T24 - Türkiye'de 19 Aralık 2000'de devletin cezaevlerine yaptığı baskınlar sonucu 12 tutuklu ve mahkum hayatını kaybetti. Dönemin bazı basın kuruluşlarının 20 Aralık 2000'de çıkan gazeteleri baskının gerekli olduğuna dair manşetler attı. Ancak atılan manşetler devletin kendini haklı göstermek istediği bilgi ve belgelere dayandırılarak atıldı.Taraf gazetesi yazarı Alper Görmüş'ün bugün (30 Kasım 2010) yayımlanan yazısı şöyle: ‘Hayata Dönüş’te medya...Cezaevlerine yapılan baskın öncesi devletin medyaya verdiği 'baskının rızası olarak adlandırılan' dezenformasyon dolu bilgilere ve o bilgileri çalıştığı gazetelerde manşet haline getiren isimlere de değinen Alper Görmüş, o isimlerin bugün köşelerinde yazdıkları yazıları karşılaştırdı. Ortaya derin bir çelişki çıktı. Habertürk Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Fatih Altaylı, 10 yıl sonra fakat sadece “emir kulları”nın sanık olduğu bir davayla yargı konusu haline gelebilen “Hayata Dönüş” operasyonu üzerine “Kim bunun sorumlusu” başlıklı bir yazı yazdı (25 kasım). Altaylı’ya göre, bir numaralı sorumlu, operasyonun hemen öncesinde “medyaya sürekli olarak cezaevlerindeki durumun ne kadar vahim olduğunu anlatan bilgiler ve belgeler yollayan” zamanın İçişleri Bakanı Sadettin Tantan’dı. Ben, bu “bilgiler ve belgeler”in medyaya hakikaten Tantan tarafından mı gönderildiğini bilemem; fakat bunların apaçık-kaba dezenformasyondan ibaret olduğunu ve o günlerde Fatih Altaylı’nın yazıişleri müdürlüğünü yürüttüğü gazete de dâhil olmak üzere, basının bu malzemenin tamamını gazetelerine haber diye koyduklarını biliyorum. Çünkü o günlerde, Kürşat Bumin ve Ümit Kıvanç’la birlikte, Habertürk yazarı Umur Talu’nun “dönemin tanıklığı, arşivinde hâlâ canlı yatıyor” dediği Medyakronik’i hazırlıyorduk. Bugün, o arşivden küçük bir özetle medyanın “Hayata Dönüş” günlerindeki korkunç performansını, “gönüllü dezenformasyon” yazıcılığını bir kez daha hatırlatmak istedim size. Dezenformasyon değil, “gönüllü” dezenformasyon Biliyorsunuz, haber kaynaklarının kendi kişisel, kurumsal, zümresel, ideolojik menfaatleri doğrultusunda gazetecileri aldatmalarına, onları yalan- gerçek dışı enformasyonla donatmalarına gazetecilikte dezenformasyon deniyor. Gazeteci, bu yalana inanır da o enformasyonu haberleştirirse, ortaya çıkan şeye de “yalan ya da gerçek dışı haber” diyoruz. Dezenformasyon buysa, “gönüllü dezenformasyon”, haklısınız, kendi kendini inkâr eden iki kelimeden oluşmuş saçma bir kavram gibi duruyor. Öyle ya, dezenformasyon bir “aldatma-aldatılma” ilişkisini ima ediyor ise, gönüllü dezenformasyon, gazetecilerin “gönüllü aldanan” pozisyonuna işaret etmekle, ilk bakışta gerçekten de saçma bir sadâ veriyor. Fakat değil; en azından bizim gazeteciliğimiz için değil... Peki, neden bir gazeteci, kendisine iletilen “bilgi ve belge”nin gerçeği yansıtmadığını bilmesine; ya da en azından