Haluk Sunat
Bu yazı; Birikim dergisinin, Kasım 2013/ 295 ve Ocak 2014/ 297. sayılarında yayımlanan, Etika’dan Demokrasiye/ Teolojik-Politik Edimselliğe Yol Alırken (I, II) başlıklı yazıların nihai adımı olup, felsefeci akademisyen Çetin Balanuye’nin, t24’ün ‘Özel Dosya’ sayfasında (23 Haziran 2013’te) yayımlanan, Demokrasi, Çokluk ve Sözleşme: Diren Türkiye! başlıklı yazısına –’17 Aralık Vak’ası’ ile de ilintilendirilmek suretiyle- katkı sunma amacı taşımaktadır. Unutulmasın; vak’a adları değişik olmakla birlikte, ‘politik düzlem’de mesele ortaktır: Toplumsal çatışmaları/sorunları, ‘meşru politik araçlar’ı kullanarak sorunsallaştırmak/çözmek yerine, açık ya da örtük ‘şiddet’le bastırmayı seçen iktidar karşısında ‘demokratik eylemlilik’ zeminini (Spinozacı ‘demokrasi tasavvuru’ çerçevesinde) sorgulamak. (1)
Anılan Birikim yazılarımın ilkinde, -Spinoza’nın Etika’nın yazımına ara verip Teolojik-Politik İnceleme’yi (TPİ) kaleme alma ihtiyacına da atıfla- Etika’daki ‘epistemolojik’ vurgunun ‘ontolojik’ olanı davet edici mahiyetine değinmiştim. Hatırlanacağı üzere, Spinoza, Etika’sı boyunca, bize, ‘erdemli’ bir hayata ‘us’ yolundan yürümekle erişebileceğimizi; söz konusu yolculuğunsa, ‘tutkusal’ savrulmalar, ‘imgesellik’ler gibi sakat ve güvenilmez ‘birinci’ türden bilgilere kapılmaksızın, -Tanrısal tözle de bağıntısı içinde- güvenilir ‘ikinci’ ve ‘üçüncü’ türden bilgi ile (‘nedenlerin yeterli bilgisi’ üzerinden ‘müessir’ [‘etken’]/ ‘eylemli’ olmamız suretiyle) mümkün olacağını söylemişti. Erdemli bir hayattı anılan; zira, hem ‘yararlı’ olan, hem de -‘en yüksek yararlı’yı kurmak üzere- öteki ile buluşmanın (ussal paylaşımın) esas olduğu ilişkiler ile örülecekti o hayat.
Peki, o ilmekler nasıl atılacaktı –kendimiz ve öteki ile ilişkide? Ve sormuştuk; ‘aklı yorarak mı, yoksa, belli bir yordam’la ‘yoğrula yoğrula’ mı (hatta, kadim dost Karl Marx’ı da anmıştık: “İnsan düşüncesinin objektif hakikate erişip erişemeyeceği meselesi, teoriye değil, pratiğe ait bir meseledir” -‘Feuerbach Üzerine Tezler’/ II, 1845). İşte; yazılarımızın ikincisinde de, -Etika’nın da bir sağlaması olmak anlamında- TPİ ve Politik İnceleme (Pİ) katında, Spinozacı ‘politik’ yordamın –o anlamda, Spinozacı demokrasi tasavvurunun- ölçütlerini/ imkânlarını ayrıştırmaya çalışmıştık.
Her iki yazı da, tartışmamızda nihai adımın, ‘neo-liberal küresel kapitalizm’ koşullarında yaşanan ‘Gezi Direnişi’ üzerinden, Spinozacı teolojik-politik yönelimin vaat ettiği imkânları yoklamak olduğunu ihsas etmekteydi bize. Öyleyse, şimdi de, felsefeci Balanuye’nin, söz konusu imkânları ‘Gezi’ örneğinde nasıl değerlendirdiğini ele alarak başlayalım söze.
Ayrıntılı olarak yukarıda andığım Birikim yazılarının ikincisinde okuyabileceğiniz Spinoza teoloji-politiğinden kalkarak (elbet, kendi Spinoza okumasının yol göstericiliğinde) ‘Gezi Direnişi’ni değerlendiren Balanuye, direnişin kendisinin ‘küresel ölçekte demokrasi olanağının belirişi’ne ilişkin bir deneyim olduğu kanaatiyle (ya da, Spinoza felsefesi uyarınca yürünecek yolun menziline ilişkin bir ışık çakımı olması anlamında), yazısına -bir alınlık olarak- Anthony Negri-Michael Hardt alıntısını da katmıştı: “Küresel ölçekte demokrasi olanağı belki de ilk kez şimdi ortaya çıkıyor…”
Anılan yazının temel izleği, ‘Spinoza öğretisi’nin merkezinde yer alan, ‘her varlık, var kalmak üzere, doğal gücü ölçüsünde çabalar’dan (‘conatus’) kalkarak ‘egemen güç’ ile ‘yurttaş/lar’ arasındaki ilişkinin sorgulanışıdır. Kendi doğal hallerinde, -birer insan olarak- güçlerinin yettiğince var kalma çabası içinde olacak olan yurttaşlar, bir ‘sözleşme’ ile ‘var kalma güçlerini’ egemene devretmişlerdir. Devredişin dayanağı, “her bir yurttaş[ın] tek başına var kalma çabası gösterdiğinde elde edebileceğinden daha fazlasını elde etmek” yönelimidir. Bu, bir, “geçici hak devri”dir. Zira, doğal var kalma gücünün ‘kalıcı ve geri dönüşsüz bir teslimiyet’le terk edilmesi suretiyle herhangi bir ‘sözleşme’nin oluşturulması mümkün değildir. Dolayısıyla, yurttaş/lar, doğal var kalma güçlerini terk ediş sözleşmelerinin her ân takipçisi olmak durumundadırlar: “Egemen güce devrettiğim doğal var kalma gücümü, sözleşmeyi feshedip geri almam için iyi nedenlerim var mı?”.
