Gezi hareketinin ortak paydaları ve yeni örgütlülük biçimleri

Gezi hareketinin ortak paydaları ve yeni örgütlülük biçimleri

 

Cihan Tuğal

UC Berkeley Sosyoloji Departmanı

 

Gezi Direnişi’nin gündemi her gün değişiyor ve hareket her gün yeniden tanımlanıyor. Bu, bir taraftan, hareketin gücünü teşkil ediyor. Diğer taraftan da, orta vadede dağılma, fazla bir iz bırakmadan sönümlenme riskini arttırıyor. O halde, hareketin her dönemeçte yeni bir renk kazanma niteliğini olumsuzlamadan, genel bir çerçeve önermek, bir zihin berraklığına vesile olabilir.

Gezi hareketini yaratan ve sürdüren iki “olumsuz” birleştiren, ağaç yıkımı ve polis şiddeti. Gezi hareketi, bunlara karşı olma durumu üzerinden, ortak alanlara sahip çıkmayı ve demokrasi arzusunu da dile getirmiş oldu. Ancak, hareketin olumlu birleştirenleri, olumsuz birleştirenleri kadar güçlü değil. Bu sorunu aşmanın tek yolu, ortak alanlar ve demokrasi tartışmasını derinleştirmek; ve bunları tarihsel bir plana oturtmak. Hareketin üçüncü olumsuz birleştireni (Recep Tayyib Erdoğan ve AKP) ise, kısa vadede mobilizasyonu kolaylaştıran, fakat (özellikle olumlu bir birleştirenle, yani alternatif bir siyasi özneyle dengelenmediği sürece) uzun vadede apolitize etme potansiyeline sahip bir unsur (özellikle de bu olumsuz birleştirenin, memleketin neredeyse yarısı için başat olumlu birleştiren olduğu hesaba katılırsa). Alternatif siyasi özne kurulmadan, tek adama saldırmak harekete mecrasını şaşırttırır ve hegemonyanın iyice pekişmesiyle bile sonuçlanabilir.

 

Gezi’nin müşterekleri:

Katılımcı demokrasi ve ortak alanlara sahip çıkma

 

Ağaçlar ve parklar, her şeyin alınır satılır olmasına karşı direnişin simgeleri haline geldi. “Bu iki ağaç meselesi değil” ezberini tekrarlamak artık hareketi bir yere götürmüyor. Tam tersine, resmi seslerin, “Gördünüz mü, kendileri de itiraf ediyor, mesele hükümet nefreti, başbakan nefreti” propagandasını kolaylaştırıyor bu ezber kalıp. Hegemonyanın saflarını sıklaştırıyor. Yüzde elli tabir edilen kesimin içinde çatlaklar yaratmak istiyorsak, dilimizi değiştirmeliyiz.

Peki ne diyebiliriz bunun yerine? Cevap basit. İktidarlar değişiyor ama, her gelen (gideni aratmayacak şekilde) kamu malına saldırıyor. Her hükümet, bir avuç zengine peşkeş çekiyor her ağacımızı, parkımızı, ormanımızı. İki ağacın kurtarılmasında özetlenen durum, sınırsız talan düzeninin bitişidir.

Daha doğrusu, bu frenlenme durumu iyi değerlendirilirse, neoliberalizm ciddi şekilde geriletilebilir.

Son hükümetin diğerlerinden tek farkı, başka meselelerden devşirdiği meşruiyetle, ortak alanlara, kamu malına karşı saldırganlığı iyice arttırmış olması.

Bu yüzden, otuz yılı aşkın zamandır her türlü ortak alanımızın saldırı altında olduğunu unutmamak; her cümlemize “son on yılın zulmü” diye başlamamak gerekiyor.

Gezi ayaklanmasının gündeme getirdiği birçok talep ve rahatsızlık olduğu doğru. Ancak, somut adımlar atabilmemiz için belirli mecralar seçmeli ve onlara odaklanmalıyız. Elbette bu hareketin düzinelerce bileşeni olduğundan, bir kaç mecralarda da ilerlenebilir; ancak ortak bir iki odak olması da elzem. Burada önereceğim, enerjimizi Gezi hareketini fitilini yakan kentsel taleplere (oradan hareketle de, kırsal alanı, HESleri, vb. de kapsayan bir kamu hakkı müdafaasına) yoğunlaştırmak.