gerçekdışı ya da yalan olduğu konusunda çok ciddi şüpheler taşımasına rağmen onu yine de haberleştirir? Çünkü gazetecimiz “militan”dır; çünkü sözde haber kaynağının kendisine ilettiği sözde bilgi ve belgeler, haber kaynağı ile gazetecinin ortaklaşa paylaştıkları “mücadele”nin taleplerine uygundur. Fatih Altaylı’nın kimbilir hangi hesapla şimdi “Tantan Efendi acaba bu gördüğü yanıp bitmiş insanlar ve onlarca ölüyü düşünüp biraz olsun ‘üzüntü’ duyuyor mudur?” makamından gitmesi sizi yanıltmasın... Operasyonun ertesi günü, yani onlarca mahkûmun öldürüldüğünün belli olmasından sonra, “Devlet belki de yıllar önce yapması gerekeni yaptı. Cezaevlerine girdi” diye yazan da kendisiydi (Hürriyet, 20 Aralık 2000). Fakat bugün meselem, bir köşe yazarı olarak Fatih Altaylı değil... Bugün meselem, operasyon günlerinde Altaylı’nın yazıişleri müdürü olduğu gazetenin ve bir iki istisna dışında öbür gazetelerin, “devlet”ten gelen dezenformasyon şutlarına kalelerini nasıl açtıklarını bir kez daha göstermek... Hepsini anlatamam, mecburen birkaç seçme yapacağım. “Örgüt yaktı, jandarma kurtardı” Patlatıldığında elbiseleri yakmayan fakat vücudu “yakan” (eriten), ne olduğu bugün dahi bilinemeyen “bomba” meselesiyle başlayalım... Davanın ilk duruşmasında Hacer Arıkan’ın hayranlık verici bir sakinlik, özgüven ve cesaretle peruğunu da çıkartarak bombanın etkisini mahkeme heyetine ve kamuoyuna göstermesi, 19 Ocak 2000’deki baskının bu yönünü ön plana çıkardı. Bakalım, bugün Hacer Arıkan’ın yüzünü hatırlatıp Tantan’ı utanmaya davet eden Fatih Altaylı’nın yazıişleri müdürü olduğu gazete ve öbür gazeteler baskındaki bomba meselesini nasıl aktarmış o gün. Medyakronik’ten okuyalım: “O sahneyi, bir kez CNNTürk’te, bir kez de ATV’de gördük, daha sonra televizyon görüntülerinde rastlayamadık. Oysa çok çarpıcıydı; kendini yaktığı söylenen mahkûmlardan biri, Birsen Kars, ambulanstan inerken gazetecilere şöyle seslenmişti: ‘Bizi, altı kadını diri diri yaktılar.’ “O fotoğraf, 20 aralık tarihli gazetelerin çoğunda var. Ama fotoğrafın altına, bu sözleri yazan gazete sayısı sadece üç: Yeni Binyıl, Yeni Gündem, Radikal. (...) “Bir de fotoğrafı yayımlayıp, altına bu sözlerin yerine başka şeyler yazan gazeteler vardı: Hürriyet (‘Örgüt yaktı, jandarma kurtardı’), Sabah (‘Kendilerini ateşe verdiler’), Akşam (‘Yürüyen çıraya döndü… ‘Yakın’ emri verdi…’), Star (‘Ölüm orucundakiler tek tek kendilerini yaksın! Sonuç: İşte bu…’).” O altı kadın arasında Hacer Arıkan da vardı. Mahkûmların yanmış görüntüsünün ve Birsen Kars’ın “bizi yaktılar” sözlerinin kamuoyunda bir etki yaratmasından çekinilmiş olsa gerek ki, ertesi gün (21 Aralık 2000) bu etkiyi izale edecek bir haber en çok satan, en etkili iki gazetenin (Hürriyet ve Sabah) manşetlerinden sökün etti. Habere göre, operasyonlara katılan bir asker Hürriyet’e (Sabah’a) konuşmuş, “mahkûm vahşeti”ni