Gezi davasında 18 yıl mahkûmiyet alan yapımcı Çiğdem Mater, yazar Sevgi Soysal'ın doğum gününde Sevgi Soysal'a hitaben bir yazı kaleme aldı.
Mater'in Bianet'te yayımlanan yazısı şöyle:
Canım Sevgi Soysal,
“Sen” diye hitap etmemde bir sakınca var mı? Bence yok. Her ne kadar sen gittikten sonra dünyaya gelmiş olsam da, ben ve benim gibi kuşaklar boyu kadınlara ve tabii erkeklere, yarenlik yoldaşlık ediyorsun. Yol arkadaşlığımıza atfen, senli benli olabiliriz bence evet.
Bu mektubu sana Yıldırım Bölge’den tam 50 yıl sonra doğum gününde yazıyorum, Yıldırım Bölge’ye hem çok benzeyen hem de hiç alakası olmayan bir cezaevindeki koğuşumda, kendime ait tek alanım olan plastik masamda. Önümde kettle’da pişirdiğim Türk kahvesinin telvesi kalmış su bardağı duruyor. Cam su bardağı olunca, fal bakamıyoruz. Kantinde kahve fincanı var aslında ama yetmiyor oncacık kahve, su bardağı iyi.
Anlamışsındır şartlar değişti. “50 yıl oldu, değişsin bir zahmet” desen, haklı olursun. Ama bir yandan da hiç değişmemiş. Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’nu yıllar sonra, elbette bambaşka bir gözle okurken durmaksızın “aaa”, “aaaaa”, “aaaaaa” diye nidalanmam ondan.
Canım Sevgi, sana Bakırköy Kadın Kapalı Ceza ve İnfaz Kurumu’ndan yazıyorum. Adıyla, sanıyla bir kadın cezaevi burası. 1300 küsur kadınız bu aralar, 520 kişilik yapılmış bir hapishanede, 1300 kadın. Çok büyük bir kısmı adli nedenlerle burada, siyasi koğuşlar da eksik değil tabii. Biz Gezi Davası’ndan tutuklandık.
Laf aramızda sanırım bizi nereye koyacaklarını bilemediklerinden, önce iki ay hücrede tuttular, sonra üçümüzü bir koğuşa koydular. Aslında üç kişilik tasarlanan “nüfus artınca” 12 kişiliğe çevrilen bir koğuşta üç kişi kalıyoruz. Mine, Mücellâ ve ben. Bizde sizdeki gibi bir kalabalık olmadığından, haliyle o kalabalığın getirdiği matrak, neşeli, acıklı, üzücü ya da kahkaha attırıcı çok hikaye yok ama yine de fena değiliz. Elden geldiğince biriktiriyoruz, seni sıkça anarak, “Sevgi bunları ne güzel yazardı” diyerek.
İnsan cezaevine girince, kendini ne kadar her şeyi “farkında” saysa da hiç ama hiç öyle olmadığını hemencecik anlıyor. Koşa koşa Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’na dönmem biraz ondan. Seni ve deneyimini okumak burada nasıl önümü açtı, nasıl gözümü açtı anlatamam, minnettarım.
Ne güzel ki yalnız değilsin. Seni okuduklarıma ve yol arkadaşları olduğuma emin olduğum iki harika kadın daha var, buradaki hayatımın berraklaşmasına yardımcı olan. İkisini de tanımıyorsun ama onlara da minnettarım.
İpek Merçil ve Seçil Doğuç Ergin. İpek ve Seçil 2011 ve 2012 yıllarında bu cezaevinde, 14 ay boyunca, tutuklu ve hükümlülerle ve infaz koruma memurlarıyla konuşmuşlar. Sonunda ortaya “Dört Duvar Kadına Ne yapar?” diye müthiş bir kitap çıkmış. İsmindeki soruyu hakkıyla yanıtlayan, tamamen erkekler düşünülerek inşa edilmiş cezaevi ve ceza infaz sisteminde kadınların nasıl ayakta kaldığını anlatan bir kitap.