Böyle bir çerçeve (şu veya bu sebeple oluşmuş) orta sınıf isyanı ve/veya kimlik isyanı görünümünü (ve gerçekliğini) de bir parça kıracaktır. Bir taraftan Kadıköy ve Beşiktaş’ta yapılan forumların diğerlerine nazaran daha büyük kalabalıklar topladığını biliyoruz. Diğer taraftan, bazı işçi/enformel proleter mahallelerinin baştan beri çok hareketli olduğu da açık. Ancak, Türkiye’de resmi ve anaakım siyasetin hatları kimlik üzerinden kurulduğu için, bu mahallelerdeki hareketlilik mezhepsel ya da etnik çatışmaya tercüme edilme riskini de taşıyor. Dolayısıyla, tarihsel ve yapısal nedenlerden dolayı uzun süredir mobilize haldeki birkaç mahalle dışında, (formel ve enformel) işçi sınıfı mahallelerinde büyük bir hareketlilik yaşandığı söylenemez. Bunu kıracak tek şey, mücadelenin net olarak kimlik hattından çıkması, kentsel ve demokratik sorunlara daha ısrarlı şekilde odaklanmasıdır.

Böyle bir kırılma, özellikle üst-orta sınıfta ve orta yaş üstü yoğunluğun olduğu bölgelerde (mesela Yoğurtçu’dan ziyade Göztepe Parkı’nda) bir yabancılaşma yaratabilir elbette. Ancak 1) Gezi hareketinin %50’nin %50’ye karşı değil, %99’un %1’e (yani halkın sermayeye) karşı hareketi olduğunu vurgulamak; 2) işçi sınıfını ve enformel proleteryayı da hareketin asli unsuru haline getirmek için bu riske değer.

Üstelik kentsel meselelere vurgu, üst orta sınıf ve orta yaş üstü kesimlerin katılımını doğrudan ret anlamına da gelmeyecektir. AVMleşme, orman kıyımı, nehirlerin zehirlenmesi onların da sorunudur ve bu harekette yerleri vardır. Sadece, Gezi hareketini, İslami hareketle, muhafazakarlarla aralarındaki sorunu halletme zemini olarak kullanmalarına son vermenin zamanı gelmiştir. Bu kesimlerin (basındaki propagandanın aksine), son bir ay boyunca, milliyetçi ve gerilla düşmanı itkilerini (bir nebze de olsa) törpüleyerek bir olgunluk sınavından geçtiğini teslim etmek gerekir (gerçi sınav hala devam ediyor ve her an ciddi fire verebilirler). Ancak aynı olgunluğu İslami meselelerde gösteremedikleri de bir gerçek. Katılımları bu haliyle devam ederse, Gezi hareketine bir yük haline gelecektir. Hareketin bu kesimlere yönelik taktikleri, bu kesimleri dönüştürerek katmak; onlara mücadelenin “ortak alanlara sahip çıkma” boyutunu anlatmak; ve %50’ye “kara cahiller sürüsü” muamelesi yapma eğilimlerine karşı direnmek olmalıdır.

Kısacası hareket şunları vurgulamalı: Kent hepimizin. Ortak alanlar hepimizin. Satılamaz. (Devletin dilini kullanarak ifade edecek olursak:) Satılması teklif dahi edilemez.

 

İsyanın toplumsal niteliği:

Kamu hakkının bekçisi orta sınıf?

 

2011 küresel isyanı, bir takım iç çelişkiler barındıran aktörleri ön plana çıkardı. Mısır’dan Amerika’ya, İspanya’dan Türkiye’ye, orta sınıf sadece (sık sık vurgulandığı gibi) demokrasi için değil, kamunun ortak çıkar ve alanları için seferber oldu. İlginçtir, Amerika’da servetin belirli ellerde toplanmasına karşı isyanın dahi başını işçi sınıfı değil, orta sınıf çekti. (Burada orta sınıftan tezgahtar, sekreter, vb.den oluşan işçi sınıfının beyaz yakalı kesimlerini değil, Poulantzas’ın “yeni küçük burjuvazi” dediği, ve ideolojisini ve psikolojisini çok iyi irdelediği, kesimleri kastediyorum). Türkiye’de ise benzer bir demografik niteliğe sahip topluluklar, sermayenin kamu alanlarını yağmalamasının önüne duvar ördü.