Balanuye, bu güç devrinin egemen gücü de sözleşmeye uyma yükümlülüğüne soktuğunu söyleyecektir, doğal olarak: Sözleşmeyi, beklentilerini karşılamak sorumluluğu ile, yurttaşların samimi rızasına dayalı ve bâki kılmak. Öte yandan, yurttaşlar da, -bazıları çıkarlarına uygun olmasa dahi- egemen güç tarafından alınan kararlara uymak zorundadır. Sözleşmenin taraflara yüklediği sorumluluklar arası gerginliğin taşıyıcısı ise, yurttaşların, alınan karar ve icraata ilişkin düşünme ve söz söyleme –hatta, ‘dönüştürme’- özgürlükleri olmalıdır: “[E]gemen gücün kararlarına uyma zorunluluğu, egemen gücün kararlarını eleştirme ve giderek bu kararlar üzerinde etkide bulunarak dönüştürme çabasının bizzat egemen güç tarafından güvenceye alınması koşuluna bağlıdır” (‘itirazların ifade edilişi ve etkileme özgürlüğü’). Balanuye, “özgürlüğün tehlikeye girdiği her durumda”, yurttaşların, devrettiklerini geri almak (sözleşmeyi feshetmek) üzere eyleme geçme eğilimi göstereceklerini de ekler.
Peki, ‘Gezi’ öncesi ve ‘Direniş’ sürecinde, sözleşmenin yürütücü tarafı (egemen güç) konumundaki ‘hükümet’, az önce anılan yükümlülüklerinin ne denli bilincindedir?
Herhalde, Spinoza’dan habersiz kurulan hükümet aklı, Dünya Ticaret Örgütü’nün Seattle’daki etkinliklerine yönelik ‘küreselleşme karşıtları’nın 1999’da gerçekleştirdikleri direnişlere de, on iki yıl sonra birçok Arap ülkesinde yaşanan ‘bahar’lara da, bütün bu eylemlere ivme kazandıran ‘iletişim teknolojisi’ne de, hafızasını, gözünü, kulağını kapatmış olmalıdır –Balanuye’nin de hatırlattığı üzere. Öyle olmalıdır; zira, Gezi Parkı’nda sözleşmeye uymayışı doğrultusunda kendisini barışçıl bir biçimde uyarmak isteyenleri ‘bozguncu’ olarak tanı(m)lamış, giderek olan biteni ‘terörizm’ kapsamında, itiraz sahibi yurttaşları ise ‘terörist’ olarak değerlendirerek ‘polis şiddeti’ ile mukabele etmiş, evlerinin ‘sandık’ odasında zor zaptettiğini ima ettiği kalabalıktan derlediği mitinglerinde ise ‘bildiğin gibi yap!’ yüce gönüllülüğü ile beyan edilen ‘milli irade’ye yaslanmayı seçmiştir. 3. Boğaz Köprüsü ve seçilen ismindeki inat da, alkol kullanan yurttaşlara yönelik tavır da, özel yaşam alanlarına yönelik (İslami gönderimli) müdahaleler de aynı damardan akmış olmalıdır.
Balanuye, ‘Gezi Direnişi’nden kalkarak cari hükümet aklını makuliyete davet etmektedir: Kendisine devredilen gücü akılcı kullanmalı, ‘şiddet içermeyen sivil itaatsizlik eylemleri’yle uslanmalı, sözleşmeyi yürütüşünü iyileştirmeli; barışçıl geri bildirimlere, sakin, barışçıl ve makul tepkiler vermesini becerebilmelidir. Yoksa, sözleşmenin iyileştirimi yollu talepler sözleşmenin feshi ısrarına dönüşerek -şiddete varan uzlaşmazlıklarla- toplumsal parçalanmalara yol açabilir.
Unutulmamalıdır; “Yararlı değilse hiçbir anlaşmanın hükmü olamaz. Yararlılık ortadan kalktığında antlaşma da sona erer ve geçersiz olur”. (2)
Nihayetinde, ‘neo-liberal küresel kapitalizm’ koşullarında ‘Gezi Direnişi’ ve etrafında yaşananlardan kalkarak baktığımızda, Spinozacı teoloji-politik –Balanuye’nin de altını çizdiği üzere- bize, bazı önermelerle birlikte, ‘Direniş’in meşruiyetine ilişkin göstergeler sunmaktadır: Tüm sözleşmelerin temelinde (ötekilerle birlikte aynı hükümlere bağlı kalmak üzere) bir hak devri vardır. Ancak, bu, hakkın doğal güç uyarınca yaşanacağı halden daha yararlı olacağı kabulü ile razı olunan bir devirdir. Sözleşmenin yürümesi için, ‘yararlılık’ ölçütünün gözetilmesi, denetlenmesi ve gerektiğinde dönüştürülebilir olması (dönüştürülmeye açık tutulması) icap eder. Dolayısıyla; kamusal ve özel yaşam alanlarına müdahaleler, kısıtlamalar, yasaklamalar ve gasplar karşısında ‘hak devri’nin istismar edildiğini düşünen halkın itirazı (‘direnişi, kalkışması’) meşru, onu şiddetle yok etmeye yeltenen egemen gücün tavrı gayrimeşrudur.
Tartışmamızın menzilini, ‘neo-liberal küresel kapitalizm koşullarında yaşanan vak’alardan hareketle Spinozacı demokrasi yöneliminin vaat ettiği politik imkânları yoklamak’ olarak belirlediğimize göre, şimdi de, ‘neo-liberalizm’in, hem ‘sermaye-emek’, hem de ‘devlet/ toplum (kamusallık/ insan)’ ilişkileri bağlamında kurduğu dünyayı kabaca resmetmeye çalışalım.
