Soma’nın bağrına 13 Mayıs 2014 günü düşen ateş, kor olup içten içe yanmaya devam ediyor. Resmî ağızların deyişiyle “en iyi denetlenen’’ madende önce “trafo patlaması’’ sonra da bazı ‘’sıkıntı’’lar yaşanmıştı. Olayın vahameti anlaşılınca bu kez 1862 İngiltere’sinden örnekler verilerek bu tür “kaza”ların madenciliğin fıtratında olduğu söylendi ülkenin Başbakan’ı tarafından.
Sözler bir kere ağızdan çıktı mı bırakacakları etkiyi düşünmek için çok ama çok geç olabiliyor. Soma için sarf edilen sözler de böyle oldu. O talihsiz açıklamalar, ocaklara düşen ateşi bir kez daha tutuşturdu.
Soma’da hayatın uzun soluklu takibi için Objective Araştırmacı Gazetecilik Programı’nın desteğiyle yürüttüğümüz bu dosyada, resmî açıklamaya göre 301 madencinin hayatına mal olan facia sonrasında mağdur ailelerin kapısını çaldık ve hikâyelerini dinledik.
TV ekranında Soma ile ilgili bir haber sizi birkaç dakikalığına sarsıp az sonra etkisini kaybedebiliyor, ancak bizzat orada olup o gerçekliğe yakından baktığınızda çok daha derinden sarsılıyorsunuz…
Görünen o ki, ateş sadece Eynez’deki ocağa düşmekle kalmamış, Soma ve çevresindeki tüm ocaklarıda, yani tek tek evlerin her birini de tutuşturmuş. Dul kalan eşler, babasız çocuklar, ağabeysiz, kardeşsiz kalanlar... Buyur edildiğimiz her ocakta farklı bir hikâye, farklı bir sorun yaşanıyor.
Soma’da insanları dinlerken tutulan yasın aslında çok derin ve katmanlı olduğunu anlamaya başlıyoruz. Dinlediğimiz her hikâye farklı bir toplumsal soruna işaret ediyor. Ölen işçilerin hukuki hakları işin bir boyutu... Faciadan yaralı veya kıl payı kurtulan işçilerin bundan sonraki hayatlarına nasıl devam edecekleri hâlâ belirsizliğini koruyor. İşin çok daha ağır boyutunu ise dul kalan madenci eşleri oluşturuyor. Çoğu henüz çok genç, aralarında 18 yaşını doldurmamış olanlar var. Hatta daha vahim bir sosyal gerçeklik de çıkıyor burada karşımıza: İmam nikâhlı olup dul kalan eşler ve onların mağduriyetlerinin nasıl giderileceği sorunu.
Soma’da hayatın takibi tüm bu soruların, belirsizliklerin ve tabii resmî makamlar tarafından verilen sözlerin de takibi anlamına geliyor. Bu dosyada, kişisel tarihime “doğum yerim” olarak geçen ancak ilk defa bu acı vesile nedeniyle gidip görme fırsatı bulduğum, sokaklarında dolaştığım Soma’yı yaz boyunca mercek altına alarak buradaki hikâyelerin peşine düşecek; “kara elmas” diyarının bu en sıcak yazında Somalıları, matem tutan aileleri, onların dertlerini, beklentilerini dinleyecek ve aktaracağız.
Dizinin bu ayki bölümünde Soma İçin Adalet Komitesi’nde gönüllü çalışan avukatları, madende ölen Serkan’ın imam nikâhlı 16 yaşındaki eşini, ölen eşine mektuplar yazan Miyase’yi, ölen maden işçisi Hüseyin’in genç ve Alevi eşi Elif’i, Başbakan’la görüşen heyetteki 10 işçiden biri olan Arif’i ve Soma madeninde çalışan Zafer’in hikâyesini okuyacaksınız.
21 Haziran. Soma en uzun gün ve en kısa geceyi yaşıyor. Ama Soma aynı zamanda facianın 40. gününü de yaşıyor. Soma’da madencilerin bir daha asla dönemeyecekleri evlerinde ve sokaklarda hayırlar veriliyor, lokmalar dağıtılıyor. Soma esnafı, dükkânların önüne astıkları pankartlarla tepkisini gösteriyor: “Yanan bizdik siz kömür sandınız”,“Alnımız pak yüzümüz kara, 301 can verdik kapanmaz yara”, “Maden de bizim madenci de”, “Kömür bitti”...