Yalnız, bu dinamiklere bakıp bir orta sınıf güzellemesi çıkarmak eleştirel sosyal bilimciler için de, sol siyaset için de yanıltıcı olur. Birincisi, benzer bir hataya 1980’lerde dünya çapında düşüldüğünü hatırlayalım. O zaman da orta sınıf (biçimsel) demokrasinin kahramanı ilan edilmişti. Sonraki yıllar orta sınıfın sıklıkla demokrasi karşıtı saflarda yer aldığını gösterdi oysa ki. Bugün orta sınıf daha da cesur, biçimsel demokrasiyi aşan taleplerin sırtlayıcısı haline gelmiş olabilir; ancak, bu aktörlerden bazılarının üç beş yıl sonra sermaye ile yeni talan ittifakları geliştirebileceği ihtimali gözden kaçmamalı. On yıllardır hayatları agresif/pozesif bireysellik (tüketim, başarı, rekabet, vs.) üzerine kurulmuş öznelerin, kamunun ortak alanlarını nereye kadar savunabilecekleri de sorgulanabilir.

Dahası, “orta sınıf” çok gevşek bir kategori, ve daha uzun soluklu tartışmalarda bunun bileşenlerine ayrılması; bunun için de katılımcılar hakkında daha fazla veri toplanması gerekiyor. Örneğin, alelacele yapılmış bir iki araştırma Amerikan “İşgal Et” hareketinde ağırlıklı bir doktoralı işsiz varlığına işaret ediyor. Bu anlamda “prekarya” orta sınıftan çok daha yardımcı bir kavram olabilir (ancak bu kavram, “toplumun en alt kesimi” şeklinde değilde, her sınıfın içinde belirsizlikle en çok boğuşan bir alt kategori olarak tanımlanırsa; zira, proleteryanın bir prekaryası olduğu kadar, küçük burjuvazinin de bir prekaryası vardır.). Yani, Amerikan orta sınıfının bazı katmanları proleterleşme riski taşımaktadır ve bunun isyanda ciddi bir payı vardır. Türkiye’de ise, maaşları ve tatil keyifleri gayet yerinde olan unsurların yığınlarla sokakta olduğunu görüyoruz (ayaklanmadaki sayısal ağırlıklarını bilebilmek için daha çok araştırmaya ihtiyaç var). Küresel muadillerinden ayrıştırmak için, Türkiye’de kitlesel halde sokağa inen bu kesimleri “küçük burjuvazinin aristokrasisi” olarak nitelendirebiliriz. Tepki proleterleşmeye değil, ortak yaşam kalitesinin düşüklüğüne; adı bu şekilde konulmasa bile, sermayenin zengin fakat yaşanılmaz bir kent yaratmış olmasına. Adını koyalım: Gezi hareketi, dinamikleri bölüşüm değil, metalaşma karşıtlığı üzerinden kurulan bir hareket. Sermaye Türkiye’de verdiği zenginlik sözünü tuttu (en azından bazı kesimler için), ama sıkıcı ve tatsız bir hayat dayatma pahasına.

Özetle, tepki sömürüye ya da proleterleşmeye değil, piyasalaşmaya ve metalaşmaya. Daha sonradan bu iddiayı açma dileğiyle, geçerken hızla belirtelim: burada Marx kadar, Lukács ve özellikle Polanyi’nin kavramsal çerçevelerine de başvurmamız gerekiyor (tabii ki Polanyi’nin doğa ve toplum hakkındaki özcülüğüne düşmeden). Yine sonradan açmak üzere hızla ifade edelim: Tam da sömürü karşıtı bir hareket ve bilinçlenme olmamasından dolayı, bazı sol çevrelerin varolan isyandan bir sürekli devrim (ya da en azından bir ikili iktidar) çıkarma çabaları biraz yersiz ve zamansız.