Osman Akınhay’ın Şükrü Argın’la gerçekleştirdiği söyleşinin bir yerinde, Argın, James Flacher’a atıfla (Capitalism: A Very Short Introduction [Kapitalizm: Çok Kısa Bir Giriş], kapitalizmin, şimdiye dek üç evresi olduğunu anıyor: 18. yy. ve 19. yy.’ın başlarındaki ‘denetimsiz’, 19. yy.’ın ikinci yarısı ile başlayıp 1970’lerde doğruğuna ulaşan ‘denetimli’ ve, 1980’ler ve sonrasındaki yeniden ‘denetimsiz’ evre: Başa saran bir kapitalizm süreci (Argın’ın söyleşi kitabının adı da -Yaşlanan İnsanlık, Gençleşen Kapitalizm- ilhamını oradan alıyor olmalı [3]). Kapitalizmin gençliği ve gençleşeni, verdikleri yanılsamalı izlenimle de örtüşmekte: İlkinde, merkezi ‘monarşi’lere karşı kendini takdim ederken; ötekinde, ‘totalitarizm’e karşı kendini pazarlamakta. Kendisini öylece pazarlayan kapitalizm, ‘sebeplerin küresel nitelik taşıdığı, sonuçlarınınsa yerel düzeyde iş gördüğü’ bir tuhaf küresellikle arz-ı endam etmekte. Lakin, -endüstriyel kapitalizmde olduğu üzere- fabrikalarda (mağrurlarla mağdurların karşılaştığı bir uzamda), elimizi uzattığımızda değebileceğimiz bir yerde de değil (bir ‘yok-yer’ olarak nitelenebilecek olan ‘borsa’dır, artık, onun ‘agora’sı –Argın’ın güzel tabiriyle). ‘Finans sektörü’nün egemen olduğu, spekülatif ve ‘türev’ piyasaların öne çıktığı (‘üretim süreçleri’nin görme alanımızdan giderek uzaklaştığı), neredeyse ‘muhayyel’ bir dünya. Rahatlıkla ‘mistik’ bir katta ağırlanmaya müsait, kendi dışındaki güçlere eyvallahı olmayan, ‘causa sui’ bir âlem –âdeta.
Mevzumuz bakımından elzem; söz konusu âlem, nasıl bir ‘devlet’le iş görmekte, nasıl bir ‘siyasal-kamusal alan/ iklim’ üretmekte, ol âlemde ‘insan’ nasıl bir piyasada işlem görmekte, onlara bir bakalım.
Argın, söyleşisinde, çok güzel bir dille tanımlamış: “Evet, sermaye küreselleşiyor; ancak ulus-devletlere karşı ve onlara rağmen değil, onlar aracılığıyla başarıyor bunu. Global sistem merkezde güçlü, çevrede ‘zayıf’ ulus-devletler ağından müteşekkil (… ‘Ulus’ da ‘ulus-devlet’ de esasında burjuvazinin eseridir. Burjuvazi ‘ulus’u her zaman gözden çıkarabilir elbette; ancak ‘devlet’i asla)”. (4)
Doğrudan iktisadi alanda ve -ulusala yaslanarak- etrafa seslenişinde kadim ceberutluğu ve cerbezerliğini yitirmiş gibi görünen devletin, ‘liberalleşme’nin/ ‘özgürleşme’nin değil, ‘muhafazakârlığın’ mümessili olduğunu da ayırt etmek gerekiyor. Neo-liberalizmin devletle dansının epey kıvrak ve baş döndürücü olduğundan bahisle, Argın, bakışlarımızı bir noktaya sabitlememizin hayrımıza olacağına işaret ediyor: “Neo-liberalizm asla liberalizmle aynı şey değildir. Önündeki ‘neo’ ekinin anlamını kavramadan onu asla gerçek anlamında kavrayamayız. Bir kere, ‘radikal’ değil, ‘muhafazakâr’ çehreli bir liberalizmdir o. İkincisi, devleti ‘karşısına’ değil, ısrarla ve itinayla ‘yanına’ almaya çalışan bir liberalizmdir. (…) devleti yanına çırılçıplak soyunmuş halde, ‘safi devlet’ olarak almak ister”. (5)
Argın, neo-liberal devletin; bütün idari/ siyasal alanın ele geçirilmesi, kamusal ve özel hayat alanlarının tümüyle tahakküm altına alınışı anlamındaki ‘faşist devlet’ görünümünden (ya da, ‘üniformaları’ içinde kasım kasım kasılan güçlü devlet havasından) kendisini arındırarak (Marcos, neo-liberal hegemonya altında ‘devletin striptizi’ olarak adlandırmış bu manevrayı), halk arasında ‘tebdil-i kıyafet’le dolaştığını, yüklerinden silkelenerek gücüne güç kattığını vurguluyor: “‘Yüklerinden, tabiri caizse ‘safra’larından kurtulmuş bir saf devlet, faşist devletten çok daha tehlikelidir. Tehlike de şu: Böyle bir devlet –faşizmden farklı olarak- kendisini siyasetin üstünde değil, ötesinde konumlandırır. (…) siyasal alanı ‘boşaltır’ ve muhaliflerini muhatapsız bırakır”. (6) Dahası, ‘temsil’i son raddesine kadar zorlayıp ‘millet iradesi’nin meclisteki temsilinden öte; ‘timsal’i olduğunu iddia edeceği liderlik kültüne talip olur.