Türk bayraklarının asıldığı ‘şehit’ evlerini dolaşıyoruz. Evlerdeki sessizliği dışarıdan yardım amaçlı gelen misafirler bölüyor. Bursa’dan, İstanbul’dan, İzmir’den, Kanada’dan gelenler var. Yardım için Soma’ya gelenler çocuklara oyuncaklar getirmiş. Kimisi burs verecek öğrenci arıyor. Madencilerin dul eşlerine zarflar içinde para yardımı yapanlar da var. Genç bir madenci eşi, “Sakın ola ki hayrımıza yardım (para, oyuncak, giysi vs.) getirmeyin. Biz o gün sadece hayır yapmak istiyoruz, başka hiçbir şey istemiyoruz’’ diyor. Sanırız demek istediği şu: ‘’Bizim acımız kendimize. Yardım getireceğiz diye kendinizi boşuna yormayın çünkü biz o zarfların içinde olandan çok daha değerli bir şeyi, canlarımızı kaybettik.”
Haklı, çünkü bu evlerde kocalarını madene gönderdikleri o uğursuz günü an be an yaşayan, yası öfkeye dönüşmüş, çaresiz kadınlar var. Hepsi de o kadar genç ki. Kimi yeni doğum yapmış, kimi doğacak bebeğini bekliyor. Bu genç anneler teselliyi babalarını bir daha hiç göremeyeceklerinin farkında bile olmayan çocuklarına sarılarak buluyor. Kimisi başını iki elinin arasına almış, uzaklara dalıp gitmiş. Sessiz. Kimisi kaybettiği eşiyle mektuplarla konuşmaya çalışıyor. Sanki eşi uzak bir memlekete gitmiş de yaklaşan Ramazan Bayramı’nda gelecekmiş gibi…
Yardım getiren vatandaşlar bu acıya ucundan kıyısından ortak olmaya çalışıyor ama herkes biliyor ki ateş düştüğü yeri yakıyor. Dışarıdan gelenler getirdikleri yardımı bizzat kendi elleriyle teslim ettiklerini belgelemek için fotoğraflar çekiyor madenci eşleri ve çocuklarıyla. Zira yardımların güvenli ve doğru şekilde gerçek ihtiyaç sahiplerine ulaştırılması konusunda da sorunlar ve sorular bir hayli fazla.
Görüştüğümüz insanların çoğu fotoğraf vermek konusunda isteksiz. Medyada görünmek istemediğini söyleyip görüşme isteğimizi kabul etmeyenleri anlayabiliyoruz. Soma küçük yer. Burada insanlar çok daha kolay damgalanıp etiketlenebiliyor. Nitekim maden işçilerinin taleplerini anlatmak için Başbakan Tayyip Erdoğan ile görüşen ekipte yer alan bir maden işçisi sırf bu görüşmeyi yaptıkları için bile yakın çevrelerinden eleştiri aldıklarını anlatıyor. Bu nedenle bu dosyada görüştüğümüz kişileri ilk adlarıyla anmayı tercih edeceğiz.
Soma’da hayat, facianın olduğu 13 Mayıs’tan beri, normal seyrinde devam etmiyor. Hayat her geçen gün daha da ağırlaşıyor sanki. Faciayı izleyen ilk üç hafta ilçenin müthiş bir hareketlilik yaşadığını ancak Haziran’ın bu son günlerinde eski sessizliğine büründüğünü söylüyor Soma İçin Adalet Komitesi’nde gönüllü çalışan avukatlar.
Soma İçin Adalet Komitesi, Çağdaş Hukukçular Derneği’nin desteğiyle mağdur işçi ve işçi yakınlarına gönüllü hizmet veriyor. En yetkili ağızlardan “metanetli olunması, kadere boyun eğilmesi, ölümün bu işin fıtratında olduğu’’nun söylenmesinin, yaşananların işveren ve devlet eliyle örtbas etme çabası olduğunu söyleyen gönüllü avukatlar, bu katliama yol açan tüm sorumluların ceza alması için mağdur ailelere yardım etmeye çalışıyor. Fakat dava açabilmek için birinci koşul ailelerden vekâlet almak.