Son olarak da, isyanın orta sınıf niteliğinin, diğer halk katmanlarına yayılmakta çıkardığı zorluklardan bahsetmekte fayda var. Orta sınıf, “demokrasi uçsuz bucaksız bir tartışmadır” diyerek, sonu gelmeyen toplantıların keyfini yaşayabilir (bu en çok akademiyle doğrudan ya da dolaylı bağlantısı olan orta sınıf kesimler için geçerli, ama banka, finans, plaza, sigorta, tıp, hukuk, vb. çalışanlarının da bu toplantılardan oldukça keyif aldığını söyleyebiliriz). İşçi kesimleri ise, özellikle de tehlike içeren eylemliliklerden, somut talepler ve sonuçlar beklerler. Entellektüel tartışmalardan  yaşanan keyfin de, sınıfsal olarak eşit dağılmadığını, ve herkesi aynı şekilde içine çekmediğini hesaba katalım. Dahası, orta sınıf kendi yaşam alanlarında eylemliliklere girişirken, bunun başka yerlerden nasıl okunduğuna çok kafa yormaz (özellikle eylemleri ve bunların kitlelere anlatımını profesyonel iş haline getirmiş önderliklerin yokluğunda, ya da zayıf olmaları durumunda). Bu, orta sınıfın alt kesimleri “takmadığı” manasına gelmez her zaman; birçok aktör, gayet saf bir iyi niyetle, sıkıntılarının şeffaf olduğunu, diğer sınıflar tarafından da olduğu gibi algılanacağını düşünür. Oysa, bu mıntıkada atılan her adım, başka bir mıntıkada “İslam’a karşı Kemalist bir başkaldırı” olarak okunabilir (özellikle de o mıntıkada bunu böyle okutmaya yeminli önderliklerin varlığında). Dil hiçbir zaman sınıfsız değildir. Ve belirli mesajların sınıfsal bariyerleri aşabilmesi için profesyonel bir siyasi yaklaşım gerekir.

Bu tarz eğilimlerin ilk belirtileri Seattle’da (1999 Dünya Ticaret Örgütü protestoları sırasında) görülmüştü: mesajın nereye gittiği konusunda bir umursamazlık; uzun vadeli hedefler hakkında bir kayıtsızlık; ve örgütlenme ve kalıcılaşma çabalarından (etken ya da edilgen) kaçış. Yeni küçük burjuvazinin bu eğilimleri, olumlu yönleri kadar olumsuz yönleri de olan küresel bir isyan kültürü yaratmış durumda.

 

Anarşizm: Çağın ruhu

 

2011’den bu yana dünyayı sarsan isyan dalgası, “anarşizan” bir dalga olarak nitelendirilebilir. Bir tarafta anarşistlerin açıktan hakim olduğu Amerika ve komünistlerle ve sosyalistlerle rekabet ettikleri Yunanistan var. Diğer tarafta ise anarşist akımların tarihsel olarak güçsüz olduğu, ancak ayaklanmanın “kendiliğinden ideolojisi”nin anarşizm/otonomizm olduğu Mısır ve Türkiye.

Nedir bu ruhun göstergeleri? Eylemlerde de, forumlarda da emareler bol memleketimizde. Eylemlere bireysel ya da arkadaş bağları vasıtasıyla katılmak … Kimseden talimat almama tavrı … Örgütlü güçlere karşı güvensizlik ... Eğlenceyle siyaseti, eylem yapmakla içmeyi bir arada düşünme ve uygulama hali … Anarşist/otonomist olmayan gruplarca dahi kısmen paylaşılan “işaret edici”lik (prefigurative), “edimsel”lik (performatiflik) vurgusu (yani, eylemin belirli hedeflere yönelmekten ziyade, yapılış biçimiyle arzulanan dünyayı şimdiden kurması) …

