, keza artık kafelerin ve hayatların yerlerinde yeller esiyor. Bina (Kadıköy), Kadı Nimet Balıkçısı, Karaköy Lokantası ve Asmalı Cavit en çok gittiğim yerlerdi.
Dijital platformlara iş yapmak isteyen insanlara önerilerin neler? Arkadaşlara "Çok güzel bir fikrim var, harika bir projem var" dedikten sonra neler yapmalı?
Aklına güvendiğiniz ve size karşı dürüst olacağına inandığınız insanlardan fikir alın. Size karşı acımasız olmalarını isteyin. Kendinizi sertçe eleştirin. (Hikayemde farklı ne var? Herkesin söylemediği neyi söylüyorum? Gerçekten iyi bir hikaye anlatım dilim var mı? Gibi gibi soruların etrafında dönün.) Sonra hala yazdığınız şeyden eminseniz, bir yapım şirketine mail atın. Yapımcı bulamıyorsanız, kanalın “dramalar departmanı” na atın. Bir kere atın, iki kere, üç kere, arayın sorun peşinden koşun. Yazdığınız şey iyiyse, mutlaka bir yerden dönüş gelir.
Senaryo yazarken öğrendiğin en önemli şeyler neler? Dizi senaryosu yazmanın en önemli unsurları neler?
Her senaryonun kendine ait özel bir matematiği var. O matematiği kendiniz oluşturuyorsunuz. Ve her şey, yazdığınız her kelime, bu matematiğin içinde, hikayenizin bütününe hizmet ediyor. Eğer etmiyorsa, o kelimeleri o cümleleri çıkartmak gerek. Her şey özünde, tek cümleyle özetlenebilecek bir hikayeyi anlatmak için var. O hikayeye sıkı sıkı bağlanıp, ona hizmet etmekten sapmadığınız sürece, iyi bir senaryo yazmanız daha muhtemel. Ben uzman değilim, ama bir işi yapabilmek için illa o işin uzmanı olmanız gerekmediğinin sanırım iyi bir örneğiyim. Önemli olan hikaye ve kendine has bir anlatım diline sahip olabilmek. Ve tabi ki çokça çalışmak!
Son olarak, evde çalışırken disiplini nasıl sağlıyorsun?
Senaryo yazma işi, gerçekten sağlam bir konsantrasyon ve sıkı takip gerektiriyor. Bazen dalıp gidip o sahneyi gözünüzde canlandırarak izlemek istiyorsunuz. Tüm bunlar için de dış etkenlerden uzak olmak en önemli şart. Gündüz sizi bölen faktör çok olabiliyor, eskicinin sesi, kapıya gelen kargo, ay ne yesem dürtüsü vs. Saymakla bitmez. Gecenin sessizliği ve sakinliğinde tüm bunları bir kenara koyup hayallere dalmak çok daha kolay. Benim tercihim gece 21.00-03.00 aralığında oturup yoğun bir şekilde çalışmak oluyor. Her gün kendime belirlediğim hedefler mutlaka var ve o hedefleri erişmemişsem, çalışmayı bırakmıyorum. Not almak, takvim yapmak ve programlı olmak bana çok yardımcı oluyor. Tavsiye ederim.