Neo-liberal devletin yüklerinden özgürleşmesi, temsil sorumluluğundan –dahi- uzaklaşıp ‘timsal’ katında hüküm sürüşü, “‘demosuz bir ‘demokrasi’nin yürütücü”lüğüne terfi etmekliği anlamına da gelir (bir nevi, çöpsüz üzüm misalidir, neo-liberal devlet). Bu noktadan baktığımızda, özgürlükçü gibi görünen devletin, asıl mesai ve ehliyetini, özel mülkiyetin ve piyasaların egemenliğini sağlamaya; gücünü, ‘demokratik süreçlerin işleyişini sınırlandırma’ya hasrettiğini görürüz: “[N]eo-liberal düzenlemeler, yürürlüğe konmak bakımından da, güçlü, hatta bazen diktatoryal bir devlete ihtiyaç duyar”. (7)
Küresel ölçekte neo-liberalizm, sermayenin, emek ile doğrudan muhatabiyetini de çözündürmüştür. Az önce andığımız üzere; hem karşılaşmanın uzamsal/ maddi koşullarının dönüşmesinden, hem de küreselleşenin karşısında mahallesine sıkışmışlıktan kaynaklanır bu: “Sermaye küreselleşti, emek ulusal sınırlara sıkışıp kaldı! Doğru! Ancak sanırım söz konusu cümleye şöyle bir çeki düzen vermek gerek: Sermaye, emeği ulusal sınırlara sıkıştırarak küreselleşti”. Yalnızca mekânsal dünyaları değil, birbirlerine dönük muhatabiyeti kuran ‘ideolojik’ çevrim de dağıldı: “Egemen neo-liberal küreselleşme söylemi sermayenin ve emeğin, kısacası zenginliğin ve yoksulluğun sadece dünyalarını birbirinden ayırmakla kalmıyor, onların hikâyelerini de birbiriyle ilişkilendirmeden anlatmayı tercih ediyor”. (8)
Elbet bu hal, ‘siyasal edimsellik’e ve diline de yansımakta, ‘zenginlik’le ‘yoksulluk’ arasındaki giderek büyüyen uçurum dahi ‘politik’ karşılığından yoksun bırakılmakta, sınıf da siyaset de buharlaşmaktadır: “Zaten Hardt ile Negri’nin ve elbette başkalarının metinlerinde bugünlerde en az göze çarpan kavram, ‘proletarya’dır. Bana göre, bu son derece manidar bir ‘yokluk’. Zira ‘proletarya’, emeğin siyasal adıdır. İşçi sınıfının siyasal kimliğidir, ki ‘buharlaştığı’ndan söz edilen şey de budur zaten”. (9)
‘Neo-liberal küresel ahval’ penceresinden kendi mahallemize baktığımızda da görünen o: Artık ‘ütopya’lar dağılmış durumdadır. Yıkılanın yerine kurulması arzulanan ‘bir başka dünya’ imkânı hayal hanemizde dahi yok. Arzunun taşıyıcısı ‘politik beden’den de yoksunuz. Üstelik, 12 Eylül Darbe Anayasası’nı tasfiye edememiş, kurucu kamusal iradeyi anayasallık katına taşıyamamış bir siyasal coğrafyadayız. Neo-liberal küresellikle eklemlenmiş, ‘merkeziyetçi, otokratik, tek adamcı, muhafazakâr, Türk ve Sünni’ bir iktidardır muhatabımız. Aşağıdan yukarı işleyen demokratik süreçlere, katılımcılığa, müzakerelere, iknaya kapalı; şirketleştirdiği devlet katından, halka, ‘halkla ilişkiler’ taktikleri ve çoğunlukçu çatışma siyaseti ile ayar veren bir iktidar. 12 Eylül Anayasası ile birlikte -tasfiye ettiği askeri vesayetin kurumsal desteğini de yanına alarak- sivil vesayeti inşa eden, ‘barış süreci’nin (anayasal eşit yurttaşlık, anadilinde eğitim ve bölgesel/ yerel özerklik gibi) temel demokratik taleplerini karşılayamayan; şeffaflık ve hesap verebilirlik anlayışından yoksun; demokratik yurttaşlık yerine pederşahi itaati öngören; eleştirel/ sorgulayıcı demokratik siyasi iradeyi tanımayan; kendisini, sandıkta ele geçirilmiş ‘milli irade’nin ta kendisi (temsilden ziyade timsali) addeden… bir iktidar. (10)
Küresel ve yerel ölçekte ‘neo-liberal saldırı’; doğayı, insan ilişkilerinin ve insanın doğasını, mahrem ve kamusal tüm yaşama alanlarımızı tehdit etmekte. Politik göstergesel değeri ile, bırakınız ‘proletarya’, ‘işçi’ bile değil, onun da ötesinde –daha dipte-, ‘insan’la yeni dünya düzeni arasındadır çatışma: Bir ‘yaşama etiği’ raddesinde, temel varoluşsallığımızla neo-liberal siyasallık ve küresel kapitalizm arasında.
‘Gezi ve 17 Aralık Vak’aları’ndan hareketle, ‘Spinozacı teoloji-politik’in vaat ve davet ettiği ‘siyasal/ demokratik’ imkânlara yoğunlaşırsak; ‘vak’alar’ı, mevcut iktidarın başını çekenlerin kötücül ruh halleri ya da yönetme ehliyetsizliklerinden öte, öncelikle, küresel neo-liberal saldırı merkezli düşünmemiz gerektiği açıktır.
‘Gezi Direnişi’; parka, yeşile, ağaca ve etrafına (‘Taksim Projesi’ ile tehdit edilmekte idi zira) –kısacası, ‘kamusal yaşam alanına’- dönük duyarlık ve sorumluluk sahiplerinin, ‘neo-liberal arsızlık ve açgözlülüğün’ takipçisi ‘polis devleti’nin saldırısına maruz kalıp Park’tan sürülmeleri ile başladı (bırakınız, ‘itaatsizlik’, daha baştan, ‘sivil itaatsizlik’e dahi şiddetle mukabele edilmesi ile). Önce, orta-orta/üst sınıf gençlerin çevreci duyarlılığı idi belirleyici olan. Sonra, çeperin ve değişik (toplumsal/ siyasal) katmanların da katılımı ile, ‘sivil itaatsizlik’le sarmallanan bir ‘şehir direnişi’ çıktı ortaya. Parka dönüşle, ‘bir başka dünya’ ihtimali de hayal hanelerimize dönmüş oldu. Neo-liberal evresinde kapitalizmin, o vakte, hangi insani değerleri hayatlarımızdan çekip aldığının da apaçık göstergesi olan, yepyeni bir dünya kuruldu orada. Karnavalsı, çocuksu, naif, paylaşımcı, dayanışmacı, özgürlükçü, katılımcı; çıkarcılığın, tahakküm ve hiyerarşilerin kapı dışarı edildiği bir dünya. (11
“Benjamin’in şu sözü, bugünkü durumumuzu çarpıcı bir şekilde özetliyor,” olmalı, diyor, Argın, ve aktarıyor: “Marx, devrimlerin dünya tarihinin lokomotifleri olduğunu söyledi. Ama belki de onlar tamamen başka bir şeydir. Devrimler, bu trende seyahat eden insanlığın imdat frenini çekme eylemidir”. [12]) Neo-liberal siyasal rüzgârı da arkasına alan küresel kapitalist saldırının, yerküreyi yaşanılmaz kıldığı; doğayı, iklimlerimizi ve hayatlarımızı bizden çaldığı, dahası, ‘hakikat’le aramıza (Jean Baudrillard’ın fevkalade yerinde tespiti ile) ‘hiper-gerçeklik’ (13) ağını çektiği; itirazı, isyanı, insani ve vicdani direnişi kaçınılmaz kıldığı şu ahvalde, ‘Gezi’, ‘itiraz bilinci’nin asıldığı imdat frenidir artık.