Resmî rakamlara göre Soma faciasında yaşamını yitiren madencilerin 217’si babaymış. 432 çocuk babasız kalmış. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı evli olan madencilerin sayısını 255 olarak belirtiyor. Fakat kimse geride kalan dul eşlerden bahsetmiyor. Üstelik dul eşlerin durumu da hayli karışık. Örneğin Soma’da imam nikâhlı olup da resmî nikâhı olmadığı için devletin vermesi gereken tazminatlardan yararlanamayacak durumda olan pek çok kadın olduğunu söylüyor avukatlar.
Kısıtlı insan kaynağıyla çalışan komitenin ofisindeyiz. Bir telefon geliyor. Faciada hayatını kaybeden 22 yaşındaki maden işçisi Serkan’ın eşi, henüz 16 yaşında olduğu için, hukuki süreci başlatmak üzere kızın babasından vekâlet alınması gerektiği ortaya çıkıyor. Gençler imam nikâhı ile evlenmişler, resmî nikâhları yapılmamış. Durum böyle olunca genç kadının babasından vekâlet alınması elzem hale geliyor. Ancak baba yasal süreci başlatmak konusunda avukatları uğraştırıyor. Öncelikle babanın ikna edilmesi gerek. Serkan’ın eşinin ölüm aylığı ve alması gereken tazminatlara bir an önce kavuşması gerek. İki aylık hamile çünkü…
Soma için Adalet Komitesi’nin ofisinde tanık olduğumuz bu durum, Soma’da sorunların nasıl da katman katman derinleştiğini gösteren sarsıcı bir örnek. Serkan’ın eşi gibi, imam nikâhlı olup da eşini kaybeden başka örnekler de olduğunu söylüyor gönüllü avukatlar. İmam nikâhını belgeleme halinde ki düğün kaseti bile belge yerine geçebiliyor, bu genç kadınların hukuki hak talebinde bulunabileceklerini söylüyor avukatlar. Fakat imam nikâhlı olup dul kalmış olan eşler çoğunlukla sessiz kalmayı yeğliyor. Ancak kapılar çalınıp ziyaret edilirlerse gerçeğin bu yüzü meydana çıkıyor. Dolayısıyla şu anda Soma’da dul kalan kaç imam nikâhlı genç kadın olduğunu, kaçının çocuk sahibi olduğu ve mağduriyetlerinin nasıl giderileceği gibi konularda belirsizlik hakim. Soma İçin Adalet Komitesi gönüllü avukatları bu sosyal gerçeği gündemlerine aldıklarını ve takip edeceklerini belirtiyorlar. Önümüzdeki günlerde bu konunun bakanlık düzeyinde daha etraflıca ele alınıp bu insanlara ulaşılması, imam nikâhı gerçeğinin meşrulaştırılma yoluna gidilmeden bu kadınların mağduriyetlerinin giderilmesi şart.
Soma’da Türk bayrağı asılmış evlerden birinin kapısını çalıyoruz. Miyase’nin misafiriyiz. İki oğlan çocuğu var Miyase’nin. Gökdeniz Orta 1’e gidiyor, Anıl 4,5 yaşında. 36 yaşındaki eşi Ahmet’i yitiren Miyase isyanını bazen yüksek sesle, bazen gözyaşlarıyla anlatıyor. Acısını dindirmesine yardım etsin diye eşine hiç gönderemeyeceği mektuplar yazıyor.
“Devlet de yok, sendikalar da yok. Nerede Belediye Başkanı, nerede Tayyip Erdoğan? Ben hiç kimseyi görmedim bu zamana dek. Sadece Enerji Bakanı bir defa aradı, bir şeye ihtiyacımız olup olmadığını sordu. Hiçbir şeye ihtiyacımız yok diye cevap verdim. Sonra bir daha kimse aramadı. Enerji Bakanı da, Başbakan da, Sendika Başkanı da hepsi aynı. Hiç kimse sahip çıkmadı. Aslında biliyor musunuz o madende 301 kişi ölmedi. Orada 780 işçi kart basıp girmiş içeri. Peki, bu işçilerin aileleri nerede? Sus payı verilmiş diyorlar. İnsan nasıl susar, ben eşimi kaybetmişim. İnsanlar nasıl susuyor ben hayret ediyorum’’ diyor.