Tüm bunlara rağmen, Gezi’nin (“İşgal Et” eyleminin beşiği olan) Zuccotti Parkı’ndan farklarını da belirtmek lazım. Amerika’daki “İşgal Et” hareketine tamamen (çoğunluğu şiddet karşıtı) anarşistler hakimdi. Daha hareketin başından, belirli talepler formüle etmeye; yetkililerle herhangi bir konuda görüşmeye karşı durdular. Hareket, kafa karışıklığından filan değil, bilinçli bir tercihten dolayı “talepsiz”di. Oysa Gezi Direnişi’nin başından beri talepleri oldu (elbette bu hareket 4-5 somut talebine indirgenemez; ama onlarda bağımsız da düşünülemez). Ve Gezi, bu taleplerini gerçekleştirebilmek için envai çeşit yetkiliyle görüştü. Yani devlet otoritesinin ve resmi siyasi kanal ve yöntemlerin toptan reddi, Gezi’nin belirleyici yanları olmadı hiçbir zaman.

Bir de, sol örgütlere karşı güvensizlik olmasına rağmen, açıktan tanımama durumu yok bu harekette. “İşgal Et” hareketinde ise, sendikalar meydana kerhen kabul edildi. Zaten zayıf (ve ister inanın, ister inanmayın, Türkiye soluna göre daha sekter) örgütlü sola duyulan düşmanlık da çok daha açıktandı.

Bu sayede, sıklıkla kitlenin arkasına düşmesine rağmen, (sendikalar, odalar, örgütlü sol, ve başka irili ufaklı grup ve hareketten oluşan) Taksim Dayanışma hala iş yapabiliyor. Otoritesi bir “biat” şeklinde tanınmıyor ama, sesine kulak kabartılıyor. Ve yine (anarşizan ruhla örgütlülük arasındaki bu etkileşim sayesinde) ilk günlerde agresif hamleler yapan ulusalcıların (ve Türkiye’nin zaten çoğuna hakim olan sıradan milliyetçiliğin) hareketi ele geçirmesine karşı durulabiliyor.

Başka şekilde söyleyelim: Eğer Taksim Dayanışma (ve bileşenleri) eylemlerin tam orta yerinde tamamen çekilseydi, hareket ya laik-milliyetçi bir yöne evrilirdi hızla; ya da birkaç tutarsız yöne birden dağılarak sönümlenirdi (aslında bu iki tehlike de hala bakidir).  Demek ki, dünyaya hakim anarşizan ruha rağmen Türkiye örgütlü solu, bu hareketi yönetmese de yönlendirmiş; dört-beş somut talep ve ortaklıklara vurgu yapan metinler ve (her zaman da yerinde olmayan) müdahalelerle bir arada tutabilmiştir. Yanıldığı ya da vurguyu yanlış yerlere yaptığı zamanlarda da, Çarşı ya da daha dağınık bir “gençlik” tarafından hizaya getirilmiştir. Yine de, şimdiye kadar (biraz da hükümetin ve polisin sayesinde) dengeli giden bu etkileşimin, ilelebet yürüyeceğini varsayamayız. Zaafları görerek, daha yapısal hamleler yapmak; ve bu hamlelerin adresine ulaşması için, çağın anarşizan ruhunu görmezden gelmek ya da olumsuzlamak yerine, bu ruhla eleştirel bir etkileşim geliştirmek gerekiyor.

 

Katılımcı demokrasinin zorlukları

 

Bu anarşizan ruh halinin ön plana çıkardığı doğrudan demokrasi, katılımcı demokrasi vurgularına rağmen, son bir ayda “halkın iktidarı”nı kurmak konusunda belirli zorluklar yaşanıyor. Bu zorlukların isabetli bir tahlili, anarşizan ruhu dönüştürerek örgütlememize yardımcı olabilir. Önce Gezi’deki son forumlara, sonra da yerel forumlara bakalım.

Gezi’deki son Pazar forumlardan çıkan kararlara riayet edilmediği ya da bu kararların uygulanamadığına dair eleştiriler vardı. Ancak asıl sorun kararların ne olduğu konusunda bile belirsizlik olmasıydı. Bu tarz forumlarda kararlar, köşeleri belirgin olmayan bir uygulamayla alındığı için, birkaç yoruma açık oluyor. Bazılarına göre o Pazar herkesin orada kalması kararı alındı; ancak (daha kitlesel olan ve çoğunlukla yasal zeminde faaliyet yürüten) sol örgütler bu karara uymayıp meydanı terk etti. Diğerlerine göre ise  böyle bağlayıcı bir karar yoktu; isteyenin devam etmesi, isteyenin çekilmesi yönünde bir karar alındı.