Kapatılmanın zamanla ve mekanla ilişkisinden, cezaevindeki gündelik kadın deneyimlerinden, inançtan anneliğe, cinselliğe, derin yoksulluğa aklıma, aklımıza gelecek her konuda konuşmalar, 100’den fazla adli tutuklu ve 40 infaz koruma memuruyla. Senin gözlemlerin bu yıl 50 yaşında, Seçil ve İpek 10 yıl öncesini anlatıyor, ben 2022’yi yaşıyorum.
Söylediğimi bir daha söyleyeyim, hem çok benzer hem hiç alakası yok. Tabii en önemli fark, Bakırköy’ün sivil cezaevi olması. Haliyle infaz koruma memurları sivil, bizde “Polis Suna’lar” yok yani. Fark etmişsindir, artık “gardiyan” da yok. İnfaz koruma memuru isimleri.
“Polis Suna’lar” resmi olarak yok ama arada tabii öyle davranmaya çalışanlar –çok az da olsa- oluyor. İzin vermiyoruz, merak etme. Memurlar gencecik, hepsi hemen hemen okumuş, meslekleri var ama “atanamamışlar”, kendilerini burada bulmuşlar. Ben beş aydır buradayım, sıklıkla memurların hayatının bizden çok daha zor olduğunu düşünüyorum.
Ben tutuklandığımda, yolu Yıldırım Bölge’den geçen İpek’in (Çalışlar) ilk aklına gelen “yataklar nasıl acaba?” olmuş. İyi haber, sizinkiler gibi değil. Bildiğin yatak, açık cezaevi üretimi.
Beraberinde mavi, kötü, sevimsiz bir okul/hastane/hapishane, yani devlet mavisi nevresim takımı geliyor, kullanılmamış, İkinci bir takım istersen, kantinden satın alabiliyorsun, parasıyla. Sizin zamanınızdan başlayan “kantin ekonomisi” artık kapatma ve cezalandırma sisteminin belkemiği.
Seçil ve İpek’in konuştuğu kadınlar “paran yoksa, bittin” diye anlatıyorlar. “Paran ve görüşçün varsa, her fırsatta kantin yapıyorsan senden itibarlı kimse yok.”
Paran varsa, kantinden kavurmadan pastırmaya, sucuğa, her şeyi alabiliyorsun ama paran yoksa, cezaevi yemeğiyle yetinmek zorundasın. Mercimek, nohut, fasulye ve mutfağın en temel ürünü, patates, hemen her çeşidiyle, çok az et, çoğunlukla tavuk, çoğunlukla derken haftada iki, bilemedin üç. İçme suyu bile parayla, paran yoksa, musluk suyu, İstanbul’da musluk suyu!!!
Cezaevi sivil ama güvenlik yine jandarmada. Sizin zamanlarınız gibi değil. Ayda bir, arama günleri hariç, hiç görmüyoruz. Jandarmayı gördüğümüz zaman da şarkı söylemiyorlar size yaptıkları gibi, nazik genç oğlanlar genel olarak.
Şartlar az buçuk farklı ama “kapatılmanın” ruh hali benzer. Mektup ve görüş günleri şenlikli. Biz şanslıyız, sağ olsunlar, tanıdık tanımadık, ülkenin ve dünyanın dört bir yanından, mektuplar, kartpostallar, alıyoruz. Koğuşumuzun her yeri rengarenk kartpostallarla, küçük arkadaşlarımızın yaptığı şahane resimlerle dolu. Haftada iki gün herkesin gözü “mektup biriminden” gelecek zarflarda.
Ama asıl “gün” görüş günü. Bizimki Çarşambaları. Sabah erken bir saat. Ailelerimizi ve “izin verilen üç arkadaşımızı” görebiliyoruz. İzin meseleleri muallak, kim gelebilir, kim gelemez cezaevi yönetimi ve kolluk kuvvetleri karar veriyor. Önce izin veriyorlar, sonra izinleri iptal ediyorlar. Niye? Belli değil. Açıklama yok. Mücellâ mesela, can parçası arkadaşlarını göremiyor üç haftadır; neden diye soruyorsun, cevap yok, öyle işte, “yasak burası cezaevi bağyaaan”.