Soma’da daha sonra konuşacağımız pek çok kişiden aynı şeyi duyacağız. Kimse madende 301 işçinin öldüğüne inanmıyor. Sayı çok daha fazla ama halk galeyana gelmesin, diye böyle söylenmiş inancı hâkim.
Miyase anlatıyor:
“Eşim biz nişanlıyken garsonluk yapıyordu. Dondurmacıda, çay bahçelerinde çalıştı. Daha sonra bir arkadaşıyla Soma’ya geldi, madende çalışmaya karar verdiler. İlk geldiğimizde 500 lira maaş alıyordu madenden. Bundan iki ay önce ‘yerim çok sıcak, yerimi değiştir’ demiş amirine. Amiri ile tartışmışlar. Ertesi gün baktı ki yine değiştirmemişler. Ona ‘hakkını ara, yerini değiştirsinler’ diye üsteledim. Benim eşim 11 yıldır aynı madende çalışıyor. Bugüne dek hiç kimseyle en ufak nedenle olsa da tartışmamıştır. Ama bu konu nedeniyle amiriyle bir gerginlik yaşadı. Eşim 5 gün işe gitmedi ama 5 gün işe gitmemek bizim için yevmiye kaybı demek. Ne yapacak? Kalkıp tekrar gitmesi gerekiyordu. Kazanın olduğu hafta, Pazar günü işe gitmedi. Pazartesi günü de ailecek pikniğe gittik. Salı günü, yani kazanın olduğu gün, yataktan çok zor kalktı. Bugün bile hâlâ inanamıyorum. Kendi ellerimle kaldırdım, onu işe gönderdim. Doğru düzgün yemek bile yememişti. Uykusu vardı hâlâ. Kendime hayret ediyorum onu nasıl zorlayarak gönderdim diye. Çocukları öptü sarıldı, bana merdivenin başında durup gülümsedi. Arkasından Ayet-el Kürsi okudum.”
‘’Ona yeraltında en ufak bir şey olsa ben evde hissediyordum. Çok sıcakta çalıştığını anlatıyordu. Sıcakta çalışmak kolay mı? Sekiz saat. Zaten önce fareler kaçmış oradan. Hiç fare kalmamış. Ben eşimin işi bırakması için dua ediyordum. Kıdem tazminatını alabilmek için yeraltında çalışmaya devam ediyordu.”
Miyase, eşi Ahmet’ten bahsederken sanki uzaklardaymış da çıkıp geliverecekmiş gibi anlatıyor. Ahmet’in özelliklerini, yapıp ettiklerini hep geniş zamanda anlatıyor. “Çok iyi kalplidir benim eşim. Başkalarını düşünür. İyilik yapmayı sever. Çocuklarına çok düşkündür, özellikle küçük oğlana.”
Miyase şu anda İstanbul’dan 6 günlüğüne gelen bir psikolojik destek ekibinden yardım alıyor. Çocuklarını da terapiye götürüyor. Anıl’ın babasına çok düşkün olduğunu, babanın bir daha eve gelmeyeceğini henüz anlayamadığını ve sürekli ağladığını söylüyor. Büyük olan Gökdeniz ise tamamen içe kapanmış. Çok az konuşuyor. Annesi dili döndüğünce babalarını kaybettiklerini anlatmaya çalışıyor Gökdeniz’e… Miyase için günün en kederli saatleri akşam olunca başlıyor. O zaman alıyor kalemi eline başlıyor eşine yazmaya. “Önceki gece Ahmet’in annesi eşimi rüyasında görmüş. Annesine demiş ki ‘Anne ben oradan çıkmaya çok çalıştım, çok direndim ama dayanamadım.’ Benim eşim S panosunda çalışıyordu. Zaten S panosunda çalışan kimse çıkamadı oradan. Bile bile ölümü beklemişler orada. Kimse müdahale etmemiş.”