Kapalı oy, temsiliyet, vs. gibi modern demokrasinin klasik araçları bir tarafa bırakılınca, bu zorlukların ve belirsizliklerin tekrar tekrar yaşanması da kaçınılmaz hale geliyor. Örneğin, İstanbul’daki kitlesel yerel forumlardan bir tanesinde (üstelik daha ilk toplantıda), bir dahaki forumu birkaç parçaya bölmek, böylece daha fazla kişinin tartışmaya katılması gibi bir fikir atıldı ortaya; ama bunun bir karara bağlanıp bağlanmadığı dahi açıklık kazanamadı. Başka bir kitlesel yerel forumda, belirli günlerde forumların iptal edilip edilmediği, bu yönde karar alınıp alınmadığı gibi (görece) basit teknik konularda bile kafa karışıklığı yaşanıyor.

Doğrudan demokrasi forumlarda sıkça dile gelen, sahiplenilen, yer yer uygulanmaya çalışılan bir yönetim biçimi. Elbette bu çok geniş bir kavram. İçi farklı şekillerde doldurulabilir. Şahsen düzenli olarak takip ettiğim bir forumda, doğrudan demokrasi (örgütsüzlük olmasa da) önderliksiz olarak algılanıyor neredeyse. Forum itinayla seçme, seçilme, temsilcilik gibi pratiklerden uzak duruyor. Yazmanlık, moderatörlük gibi işlevlerin, bunları yürütmek isteyen herkese açık olduğu vurgulanıyor. Ancak, pratikte, bunları düzenli olarak yapan, ya da en azından bunları koordine eden, bir grup insan var. Aslında, adı bu şekilde konmasa dahi, bu insanlar bir önderlik teşkil ediyor.

Bu fiili önderlik durumunu, Türkiye’deki forumların aksine, kendini açık açık “anarşist” olarak tanımlayan insanların yönettiği Amerikan “İşgal Et” hareketinde de gözlemleme fırsatım olmuştu. Bu hareket, (özellikle New York’ta) on yıllardır aktivistlik yapan önderlerin kontrolünde olmasına rağmen, kendini “lidersiz” bir hareket olarak tanımlıyordu. Belki bu tür bir yapı güvenlik kuvvetlerine anında deşifre olmayı engelledi; ama Amerikan polisi eninde sonunda bu kişilerin kimler olduğunu biliyordu. Dolayısıyla hareket, önderliksiz bir hareketten ziyade, önderleri kitle tarafından tanınmayan ve denetlenemeyen (ama polis tarafından tanınan) bir hal aldı.

İşte Gezi Direnişi forumlarında da böyle bir tehlikeyle karşı karşıyayız. Foruma katılanlar arasından, “neyin oylanacağının kararını kim alıyor” benzeri itirazlar yükseldiğinde, sahne arkasındaki ekipten, “önerilerin notlarını yazmanlar tutuyor, sonra bunların arasından somut olanlar oylanıyor” tarzı cevaplar geliyor. Bir de bu cevaplara, yazmanlık gibi görevlerin herkese açık olduğu açıklaması ekleniyor. Ancak fiiliyattaki durum, birilerinin neyin somut öneri olduğu, neyin yeterince somut öneri olmadığı konusunda karar alması oluyor. Bu kararlar kötü niyetle alınmasa dahi, bu görevleri gerçekleştirenlerin tanınmaması, seçilmemiş olması, kimseyi temsil etmemeleri, (belki de boş ve yersiz) şüphelere yol açıyor. (Yanlış anlamalara mahal vermemek için vurgulayalım: birilerinin bu şekilde ön plana çıkması değildir sorun; tecrübeleri, ayırabildikleri zaman ve enerji, ve başka konjonktürel etkenler bazı insan ve grupları diğerlerine göre elbet sivriltir; mesele bunun adını koymak ve farkında olmaktır).

