Barış Acar
[email protected]Çağdaş sanatı anlamanın ve ondan uzak durmanın paydaları var. Anlamak için öncelikle soluk alıp vermesine izin vermek gerekiyor. Yanını yöresini dolanıp sesine kulak kabartmak… Uzak durmak içinse ne yapsa “oyun”, “gösteri”, “soytarılık” olarak ilan ediliyor zaten. Bu çemberin dışına çıkabilmek adına, bir an için, mekânının, yapımcının, hatta sanatçısının dışında sergi neler söylüyor; ona odaklanmaya çalışalım.
Realistler Topluluğu Sergi salonuna girdiğimizde duvarları kaplamış imajlar karşılıyor bizi. Yaklaştığımızda bir duvarın olduğu gibi yeşil kimliklerle kaplanmış olduğunu görüyoruz. Amerika’nın ünlü oturma izni, Yeşil Kart (Green Card) ile dolu bir duvar. Kartlarda kameraya tam olarak bakamamış yüzler. Gençler, yaşlılar, gülenler, somurtanlar… İlerideki bilgisayar da ise bir internet sitesi açık: EU Green Card Lottery (Yeşil Kart Piyangosu). Site bir çeşit parodi işlevi görüyor. Anladığım kadarıyla, Avrupa’nın çeşitli yerlerinde uygulanmış bir etkinliğin sonuçları duvarda gördüğümüz kart görüntüleri de. Bilgisayarın başına oturup kaydımı yaptırıyorum. Hemen de çıktısını veriyorlar. Artık bir Yeşil Kart sahibiyim. Üst katta banka sözcüğünün yan anlamlarından türetilmiş bir yerleştirme var. Sözcüğün İngilizce’deki “mali kurum” ve “nehre inen toprak parçası” anlamlarına işaret eden birbirinin yanına yerleştirilmiş iki çelik duba. Üstlerine “Avrupa Merkez Bankası”nın çeşitli dillerdeki kısaltmaları kazınmış. Hemen karşısında, Özgürlük Anıtı’nın boyutlarını gösteren bir çizim. Yerleştirmeler içinde bana en çarpıcı geleni, alt kattaki işle de bağlantılı olan, “Parmakizi Mimarisi” adlı, sanatçıların İstanbul’da ürettikleri bir çalışma. Diğer bütün metropollerde de olduğu gibi, yoğun bir göç alan İstanbul’un, gerçekte % 30 kayıtdışı “göçmen”i istihdam etmesini konu edinmiş. Parmakizlerinin alındığı, üzerine her parmak için ayrı bölme bulunan kağıtlar, göçmenlerin sayısıyla orantılı olarak çoğaltılınca ortaya tuğla kalınlığında kitaplar çıkmış. Üst üste yan yana konarak, mimari bir kurguyla, yine parmakizi kağıdındaki gibi kimlik politikalarını sergileyen bir düzenleme içinde yerleştirilmişler. İş, göçmen sorunu üzerine İstanbul’da üretilmesine karşın, algısı biraz Avrupa’dan ithal renkler taşıyor. Yine de Ferenc Gróf ve Jean-Baptiste Naudy tarafından 2004 yılında kurulmuş Sociéte Réaliste’in (Realistler Topluluğu) “Binaların Arasındaki Şehir” başlığını taşıyan sergisinde en sevdiğim iş bu oldu. Özellikle de “The Fountainhead” videosuyla güçlü bağı yüzünden.
Fountainhead (Memba) Sociéte Réaliste’in sergide yer alan tek videosu, Aynd Rand’ın aynı adlı romanından uyarlanmış, başrollerini Gary Cooper ve Patricia Neal’in oynadığı, 1949 yapımı bir King Vidor filmi üzerine manipülasyon. Manipülasyonun nasıl gerçekleştirildiğinden söz etmeden önce orijinal film üzerinde biraz durmak gerek. Sergiden önce filmi izlememiştim; ama Béla Tarr hayranı biri olarak, ağır kamera hareketleriyle mimariye odaklanan bu çalışmayı (filmde hiç insan yoktu, ama kamera varmış gibi hareket ediyordu) görünce hemen orijinal filmin peşine düştüm. Ayn Rand’ı da, liberalizmin en saf hali olan Objektivizm’i de bu vesileyle ilk kez duymuş oldum. Benim ayıbım.