Artık tek çare rüyalara sığınmak Miyase için. Ahmet’e mektubunda şöyle sesleniyor:
“Allah’ım bu gece rüyamda görmeyi nasip et bana. Çok özledim. O günden beri gözyaşım durmadı. Hep bir özlem. Hep gelecek gibi. Ama gelmeyeceksin biliyorum. Hep gözümün önündesin. Meğer ben seni o gün ölüme göndermişim…”
Yolumuz bu kez Kınık’a bağlı Elmadere köyüne düşüyor. Soma’ya gelen yardımları ihtiyaç sahiplerine ulaştırmak isteyenler kendi aralarında teşkilatlanıp hemen her gün köyler de dâhil kapı kapı dolaşıyorlar. Bu gönüllü ekiplerden biri de Soma’daki cemevinde. Faciadan sonra babasız kalan iki çocuğun eğitim masraflarını karşılamak istiyor, Kanada’dan kalkıp gelmiş bir vatandaş. Özellikle de Alevi köyü olan Elmadere’deki çocuklardan birine burs vermek istiyor.
Köyde bir matem evindeyiz. Hayatını yitiren maden işçisi Hüseyin’in ailesiyle konuşuyoruz. Burs alacak öğrenci bu evde. 11 cenazenin kaldırıldığı Elmadere köyündeki bu evden Hüseyin ile birlikte üç madenci cenazesi çıkmış. Biri Hüseyin’in kayınbiraderi, diğeri amca oğlu. Başka bir deyişle Hüseyin’in eşi Elif, hem kocasını, hem de erkek kardeşini kaybetmiş Eynez ocağındaki faciada.
Cemevinden gelen yetkililer 2 Temmuz’da Sivas Şehitleri’ni anmaya madencilerle birlikte gitmek istediklerini söylüyorlar. Hüseyin’in genç eşi Elif, başını iki elinin arasına alıyor ve uzun uzun iç çektikten sonra ‘’Sivas gibi bir katliam bu, Sivas’tan da büyük bir katliam’’ diyebiliyor.
Elif’in lisede okuyan kız kardeşine soruyoruz, ‘’Bugüne dek devlet kapınızı çaldı mı?” “Ne çalması” diyor Ebru, ‘’Biz devletin kapısını çaldık hep. Buranın muhtarı akrabamız olur. Ama ona oy vermedik diye o bile gelip de bir başsağlığı dilemedi.”
Elif’in iki kız, bir erkek üç çocuğu var. Üçünün de daha iyi bir hayatları olsun istiyor. Elif’i kahreden, eşini kaybetmek kadar kapalı köy ortamında onu eve mahpus edecek sosyal baskı da aynı zamanda… “Benim eşim şimdi sağ olsaydı” diyor, ‘’Beraber çarşıya, pazara gittiğimizde bana karışmazdı. ‘İstediğini alabilirsin’ derdi. Şimdi ben tek başıma nasıl dışarı çıkarım burada? Kendi derdimi avutmak için çocuklarıma sarılacağım. Yeter ki onlar okusun. Onlar böyle yaşamasın.”
Elmadere köyünü ziyaretimiz sırasında yanımızda faciadan sağ kurtulan bir madenci de var. Adı Zafer. Ziyaretimiz boyunca sessizce bir kenarda oturuyor. Acaba hayatta kaldığı için suçluluk mu duyuyor, onun için mi bu kadar suskun diye merak ediyor insan. Zafer kendi hikâyesini, daha sonra, bizi kendi köyü Bağalan’a götürürken yolda anlatıyor. “Eşim doğum yapacaktı, ben de üç günlük doğum iznine ayrılmıştım kaza olduğunda. Benim hayatımı yeni doğan kızım kurtardı.”
Zafer, beş yıldır Eynez Ocağı’nda çalışıyor. Yaşadığı köy olan Bağalan ilk kez 2003 yılında maden sektörüne işçi vermeye başlamış. Öncesinde ana geçim kaynağı tütüncülükmüş. Zafer’in aylık geliri bin, ev kirası 750 TL. Şimdi ikinci bebeğin gelmesi evdeki masrafların da artması anlamına geliyor. Zafer ve eşi Cemile kara kara ne yapacaklarını düşünüyorlar. Zafer’in bu faciadan kıl payı kurtulmasına doğru dürüst sevinememişler bile. Şu anda işe gitmiyor ama her an çağrılmak korkusunu da yaşıyor.