Hülasa, “doğrudan demokrasi”nin temsil mekanizmalarının ve hiyerarşinin toptan reddi olarak anlaşılması, adı konmamış ve denetlenemez hiyerarşilere yol açıyor. Bu sorunların mükemmel bir panzehiri olmayabilir. Yine de, “önderlik”in adının konması; denetlenebilir ve geri çağırılabilir olması; normal koşullarda da seçimle iş başına gelip, seçimle sahneyi terk etmesi; ve elbette tüm bunların yanında rotasyona tabi tutulması (ki bu kısmı takip ettiğim forumda uygulanıyor) bir başlangıç olacaktır. Yani, seçim ve temsiliyetten kaçmanın getirdiği örtülü sorunlarla boğuşmak yerine, gözle görünür önderliklerin eksik ve hatalarıyla uğraşmak evladır. Kurumsallaşmanın bu boyuta gelmesi için forumların biraz daha yerli yerine oturması bekleniyorsa (ve/veya anarşizan ruha sahip gençleri daha ilk dakikadan yabancılaştırmaktan çekiniliyorsa), bu doğru bir siyasal karar olabilir. Ancak, bilinçli bir şekilde önderliğin adının konmasından kaçınılıyors, bu bizi çıkmaz bir sokağa sürükler.

 

Yeni bir önderliğe doğru

 

Böyle bir ortamda, talimat veren bir önderlik anlayışı, amiyane tabirle söyleyelim, sökmez. Önderliğin, en azından şu aşamada, yönlendirmesi, önermesi, tecrübe aktarması, koordine etmesi; ancak buyruk vermekten imtina etmesi gerekiyor.

Amerikan “İşgal Et” hareketinin bir iki ayda kendini nasıl tükettiğini unutmayalım. Devlet yetkililerini tanımamak, muhalif örgütleri es geçmek, kitlenin enerjisine ve yaratıcılığına güvenmek ilk haftalarda hakikaten harekete inanılmaz bir dinamizm aşılayabiliyor. Ancak sonraki haftalarda örgütlenilmezse, bu enerji eninde sonunda dağılıyor. Biz şimdi bu ilk haftalardayız; sönümlenme haftalarına doğru ilerliyoruz.

Bugün forumlarda “anarşizan ruh hali”ne dair iki ana eğilim zuhur ediyor. Birincisi, bu ruh haline ideolojik olarak sahip çıkan anarşistlerin, otonomistlerin, ve bazı sosyalistlerin tavrı; ikincisi de, “konuşmaktan bir şey çıkmaz” diye özetlenebilecek, kararların bir an önce alınması, bazı konularda bir an önce eyleme geçilmesi yönünde bastıran eski örgütlülük anlayışları. (Elbette bir de bu olup biteni önemsemeyen, bu durumdan nasıl bir politik rant sağlanır diye hesap yapanlar da var). Oysa sağlıklı tavır, bu doğrudan demokrasi deneyiminin enerjisini ciddiye alan, ona güvenen; kürsüye çıkan her farklı sesten yeni bir şeyler öğrenme çabasında olan; ama yeri geldiğinde de (tepeden inmeci, buyurgan olmayan) müdahaleleri yapabilecek bir önderlik biçiminin yaratılması. Böyle bir önderlik yapısı, yer yer kitlenin gerisinde kaldığında bunu sorun yapmaz, bir dahaki aşama için bu geride kalıştan gerekli dersleri çıkarır. Tek yönlü bakan gözlere bir gün “kitle kuyrukçusu,” ertesi gün “öncü” gibi görünür. Oysa, etkili liderliğin yolunun öğrenirken öğretmekten geçtiğini; daha doğrusu önderliği öğrenmenin en iyi yolunun (bütün çoğulluğu, çelişkileri, ve nüve halindeki öz-önderlikleriyle) kitleyi takip etmek olduğunu bilir.