Hah, görüş günü diyordum. Halimiz Yıldırım Bölge’yle de aynı, İpek ve Seçil’in tanık olduğu zamanlarla da. Bir özen, bir intizam dışarıdan geleceklere “iyi görünme” telaşı. Laf aramızda iyiyiz zaten, çok haklı olduğumuz için çok iyiyiz ama yine de azıcık havalı, azıcık hoş görünmek için uğraşıyoruz çarşambaları.
Maksat dışarıdakiler emin olsun halimizden. Anlatmakla olmuyor çünkü her zaman. En renkli, en şenlikli kıyafetlerimizi giymeye özen gösteriyoruz, görüşe yürürken yolumuzdaki son pencerede saçımızı son bir kez düzeltiyoruz, öyle çıkıyoruz görüşe. Her görüş günü sanki bir sahneye çıkış.
Görüşten dönünce koğuşa, tıpkı mektup günlerinde olduğu gibi, bir süre, bazen birkaç saat bir sessizlik oluyor. Kimse kimseye bulaşmıyor, herkes bir “duruyor”. Ama merak etme, uzun sürmüyor, neşemiz de, kahkahamız da hemencecik dönüveriyor gittiği yerden.
Görüşle mektupları saymazsan, kalanı cezaevi gündemi, kendi küçük evrenimiz. Gündelik hayatta aklımıza bile gelmeyecek önemsizlikte detaylar için aylarca mücadele etmek, geleni gideni olmayan, parası olmayan, ailesi binlerce kilometre uzaktaki mesela Afrikalı ya da Brezilyalı tutuklu ve hükümlüler için dertlenmek, minik kızı Nehir’i hapishanede doğuran Ceylan’ın bebekle hücrede nasıl başettiğini düşünmek, öğle yemeğinde gelen bezelyeyi Rus salatasına çevirmek için planlar yapmak, cezaevindeki her minik adım için bitmek bilmeyen dilekçeler yazmak (evet burası bir dilekçe cumhuriyeti), semaverde ne pişirebiliriz diye düşünmek derken günler geçiyor işte. Zaman tabii izafi ama itiraf ediyorum burada hızlı geçiyor, neyse ki.
Hem senden hem de Seçil ve İpek’in yazdıklarından anladığım, çok değişmemiş be Sevgi. Tamamen erkekler için planlanmış, düşünülmüş ve uygulanmış bir sistemin içine “size olur” diye yerleştirmişler kadınları. Olmadığını, olamayacağını görmemişler, görmüyorlar. Çaba yok, niyet yok.
Bak son bir hikaye anlatayım da güldüreyim seni. Erkek cezaevlerinde erkekler her hafta çamaşır alıp verebiliyorlar, kadın cezaevinde ise, sadece ayda bir kez çamaşır verebiliyorsun. Neden? Çünkü erkek çamaşır yıkayamaz ama kadın, tabii ki yıkayabilir. Ha bir de erkek cezaevlerine 15 günde bir berber gidiyor, saç kesmeye. Burada ayda bir makas veriyor, “kendiniz kesin” diyorlar. Tam “kadınların daha becerikli olduğuna kaniler, ondan böyle yapıyorlar diyeceğim”, bir gülme geliyor.
Canım Sevgi, hapishaneden yazınca böyle uzun oluyor mektuplar işte, ama kabul et, koskoca Sevgi Sosyal’a da daha kısasını yazamazdım.
İyi ki doğdun Sevgi.
İyi ki yazdın.
İyi ki anladın ve anlattın.
Tutkulu perçemlerinden, bize bıraktığın her bir kelimeden öperim.
Kocaman teşekkürlerim ve sevgilerimle,
Çiğdem
*Sevgi Soysal, Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu, Sevgi Soysal Bütün Eserleri-5, İletişim Yayınları.
Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu, 1976’da Politika gazetesinde tefrika olarak yayımlandığında, gerçekçiliği ile Sevgi Soysal'ı 12 Mart'ın simge yazarı yapmıştı.
*Seçil Doğuç Ergin, İpek Merçil, Dört Duvar Kadına Ne Yapar?, Siyasal Kitabevi.