anlatmıştı. Asker, içerdekilerin kendi kendilerini yaktıklarını gözleriyle görmüştü! Operasyonun ertesi günü (20 aralık) gazeteler, kamuoyunda “hak etmişler, yokmuş başka çaresi” yönünde rıza yaratmaya yönelik malzemeyle doluydu. Bunların en fazla iş göreni, ayrım yapmadan bütün basına servis edilen, operasyon sırasında içerden askerlere kalaşnikoflarla ateş edildiği yönündeki haberdi. Operasyonu izleyen muhabirlerin hiçbiri böyle bir şeye şahit olmamıştı, fakat değil mi ki “kaynak” devletti, akan sular dururdu... Nitekim durdu ve “haber” hem de “iddia edildi” vb. kurtarma kelimelerine başvurmaksızın birinci sayfalara buyur edildi. Bazı haberler de, “özel”miş kisvesiyle sadece bir ya da birkaç gazeteye servis ediliyordu. Mesela Milliyet’teki “Bayrampaşa’da lüks içinde yaşayan örgüt liderlerinin kendilerine balık ve ördek havuzu yaptırdığı bildirildi” haberi sadece bu gazetede vardı. Operasyondan önceki rıza yaratma süreci Türkiye’de medyasız gerçekleştirilemeyecek işler vardır; Hayata Dönüş operasyonu da o fasıldandır. Takdir edersiniz ki, bu çapta bir operasyon, ancak operasyondan önce medya kanalıyla oluşturulan uzun bir “rıza yaratma” sürecinden sonra gerçekleştirilebilir. Nitekim yine öyle oldu. Bu çerçevede iş görmüş iki haber aktaracağım. Operasyondan hemen önce piyasaya sürülen ve bazı gazetelerin hevesle kapıştığı bir “bilgi”ye göre, mahkûmlar içerdeki bütün duvar sistemini değiştirmişler, çok sayıda yeni, kalın duvarlar inşa etmişlerdi; o kadar kalındı ki bu duvarlar, bunları yıkıp, ardındakileri yakalamak için büyük iş makineleri gerekecekti. İkinci haber Zaman gazetesinde yayımlanan bir “özel” haberdi... Operasyondan sekiz gün önce sadece bu gazetede çıkan haberde, cezaevlerinin “örgüte teslim” olduğu anlatılıyor, “kanlı bir müdahaleden başka çare yok” çağrısına meşruiyet sağlanıyordu. Fakat tuhaf olan şuydu ki, haber Zaman’a e-mail yoluyla gönderilmişti. Cidden! Haberin birinci sayfa başlığı ve spotu aynen şöyleydi: “Cezaevleri DHKP-C’nin! Günlük her şeyi anlatıyor… Elektronik posta yoluyla gazetemize ulaşan bir DHKP-C militanının cezaevi günlüğü...” O günler, Medyakronik’teki işimiz gerçekten de çok zordu. Bazen söyleyecek laf bulamıyor, kendi kendimize söylenmekle yetiniyorduk. Operasyonun ertesi günü Milliyet “Hayat Güzeldir” manşetiyle çıktığında yaşadığımız mide bulantısını ise hiç unutmuyorum. O gün Medyakronik’in manşetini “İmdaaaat Milliyet çıldırdı” diye atmıştık. Manşet cümlesinin altındaki satırlar da olan bitenin karşısındaki çaresizliğimizi pek güzel özetliyordu: “Cezaevlerinden onlarca ölü ve yüzlerce yaralının çıktığı bir günde Milliyet’in ‘HAYAT GÜZELDİR’ manşetinde karar kılması ideolojik, politik ya da ekonomik temelde aklın alabileceği nedenlerle açıklanamaz. Bambaşka, yepyeni bir analize ihtiyaç var. Bizce Milliyet çıldırdı… ‘Hayat güzeldir’. Evet evet, haklısınız… ‘Sevenler de kanatlıdır’…”