Gürbüz Özaltınlı
Gezi olayları, önümüze çeşitli tartışma patikaları açtı.
Bunlardan benim en çok ilgimi çekeni, daha ilk gün Eğitim Bakanı Nabi Avcı’nın hakikaten bilgece ilan ettiği boyuttu. Asla birlikte siyaset yapması düşünülemeyecek çevrelerin protestolarda birleşmiş olmalarıydı. Avcı, “attığımız gazlarla birleşmiş olanlar, bu gaz sis dağıldığında çok şaşırabilirler” diyordu. Onun cümlelerini de ödünç alıp biraz genişletirsek… Kolunun altında çevre dergileri, kulağı Açık Radyo’da, tamamen şiddet karşıtı duruşuyla Gezi’ye koşanlar; galiz küfürlerle camı çerçeveyi indiren “beyaz bereliler”; kızıl bayraklarıyla devrim peşine düşmüş totaliterler; biraz ötede kalpaklı bayraklarla orduyu göreve bekleyenler; hayatına İslami bir çullanma algılayıp “burasına gelmişler”…İlk günlerin koalisyonu böyle bir şeydi.
Bu kızgın koalisyonun düğmesine basanlar oldu mu? Görüntü biraz öyle. Fakat hiç şüphemiz olmasın ki, onlar o düğmeye bastıklarında kendi parmaklarından önce oraya dokunmuş hükümete ait bir parmağı buldular. ODTÜ olaylarının haber verdiği, 1 Mayıs’ta akıl dışı paranoid “önlemlerin” gözümüze soktuğu, bağıra bağıra gelen polis şiddetinin kışkırtıcılığından söz etmiyorum sadece.
Başbakan’ın, “onu kızdırmadan uyarmaya” çalışan en yumuşak kalemlerin bile artık tekrar etmekten bıktıkları “her konuya müdahil” tutumları, laiklerin hayat tarzlarını aşağılayan söylemleri, azarlayan, buyuran, kibirli tavırları…3. Köprüye bulunan ismin çağrıştırdıkları, alkole takılı kalmış bir zihniyet… İşte o düğmenin üzerindeki ilk parmak bence bunların toplamıdır. Lobiler, uyuyan hücreler, savaş muhabirlerini gönderen küresel kamuoyu yaratıcıları ve daha başka kimler varsa… Onlar o düğmeye uzandıklarında bu parmağı buldular, onun üstüne bastılar.
Şimdi durum nedir?
Öyle gözüküyor ki kriz, parkın statüsü üzerine odaklanılarak aşılacak. Hepimiz Park’ın bir fitili ateşlediğini biliyoruz. Çıkan gürültünün, iç içe geçmiş toplumsal kızgınlıklar ve küresel hesaplarla ilgili olduğunu hissedebiliyoruz. Fakat bütün bu kızgınlık ve hesaplar kendilerini sokaklara vururken meşruiyetlerini Park’a koşan gençlerden alıyorlar. Yangın, çıktığı yerde söndürülecek… Ardında, zamanla daha iyi anlayabileceğimiz kimi kalıcı, derin izler bırakarak.
Öncelikle Başbakan’ın “başladığı” yerle “bitirdiği” yer arasında bariz bir fark oldu. AKP krize o kadar hazırlıksız ve özgüven patlaması içinde yakalandı ki, iki hafta boyunca bocaladı durdu. İlk gün halledilebilecek bir sorunun uluslararası gündeme kadar yayılmasında kuşkusuz Erdoğan’ın alıştığı üslubun payı çok büyük. Onun, bu süreçten yara almadan çıktığını düşünmek hiç gerçekçi değil. Başbakan’ın hakim siyaset tarzını gözden geçirmek zorunda kalacağını sanıyorum.
Bir başka tartışma patikası, hükümetin Batı dünyasıyla ilişkilerinin niteliğiyle ilgilidir.
Ben bu olayları ve ona küresel güçlerin gösterdiği hızlı ve yaygın tepkiyi, Batı’nın etkin çevreleriyle hükümetin politikaları arasında önemli uyumsuzluklar olduğunun kanıtı olarak okuyorum. Erdoğan’ın oynamaya çalıştığı küresel rolün çerçevesine, yine güçlü küresel aktörlerden gelen kuvvetli itirazların işareti olarak anlıyorum.
Küresel güçlerin; Türkiye’nin Batı’nın kabul etmeyeceği, askeri ya da yarı askeri eski statüye itilmesi veya kalıcı olarak istikrarsızlaştırılması gibi bir stratejilerinin olması sanırım ihtimal dışı. AKP tasfiye edilmek isteniyor olamaz. İstenen; içeride gücü kısmen dengelenmiş, dünyayla ilişkisinde ise uyumsuz köşeleri törpülenmiş bir AKP.
Batı basınının olayları takip ve yansıtma biçimi, Beyaz Saray’dan, Avrupa’nın değişik merkezlerinden çok hızlı gelen sesler, kanımca orantılı değil. Bunları haklı ve faydalı bulabiliriz. O ayrı bir tartışma konusu. Fakat, bu seslerin ve küresel basının tutumunun bize anlattığı bir şeyler var ve bunları görmek önemli.
Üst üste yapılacak olan seçimlerin, muhalefetin durumu üzerinde etkili olmayacağı açıkça görülüyor. Bütün bu seçim takvimi esas olarak iktidar bloku içindeki güçler dizilişini etkileyecek.
Başbakan’ın da bu süreci böyle okuduğundan kuşku duymamız için pek neden yok. Zaten kamuoyuna söylediklerinden bunu anlamak da zor değil. Erdoğan’ın tek söylemediği husus, bu “hizaya getirme” müdahalelerinin amacının muhafazakar bloku aşağıya indirmek olmayıp kendi gücüne yöneldiğidir.
Erdoğan’ın Tunus’tan döner dönmez kavganın tonunu yükseltmesine, Cumhurbaşkanı’nın ve Bülent Arınç’ın tutumunu açığa düşürmesine, inisiyatifi kararlılıkla eline almasına şaşıranlara, sürece buradan bakmalarını öneririm.
Ben, polisin ilk gün aşırı güç kullanmasına gösterilen tepkinin hem çok meşru, hem de çok yararlı olduğunu düşünenlerdenim. Gezi parkının kışlaya çevrilmesine karşı çıkanların da demokratik bir hak kullandıklarını, seslerine kulak verilmesini savunuyorum.
Bu tepki atmosferinin yayıldığı öteki kıyılarla; İzmir’in “Yaşa Mustafa Kemal Paşa” marşıyla gözleri dola dola yollara düşen arkaik Kemalistleriyle, barikatlardan devrim çıkarma hülyalarına dalanlarla, darbe rüyaları gören öfkelilerle hiçbir ortak duygum olamaz.
Bu çevrelerle kendi tarzı arasına mesafe koyma çabasına girmeyen bir Gezi Masumiyet’inin de çok inandırıcı bulunmayacağını hatırlatmak isterim.
Ucuz ajitasyona gelince… Hazin buluyorum doğrusu.
Başbakan’ın ise siyaset hayatına, olayların başladığı yerden değil, sonunda geldiği yerden devam etmesini ümit ediyorum.
Yoksa, yalnız kendi kaderini değil, gerçekten ülkenin tamamının geleceğini tehlikeye atmış olacak.