Elbette varolan siyasi çevreler arasında bu tarz tutumları olanlar var. Diğer bir deyişle, Türkiyeli muhalifler son kırk yılın yanlışlarından bir çok ders çıkarmış durumdalar ve bu dersleri uygulayacak olgunluğa da sahipler. Mesele şimdi, bu siyasi olgunluğun bir sıçrama daha yaparak, kazanımları ve sınırlarıyla Gezi ayaklanmasını küresel ve tarihsel bağlamına oturtan; ve buradan devrimci bir sürecin kapılarını aralayan yeni kitle örgütlenmelerini VE önderlik yapılarını çıkarıp çıkaramayacağı.

Çatı parti ya da seçimlere yönelik benzer bir yapıyı inşa etmek mi olmalı önceliğimiz? Geçtiğimiz yirmi-yirmi beş yıldır defalarca denenip başarısızlığa uğradığına göre, “belki de asıl amaç bu olmamalı” diye düşünmenin vakti gelmiştir. Muhalifler elbette seçim koalisyonlarına, vb. girebilirler. Ancak bugün önderlik meselesi, sandığa yönelik çalışmaları aşan şekilde tartışılmalı. Er ya da geç küresel mali sistemin krizi derinleşecek. Er ya da geç ekolojik facialar (ya da kenarda köşede kalmış “iki ağaç”) yeni infiallere yol açacak. Ve sokaklar tüm dünyada (2011-2013 dalgasından dahi daha sarsıcı şekilde) yeniden alevlenecek. Sorun, küresel hegemonya çözülürken meydanlara, sokaklara (onlardan her gün öğrenerek) yön verecek bir önderliğin nasıl kurulacağıdır. İçinde bulunduğumuz anarşizan dönemde, ne çelik çekirdek benzeri yapılar, ne dar kadro hareketleri, ne de çatı partileri bunu yapabilir. Diğer taraftan, anarşizan sokak hareketleri ve doğrudan demokratik forumlar kendi haline bırakılırsa, gidecekleri yer “İşgal Et” hareketinin gittiği yerdir.

Taksim Dayanışma’nın tecrübesini bu çerçevede değerlendirmek zenginleştirici olacaktır. Taksim Dayanışma, eksiğiyle, gediğiyle, Gezi Direnişi’ne bir yön verdi. Ama onu yaratmadı, yönetmedi. Yeni önderliğin hedefi de yaratmadan ve buyurmadan yön vermek olmalı.

Bu noktadan sonra yapmamız gereken, bu tür yapıların ulusal, bölgesel ve küresel çaplarda (ve kalıcı şekillerde) nasıl kurulacağını tartışmak. Farklı çevre ve ideolojilerden oluşan bir koordinasyon komitesi kurumsallaşabilir ve küreselleşebilir. Böyle bir yapının seçimlerde de söyleyecek bir sözü olabilir. Ancak bu illa ki bir sandık alternatifi haline gelmek şeklinde olmayabilir. Katılımcı demokrasinin yayılması ve ortak alanların (ya da “müşterekler”in) korunması üzerinden kurulacak bir platform, oy pusulasında bir parti olmaktansa, partilerin üzerinde bir baskı grubu olabilir.

Uzun vadede ise hedef, böyle bir platformun oligarşiye ve burjuvaziye karşı “halk”ı örgütleyecek bir güce dönüşmesidir. Yani hedef sandık değil, sandıktan kim çıkarsa çıksın, her durumda kazanacak güç olmaktır. Kriz bugün piyasanın ve temsili demokrasinin krizidir; ancak gün gelecek sömürü düzeninin kendisi de krize girecek. O gün geldiğinde, böylesi bir platformun oturmuş, yerleşmiş, kadrolarını oluşturmuş, kitle bağlarını kurmuş, tecrübe edinmiş olması lazım ki, sınıflı toplumu aşmak için daha can alıcı manevralar yapabilsin.

***

Önderliğin diğer görevi de, Gezi hareketini tarihsel bağlamına oturtmak; buradan çıkarılan dersleri, halk örgütlülüğünü, kadroları on-yirmi sene sonraya ve başka coğrafyalara taşımanın yollarını bulmak. Tarihteki diğer küresel ayaklanmalara (ve geride bıraktıkları mirasa) bu çerçeveden bakmak faydalı olacaktır. Bu tarihsel deneyimleri değerlendirmeyi de başka bir yazıya bırakalım.