İtiraz bilinci, artık, gelecek güzel günler değil, daha büyük felaketlere yol alış endişesi üzerinde yükselmekte. Özgül zeminlerde ötekinin isyan bilinci ile buluşan, ‘adem-i merkeziyetçi’ ağ içinde işleyen ‘anarşist’ bir ‘karşı-küreselleşme’ hareketinin bilinci olarak ‘itiraz bilinci’. Devrimden umudu kestiğimiz bir noktada, bize ayak direttirecek; yüksek ‘inanç’la bağlanılacak umutlar tükendiğinde, bizi, ‘inat’la ayağa kaldıracak ‘anarşizan bir ruhun bilinci ile itiraz’. Bizi, ‘gelecek güzel günler tahayyülü’ ile yeniden buluşturacak, ‘radikal demokrasi’ taleplerimizi görünür kılacak öfkenin bilinci ile itiraz. (14)
Peki; söz konusu itirazın, öfkenin ‘siyasal bilinci’ nasıl kurulacak ya da o öfke/ itiraz, Spinozacı teoloji-politik içinde nasıl ‘siyasal edimsellik’ kazanacak? Dahası; ‘sözel eleştiri özgürlüğü’nün dahi, ‘yönetici erkin zaafa düşürülmemesi’ kaygısı ile sınırlanması gerektiğini söyleyen Spinoza’nın teoloji-politiği, ‘neo-liberal saldırganlık’ karşısında uyanan hiddetimizi makul ve müessir kılmaya ne denli elverişli?
Hareket noktamız, Spinoza’nın, kalkışmanın ‘meşruiyet’ sınırını geçirdiği yer olmalı. Anıldığı üzere, Spinoza, toplumsal uzlaşı ya da ‘sözleşme’nin, varkalımsal çabanın ortaklaşılması ve paylaşılacak toplumsal yararlılığın yükseltilmesi ilkesi üzerine kurulu; temel ölçütün ‘egemen’ tarafından ihlal ve kendisine devredilmiş hakkın istismar edildiği raddede kalkışmanın kaçınılmaz ve meşru olduğunu söyler. Ancak, siyasal edimselliğin her düzeyinde, Spinoza, tutkularımızla savrulmamamız; eylemliliğimizin her aşamasında, ‘tepkilerimizin nedenlerinin yeterli bilgisi’ni kurarak ‘makul’ aklın rehberliği ile müessir olmamız gerektiğini de hatırlatır bize. Haklı ve meşru isyanını ‘şiddet’e dökerek tüketmeyen; tutkusallıklarını, ortak ve yapıcı aklı yükseltmek üzere siyasal eylemliliğe dönüştürmeye özenen (15); dolayısıyla, hiyerarşik olmayan bilgi ve muhakemenin (16) alabildiğine yoğunlukla etkileşim ve dolaşıma taşındığı (17) bir siyasallıktır, Spinoza’nın önerdiği. (18).
Öyleyse; tepeden inmeci, mütehakkim ve dayatmacı ‘kadim kurucu’ aklın devralındığı (arkasına neo-liberal rüzgârı alanlarca İslami restorasyona tâbi tutulduğu); temel haklar ve özgürlükler düzeyinde –toplumsal uzlaşı/ sözleşmenin değil- tek yanlı keyfiliğin (gayrimeşruluğun) hüküm sürdüğü ülkemizde ‘direniş’ haklı ve meşrudur. Öfkemizin, evrensel sözleşme katında ihlal edilmiş/ tanınmamış haklarımız dolayısıyla ayaklanışı fevkalade anlaşılırdır. Öfkenin davetininse, ‘Demokratik Cumhuriyet’ aklını muteber kılmak üzere siyasal eylemliliği örgütlemek olduğu –Spinozacı teoloji-politik bağlamında da- açıktır. (19)
Öte yandan; ‘Demokratik Cumhuriyet’ çağrısı, ‘barış, demokrasi ve özgürlükler’ için bir mücadele çağrısı ise; ‘barış süreci’ni, ‘derinine’ itibarla kendini yeniden imar ve ihyaya soyunan ‘devlet aklı’ (‘Yeni Türkiye!’) ile ‘bürokratik müzakere’ye sınırlandıran; dolayısıyla, içinde yer aldığı ‘genel’ siyasi coğrafyanın ‘demokrasi ve özgürlükler’ mücadelesine omuz vermekten kaçınıp - ‘kurucu’ değerlerle doğal ittifakına atıfla- ‘demokrasi güçleri’ ile arasına mesafe koyan ‘Kürt Siyasi Hareketi’nin tarihsel sorumluluğu adına da bir çağrıdır bu –tarihsel kuruculuk derdine takılıp kalmaktansa, tarihin yeninden kuruluşuna -muhtemel ve mümkün- katkısı adına. Dahası; muhafazakârlığını kadim ceberutluk katına taşıyıp ‘üniformaları’ içinde kasım kasım kasılan ‘yeni devlet’e mukabil, burjuvazinin (müsait kesimlerinin) kulaklarının çınlatılması adına da bir çağrıdır, bu.