Rand’ın romanından uyarlandığını söylediğim film, önplanda klasik mimari ile modern mimarinin çatışması gibi görünüyor. Söz konusu yılların, Le Corbusier’nin işlevsel (kübist) mimarlığının 19. yy.’dan beri baskınlığını kaybetmemiş neo-klasik mimariyle çatışmasının doruk yılları olduğu düşünülürse filmin konusu hiç de garip değil. Hatta erken ve güçlü bir çıkış olduğu bile düşünülebilir. Ancak Rand’ın kitabının arkaplanı bambaşka bir konuya ayrılmış durumda. Garry Cooper’ın canlandırdığı Howard Roark karakteri, o yıllarda herkesin ürkerek baktığı modern mimarlığın savunucusu bir mimar. Film boyunca bu idealist mimarın işverenlerine, büyük şirketlere ve basına karşı yürüttüğü taviz vermez mücadeleyi izliyoruz (Epeyce de kör kör parmağım gözüne sahnelerle). Genelgeçer değerlerin hepsinden bağımsız görünen ama onlarla bir alıp veremediği varmış gibi de davranmayan biri Roark. İdealist, ama umursamaz. Ödün vermeyen ama isyan bayrağı da kaldırmayan. Sevdiği kadın’ın (!) ağzından söyleyecek olursak, özgürlüğü “hiçbir şey istememek, hiçbir şey beklememek, hiçbir şeye bağlı olmamak” şeklinde tanımlayan biri. Film ilerledikçe karakterin (işte, aşkta, dünyaya karşı her tavrında) katıksız bir bireyci olduğunu ve giderek liberalizmin “ideal insan”ı olduğunu fark ediyoruz. Roark’ın baş düşmanı olan ve kitlelere istediğini veren (filmde iki de bir “ayaktakımına istediğini vermek” diye anılıyor bu) medya patronuyla aralarındaki çekişme ise (buna çekişme denebilirse) daha da ilginç. Çünkü baştan beri zıt kutuplar olarak görünen iki karekter filmin sonuna doğru öyle bir özdeşleşiyorlar ki, görülmeye değer. İki adamın arasında kalan Patricia Neal bir süre sonra sahneden tümüyle çekiliyor ve iki adam beraber yat gezisine çıkıyorlar. Film bu yönüyle de izlenilmeyi hak ediyor.
Çatıların Gökyüzüyle Birleştiği Yerler Filmi, izlemek isteyenlerin beğenisine bırakarak, yeniden Sociéte Réaliste’in videosuna döneyim. Video, Vidor’un filmindeki karakterleri olduğu gibi silmiş. Üzerinde kare kare çalışılarak, filmde rol almış bütün oyuncular yerlerinden çıkartılmış. Böyle olunca da filmin dili içinde nesne edinilen mimari tartışma, gereksiz bütün öğeler (ayaktakımı!) yerinden sökülerek yeniden izleyiciye sunulmuş. Amerika sokaklarında, her karesi mimariye adanmış, güçlü ışık-gölge kullanılmlarıyla biçimlendirilmiş odalarda, mobilyalar arasında bir kamera gibi geziniyoruz. Sanki biri varmış gibi bir koltuğa “zoom” yapıp eğilerek, denizde tek başına ilerleyen bir tekneyle ya da birini takip eder gibi sokak boyunca ilerleyerek… (Alain Robbe-Grillet’nin “yeni roman”ını anımsatıyor bu sahneler bana.) Tutucu mimarlık eleştirmeninin “Sanatsal değer, her bireyin çoğunluğun standartlarına itaatiyle müştereken yaratılabilir.” sözüne cephe alarak kuruyor Ayn Rand romanını. Belki de “birey”i de aşkın şekilde, “güç” kavramını merkeze alarak yolunu açıyor (1943 yılında yazılmış romanın İkinci Dünya Savaşı’yla ne çok bağı olduğunu da görebiliyoruz). King Vidor da romana sadık kalmış; modern bireyin karmaşık, ama tutkulu gücünü gözler önüne seriyor. Sociéte Réaliste ise işte tam burada söz alıyor. 21. yüzyıldan geriye bakarak bir cevap veriyor seleflerine. Genelgeçer ahlâk yasasını da güç mitosunu da çıplaklaştırıyor mimariden insanları soyduğu girişimiyle. Can Yücel “çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin” demişti bir şiirinde. Bana onu anımsatıyor.
Ali Akay’ın küratörlüğünü üstlendiği Akbank Sanat’taki sergiden çıkarken, Realistler Topluluğu’nun “realizm”ini anladığımı çok söyleyemem; ama -izlemek için kimse yeterli vakti ayırmasa da- “oyun”un içinde bir yerlerde sanatçılar başka bir dünyayı anlatabilmek için epey uğraş veriyorlar. Bu görülebiliyor. Sanki biraz da “Görecek bir şey yok, ancak görülebilirsin; bari doğru görün!” diyorlar.