Cemile kocasını madene gönderirken hep tedirgin olduğunu, beş dakika gecikse hemen kapıya çıkıp servis aracının yolunu gözlediğini söylüyor. Zafer ise, iş değiştirmeye dünden razı. Ancak şu anda yaşadıkları en büyük sıkıntının hukuki süreçle ilgili belirsizlik olduğunu anlatıyor. “Avukatlara danışıyoruz. Bize tek söylenen beklememiz gerektiği. Biz de çaresiz bekliyoruz. Bana çıkışımı, tazminatımı verseler gider başka bir işte çalışırım. Ama hiçbir şey belli olmadığı için şu anda elimiz kolumuz bağlı.”
Zafer’in evinden ayrılıp Kınık’a ilerlerken yolda başka bir maden ocağına işçi götüren servis aracıyla karşılaşıyoruz. Aracın içi insan dolu. Yerin yedi kat dibine çalışmaya gidiyorlar. Zafer’e sorarsan, çaresizlikten.
Evet, Soma’da hayat bildiğimiz gibi değil. Dokuz yıllık madenci Arif’in deyimiyle ‘’Soma’da acılı eşler, acılı anneler, acılı babalar, acılı kardeşler, acılı çocuklar, bir de merhametli insanlar kaldı sadece.” Hükümetin madencilere verdiği sözlerle ilgili Başbakan’la görüşen heyetteki 10 işçiden biri olan Arif, madencilerin bu facia öncesinde de çok sahipsiz olduğunu söylüyor.
Kınık’ta Atabacası Ocağı’nda çalışıyor Arif. Dört çocuğa bakıyor. Şimdilerde sağlık sorunları nedeniyle raporlu, işe gitmiyor. “Yerin altına inmeyen bizim halimizi anlamaz” diyor. “Ben madene tekrar gitmek istemiyorum, düşünmüyorum da. Bankalara borcum olmasa kesinlikle madene bir daha inmeyi istemem. Madencilik tehlikeli iştir. Ne kadar güvenlik içinde olursanız olun mutlaka tehlike vardır. Mesela ben madende ayağımı kırdım. Ustabaşıları ‘hadi hadi’ der, işçiyi döver, mühendisi bile döverler. Çalışma şartları insani değildir. Yine de yerüstüne çıkmaktansa yeraltında sigorta daha yüksek olur diye yeraltında çalışmayı tercih eder madenciler.”
Arif’i dinlerken anımsıyoruz. İlhan Berk’in ‘Kömür Kokan Şiir’inde söylediği gibi ‘’Vatan dışı, dünya dışı’’ olmaya zorlanan insanlar aslında madenciler.
Peki, Soma’da bundan sonra ne olacak?
“Söz artık burada devletin olmalı. Buradaki belirsizlik devletin hiçbir şey söylememesinden kaynaklanıyor. Devlet bu insanlara şunu demeli: Şu anda ocaklar denetimdedir. Hepinizin iş güvenliği bizim sorumluluğumuzdadır. Bu denetim yapılıp güvenli bir iş ortamı sağlandıktan sonra hiçbir sorun kalmayacaktır.”
“Bana işyerinden ‘işe gel’ çağrısı yapıldı. Ama ne yapacağımızı bilemiyoruz. Denetimler yapılana dek kimsenin yeraltına inmeye zorlanmaması, kimseye bu süre içinde çıkış verilmemesi, maaşların eksiksiz ödenmesi, 7,5 olan günlük çalışma saatinin 6’ya indirilmesi, emeklilik yaşının 55’ten 49’a düşürülmesi, taşeronluğun kaldırılması, mağduriyetlerin giderilmesi konusunda devletin madencilere verdiği sözler var. Daha bu sözler yerine getirilmedi. Bu konulardaki belirsizlik devam ettiği sürece biz de sabırla beklemeye devam edeceğiz. Çok şey istemiyoruz, tek istediğimiz insan sağlığına değer versinler. Para insan sağlığından daha değerli değildir. Ben insanca yaşamak istiyorum.”
Soma’ya Haziran ziyaretimizden geriye de bu söz kalıyor:
“İnsanca yaşamak istiyorum.”
Soma’nın En Sıcak Yazı’nı takibe Temmuz’da devam edeceğiz.