----
1. t24’te yayımlanan önceki yazımın (‘Demokrasi: Politik Güç, Meşruiyet ve İnsan Hakları’, 28 Ocak 2014) bir dipnotunda şunu söyleme ihtiyacı duymuştum: “Gezi, -yasal dayanağı da olmaksızın- yeşile ağır makinelerle girişen iktidar zihniyetine karşı bir tür ‘sivil itaatsizlik’ ve ‘demokratik direniş’ hareketi idi. ‘17 Aralık Vak’ası ise, yargının, yürütme zanlısı yürütmeye yasal müdahalesi ile yaşanan bir vak’a”. Yani, yazının ana izleğini oluşturan Gezi Ruhu ve Politik Teori (Murat Özbank, 2013) okumasındaki vurguların her iki vak’a için de ikame değeri taşıdığını belirtiyordum. Bu yazıda da öyle: Temel belirleyenin ‘neo-liberal küresel ahval’ olduğu günümüz Türkiye’sinde, ‘hükümet/devlet’ olmanın hikmetini, AKP ve Erdoğan siyasetinin, ‘yeşile ve kamusal alana’ saldırırken olduğu kadar, –eşdeğerlilik rabıtasında ve güzel güzel- ‘burjuva hukuku’nun (tabii, ‘Darbe’ artığı Anayasa’nın elverdiği kadarıyla ‘burjuva hukuku’) temel ölçülerine pervasızca (‘sivil darbe’ kıvamındaki) saldırısında da okuyabiliriz. (Söz konusu ‘devlet’ tepkisini kolaylaştırıcı -bize mahsus- bir boyutun değerlendirilmesi için de, ayrıca, bkz., ‘Önyargı ve Otoriterlik’ Bağlamında ‘Kendiliksel’ Bir Kip Olarak ‘Devlet”, htpp://www.haluksunat.com ve ‘kuyerel.org’.)
2. Teolojik-Politik İnceleme/ çev. Cemal Bâli Akal, Reyda Ergün, Dost Y., 2008, s. 234.
3. ‘Krizden Önce, Krizden Sonra’: Yaşlanan İnsanlık, Gençleşen Kapitalizm, Agora K., 2009.
4. A. g. y., s. 4, 5.
5. A. g. y., s. 160.
6. A. g. y., s. 154.
7. A. g. y., s. 158.
Ahmet İnsel de, ‘neo-liberalizm’in, ‘otoritarizm’ ile ‘piyasa toplumu’ projesinin buluşması olduğunu; buluşanların birbirlerini güçlendirerek ‘toplumsal tahakküm ideolojisi’ ördüklerini; ‘sosyal demokrasi’ pratiklerinden kopuş kadar onların beslendiği ‘siyasal liberalizm’den ve, ‘müzakereci ve güçler ayrılığına dayalı demokrasi modeli’nden de kopuş anlamına geldiğini; devletin, piyasa kurucu faaliyet ve müdahalelerle iştigal ettiğini… vurgular (Birikim, şubat 2013, sayı 286, s. 10-14).
8. Yaşlanan İnsanlık…, s. 6. Ayrıca, giderek ‘gayri-maddi’leşen emeğin, “bırakın kendine bir vücut bulmasını, karşısına çıkacak harbi bir patron bulması bile mucize kabilinden bir hal olmaya meyilli gibidir (s. 15)”. Öte yandan, mukabil sınıf tarafına baktığımızda, orada da, artık ‘kapitalist’ler değil, ‘şirket’ler görmekteyizdir.
9. A. g. y., s. 11.
10. ‘Neo-liberal küresel ahval’, mevcut AKP siyasetinin değerlendirilmesi ve ‘yeni sol’ arayışlara ilişkin yazılarım için, bkz., htpp://www.haluksunat.com/ (‘Yeni Sol İçin Bakınırken/ I-II-III’, ‘Yeni Solun Hayatla İmtihanı’, ‘Ruh İşbaşında/ Sol Entelektüel Yabancılaşma/ I-II-III’, ‘Neo-liberal Âlemde Sol Ne Âlemde’… başlıklı yazılar).
11. Yaşanmışlıklara dayalı/ ortaklaşılan değerlerin ve toplumsal adaletin ihlali üzerine gelişen insani dayanışma ve direnişin örneği ‘Ağrı Dağı Efsanesi’ ile ‘Gezi Direniş’ini örtüştüren; Direniş’le karnavalsı olan arasındaki ilişkiye değinen yazım için, bkz., ‘Bir Efsane ve Gezi Direnişi’, Birikim Güncel, 28 Haziran 2013. Ve, Corey Oglive’in Occupy: Film’i (ABD, 2012). Tüm örneklerinde dikkati çekicidir: “Bu bütünde [‘sivil itaatsizlik’ eylemlerinin geniş yelpazesinde] ifadesini bulan muhalefet, (…) bir yaşam biçimine ve normal diye lanse edilen kapitalist modernleşmenin gereksinimlerine, bencil bireyciliğe, maddi güvenlik, rekabet ve kazanma değerlerine göre programlanan (…) yaşam biçimine yöneliktir. (…) büyük bir gösterinin bir halk şenliğine dönüşmesi… protestonun biçimi bile, bugünkü sorunun farklı yaşam biçimlerinin çatışması olduğunu ortaya koymaktadır” (‘Sivil İtaatsizlik: Demokratik Hukuk Devletinin Denektaşı. Almanya’da Otoriter Legalizm Karşıtlığı’, Jürgen Habermas, 1983 [Sivil İtaatsizlik/ ‘Kamu Vicdanına Çağrı’/ çev. Yakup Coşar, Ayrıntı Y., 3. Basım, 2013, s. 140]).
12. Yaşlanan İnsanlık…, s. 32.
13. “Simülasyon kavramının harita üzerindeki bir toprak parçası, bir töz ya da referans sistemiyle hiçbir ilişkisi yoktur. Bir köken ya da bir gerçeklikten yoksun gerçeğin modeller aracılığıyla türetilmesine hipergerçek yani simülasyon denilmektedir” (Simülakrlar ve Simülasyon, çev. Oğuz Adanır, DoğuBatı, 2005, s. 14).
14. Burada, Argın’ın da altını çizdiği üzere, bir başına ‘anarşizm’in değil; ‘anarşizan –bir- Marksizm’in vurgulandığı açıktır –sadece, ‘gelecek tahayyülünün inşa edilmesi’ açısından değil; hâl-i hazırda, tüm hayatı ‘kapitalist iktisadi olana indirgemiş’ olanın içinden yol alabilmek için de Marksizmle el ele veren bir anarşizm. Öte yandan; yaşanmış sosyalist deneyimler ve asıl, kuramsal düzlemde Marksizm açısından, -dibe vurulan şu noktada- ‘insan/ kamusal hayat’ duyarlıklı bir ‘ideoloji’nin, ‘sınıfsal’a (ve ‘iktidar kaygısı’na) indirgenmiş olanın yanındaki kıymetini idrak etmek de elzem (Birey Sorunsalı/ ‘Psikanaliz ve Eleştirel Bir Bakışla Marksizm’, Papirüs Y., 1999’da işaret etmeye çalıştığım da böyle bir şeydir. Ayrıca, bkz., Sınıf İlişkileri/ ‘Sureti Soldurulmuş Bir Resim mi?’, Bağlam Y., 2011 [Yayına hazırlayanlar: M. Nedim Süalp, Aslı Güneş, Z. Tül Akbal Süalp] içinde, ‘Sınıfta Kalmamak İçin ‘Psikanalitik Duyarlıkla’ İdeolojik İkmal’ başlıklı yazım). Argın, müteakip bahiste de hemfikir olduğum bir müellif: “[Ş]u an sosyalistlerin ve/veya komünistlerin insanlığa bir alternatif sunmak, onları ‘dip’ten çekip çıkarmak gibi bir misyonla hareket etmek yerine, insanlarla birlikte ‘dip’ten çıkmaya, bir alternatif aramaya, bulmaya çalışmak gibi bir niyetle hareket etmeleri gerekir, diye düşünüyorum. Ya da şöyle söyleyeyim: Sosyalistliğin ve/veya komünistliğin, yeniden makul ve etkili bir misyonla kuşatılabilmesi, öncelikle ‘sosyal’e ve ‘kamu’ya yeniden vücut kazandırmakla mümkündür (a. g. y., s. 170)”. Ve, elbet, anarşizmin de, kendisini mutlaklaştırmaması, Arundhati Roy’un deyişiyle, ‘direnişlerin STK’laştırılmaması’ şartı ile. (Neo-liberal küresel kapitalizmin yıkıcı hegemonyasını, ‘kamusal’ı ve ‘siyasal kamu’yu silmek üzerine kurduğunu düşünürsek, Tony Judth’a kulak vermek de iyi gelebilir bize [bkz., Kötülük Kol Gezerken (Ill Fares the Land, 2010)]. Argın’ın işaret ettiği, neo-liberal ideolojinin, ‘kamu’ ile ‘devlet’ arasındaki çağrışımsal örtüşümden yararlanarak kamusal zenginliklere el koyuşunu, devleti azaltmak [‘devletçiliğe karşı özgürlükçü’ olmak!] olarak takdim edişini daha etraflıca anlamamıza da yardımcı olacaktır Judth.) İnsel de, andığım yazısında, ‘yeni otoriter tahakküm’e karşı, ‘geçmiş nostaljisi’ne kapılmadan; gerek ‘liberal demokrasi’, gerekse ‘sosyalizm’ için ‘asrı saadet’ dönemleri iddia etmeden; bireyin, ‘toplumsal/ kamusal’ duyarlıklarını uyandırarak; ‘eşitlik ve özgürlük’ ilkelerine sahip çıkarak mücadele etmemiz icap ettiğini vurgular.
15. ‘Ortak ve yapıcı aklın’ kuruluşunda (Spinozacı vurgunun ötesinde), temel hak ve özgürlükler mihverinde ve “hemen her şeyi sadece ve sadece iktisadi veçhesiyle algılayan, ısrarla o veçheye indirgemeye çalışan” (Yaşlanan İnsanlık…, s. 57) neo-liberal kapitalist süreçlerin idrakı ve açığa çıkarılması doğrultusunda Marksist iktisadi-politikle kolkola yürüyüşün (‘anti-kapitalist’ duyarlıklı ‘karşı-küreselleşme’) elzem olduğu kanaatindeyim ben de.
16. Occupy: The Movie’de, ‘Wall Street’ eylemliliğinde, sıklıkla, herkesin kendi özgür ifadesini kurduğu, ötekilerle buluşarak oluşturulan büyük metinde kendi sesini işitebildiği ‘cazsı’ bir yaratıcı dünyadan söz edilmektedir. ‘Gezi Direnişi’ndeki karnavalsı, çocuksu… hava da, bize, söz konusu yaşantı bağlamındaki örtüşmeyi hatırlatmaktaydı. Bu vesile ile Terry Eagleton’a da kulak verelim: “Doğaçlama çalan bir caz grubu, açık şekilde bir senfoni orkestrasından farklıdır; çünkü genel olarak her üye kendisini, istediği gibi özgürce ifade eder. Fakat bunu diğer müzisyenlerin kendilerini ifade etme performanslarını kavrayıcı bir duyarlılıkla gerçekleştirir. Biçimlendirdikleri karmaşık uyum, ortak bir partisyona dayanarak çalmaktan değil, her müzisyene ait özgür müzikal ifadenin diğerlerinin özgür ifadesi için de bir kaynak oluşturmasından gelir.” (Hayatın Anlamı/ Terry Eagleton, çev. Kutlu Tunca, Ayrıntı Y., 2012, s. 125.) Öte yandan, ‘Direniş’ olgusunu farklı (‘sol’) hassasiyetlerle ele almanın (‘kuyerel.org’da yayımlanmış) iki örneği olarak, bkz., ’16 Haziran 2013, Pazar, saat: 17.00-20.00, Nişantaşı, Valikonağı’ (Halil Berktay, 17. 06. 2013) ve mukabil yazım, ‘Sol adına dertlenmenin muhtelif yolları’ (17. 06. 2013).
17. Balanuye’nin yazısında da olduğu üzere, günümüzde, teknolojinin isyanı kolaylaştırdığının altı ısrarla çizilmektedir. Lakin, basit, ‘anarşist/ aktivistik’ eylemliliğin imkânlarını artırışının yanı sıra, günümüz iletişim kültürünün, kurucu muhakemeyi kamusal eylemliliğe ne ölçüde/ nasıl taşıdığı da ayrıca sorgulanmalıdır. Bu bağlamda güzel bir söyleşi için, bkz., ‘Karin Whal-Jorgensen/ Şeyla Habip ile Söyleşi: Kamusal Alan, Müzakere, Gazetecilik ve Onur’, Birikim, nisan 2013, sayı 288.
18. Spinoza teoloji-politiğini, ‘varolma direnci’ ile ‘varoluşsal özerklik’ arasında bir ‘hak kuramı’ olarak değerlendiren Cemal Bâli Akal’ınsa (bkz., Varolma Direnci ve Özerklik/ ‘Bir Hak Kuramı İçin Spinoza’yla’, Dost Y., 2004); ‘ideoloji’ler ya da ‘ütopya’ların ötesinde, “bireylerin sonsuzca çeşitlenmiş özel kanılarını alabildiğince [ama, hileye, öfkeye, nefrete bulaşmadan; yönetme hakkını zedelemeden] özgürce dile getirmelerini” demokratik bir çözüm olarak sunan; insanların -farklılıklarını tanımakla birlikte-, hiçbir seçkinciliğe zaaf göstermeden, soyut yüceltilmiş insan kavramına yüz vermeden ve -herhangi aşkın bir değerliliğe itibar etmeksizin- insanın insan olarak kabulüyle bedensel/ düşünsel özerklikleri üzerinden örülmüş -iç etkileşmeleri öylece kurulmuş- bir bütünlüğe ulaşmalarını önemseyen bir Spinoza’dan söz ettiğini anımsatalım. Tekil varlığında direnen ama ötekilerle evrensel iletişim ve dayanışma yoğunluğu ile özerkliğini güçlendiren insandan; yasayı söyleyen kralın yerine yasayı söyleyen ulusu oturtanların ötesinde, -çoğunluk olanın keyfiliği karşısında- tüm tekilliklerin ‘varoluşsal özerklik’inden yana bir Spinoza’dan. Dahası, “Negri’ye göre, geleneksel yönetim biçimi sıralandırması karşısında, demokrasinin Spinozacı benzersiz tanımı, ‘yönetim-karşıtı’ bir tanımdır. Spinozacı demokrasi bir yönetim biçimi değil, bir sosyal dönüşüm etkinliği, bir tür ‘sonsuz değişim’dir” de (a. g. y., s. 170). (Ayrıca; Etienne Balibar’ın Spinoza/ siyaset okumasına ilişkin bir değerlendirmem için de, bkz., ‘Spinoza ve Siyasete Dair Notlar’, Birikim, mart 2012, sayı 275.)
19. ‘Sivil İtaatsizlik’ kavramını da anmadan geçmeyelim: İlk kez 1848’de Henry David Thoreau tarafından kullanılmış. ‘Devlete Karşı İtaatsizlik Görevi Üzerine’ başlıklı yazısına (1849), “En iyi hükümet, en az yöneten hükümettir parolasını kendime düstur edindim,” diyerek başlayan Thoreau, Amerika’nın Meksika’nın bir kısım toprağını ele geçirmesine (1846-48 savaşı) ve kölelik rejiminin sürdürülmesine karşı itaatsizlik eyleminde (seçim vergisi ödememek, hapse atılmayı göze almak gibi) bulunmuş. Çoğunluk karşısında ‘vicdan’, uyruk yerine ‘insan’, yasa değil ‘adalet’ esas alınmalıdır, görüşündedir. Bu arada, Hannah Arendt’in, sivil itaatsizliğin tekil bireyin tasarrufu olamayacağının altını çizişinin ötesinde, genelde, kavramın, ‘şiddet kullanmayan’, ‘aleni’, ‘geleneksel değişim yolları kapandığında devreye giren’, ‘sandıkçı/ rızacı’ların ötesinde etkin ‘destek ve katılım’la yürüyen, ‘kendiliğindenlikçi’, ‘ademi merkeziyetçi’, ‘çok-renkli yönelimli’, ‘yasayı değil, vicdanı ve meşruiyet duygusu’nu esas alan, ‘otoriter legalizme karşı’ özellikleriyle maruf bir eylemliliği imlediğinin altını çizmeyi de ihmal etmeyelim. Öte yandan, Sivil İtaatsizlik/ ‘Kamu Vicdanına Çağrı’nın çevirmeni Yakup Coşar’ın da belirttiği üzere, sivil kurucu iradenin anayasa yapıcı erginliğe ulaşamadığı bizimki gibi siyasal coğrafyalarda, sivil itaatsizliğin, ‘kurucu’ bir işlevi olduğu/ olabileceği de unutulmamalıdır.
‘Özgürlük’ ve ‘direniş’ imkânlarının olduğu yerde ‘iktidar’dan söz edilebileceğini, ötesinin ‘tahakküm’ olduğunu vurgulayan; ‘etik’i, ‘bilgi’ ve ‘iktidar’ bağlamında kişinin kendi ile kurduğu edimsel ilişki, ‘özgürlük’ü ise onun ‘ontolojik’ koşulu kabul eden, bir başka deyişle, ‘ethos’u, özgürlüğü arkasına alan bir kendini yeniden yaratma/ kurma (varoluş) estetiği olarak değerlendiren; muhalefet ya da direnişin, iktidarın büyük yapılarının doğrudan kendisine değil tezahür ettiği ‘iktidar ilişkileri’ne yönlendirilmesini (ki, bu, ‘anarşizan’ bir tavırdır) öngören (bütün bunları söylerken Spinoza’nın adını dahi anmayan) Michel Foucault’yu; onu, iktidarın ‘simülakrum’lar dünyasına tahvil olmaklığından bihaber bir mit anlatıcısı (miadı dolmuş şeylerin vakanüvisi) addeden (bkz., Foucault’yu Unutmak adlı makale, çev. Oğuz Adanır, DOĞUBATI Y., 2013 [1977]) Jean Baudrillar’ı da sivil itaatsizliğin zemininde irdelemek gerektiğini geçerken hatırlatmış olalım.