Taraf gazetesi yazarları Yıldıray Oğur ve Alper Görmüş ile Ahmet Altan arasında, Tuğba Tekerek'in Yrd. Doç. Dr. Şenay Özden'le yaptığı röportajın ardından başlayan tartışma devam ediyor.
Alper Görmüş kendisini eleştiren Ahmet Altan'a "Ben bu tuzağa 2005’te Aktüel dergisinin genel yayın yönetmenliğini yürütürken düştüm ve ancak istifa ederek bir nebze huzur bulabildim. (...) Bence, 'Hür Ordu’ya jandarma servisi' haberi de işte böyle bir gazetecilik tuzağının ürünüydü" diyerek cevap verdi.
Ahmet Altan, Alper Görmüş'ü "Taraf'ta kavga" başlığıyla yayımlanan (10 Ekim 2012) yazısında "Biri Alper Görmüş’e ‘sen kendi fikirlerin nedeniyle manşetleri zorlar ve onları kullanışlı yorumlar mısın’ dese büyük bir ihtimalle ‘hayır’ der, bana ‘Alper böyle bir şey yapar mı’ diye sorsalar ben de ‘hayır’ derim. Alper kendisinin yapmayacağı, ahlaka da pek uygun düşmeyen bir işi benim yapacağıma nasıl bu kadar rahat inanıyor, nasıl kendisini böyle ‘ahlaken’ üstün görüyor, nasıl kendini bu kadar rahat ‘karar mercii’ konumuna yerleştiriyor? Bu yakışık alıyor mu Alperciğim?” diye eleştirmişti.
Alper Görmüş'ün "Tartışmaya devam" başlığıyla yayımlanan (12 Ekim 2012) yazısı şöyle:
Taraf muhabiri Tuğba Tekerek’in, “Ben şöyle bir şey duydum. (...) Sizin böyle bir tanıklığınız oldu mu” sorusuna verilen “Görmedim ama evet ben de duydum bunu” cevabından yola çıkarak üretilen hüküm faslında manşeti tartışıyorduk: “Hür Ordu’ya jandarma servisi...” (Taraf, 7 ekim).
Bu manşetten kalkarak Taraf yazıişlerine yönelttiğim eleştirilerle ilgili olarak genel yayın yönetmenimiz Ahmet Altan, beni kısmen haklı kısmen haksız bulan bir yazı kaleme aldı.
Çok önemli bulduğum bu tartışmayı sürdürebilmek için “Balyoz kararları tartışması”na bir yazılık ara veriyorum...
Öncelikle temel derdimi bir kez daha vurgulayayım: Tartıştığımız da dâhil olmak üzere, “endazeyi kaçırmış” diye tanımladığım Taraf manşetleriyle (ve başlıklarıyla) uğraşmamın esas nedeni şu: Ülkede “endazeyi kaçırmış” bir iktidar var ve ona düzgün, inandırıcı bir eleştiri getirmeye en ehil olan gazete, hırçın ve abartılı bir haber dilini tercih ettiği için kendi sözünün değerini azaltıyor.
İlk yazıda söylediğim gibi: Bu tarz, özünde haklı olan muhalif pozisyonun inandırıcılığını törpülüyor, bir yandan da kendisine muhalefet edilen gücü “mağdur” konumuna taşıyor.
Ahmet Altan, o haberin hakikati yansıttığını, fakat haberde bazı bilgileri kullan(a)madıkları için, ikna ediciliğinin zayıf olduğunu kabul ettiğini yazdı.
Biraz kapalı oldu, farkındayım, biraz sonra bu noktaya tekrar döneceğiz...
Fakat ondan önce, sorunun, sunulduğu hâliyle haberin zayıflığında değil yukarıda sözünü ettiğim mağduriyete yol açmasında olduğunu bir daha anlatmak istiyorum...
Diyelim hakikat, o haberde anlatıldığı gibidir... Yani, jandarma gerçekten de Türkiye’deki kamplarda kalan Suriyeli muhalif savaşçıları sınıra “servis” etmektedir ve Taraf, okurlarının bu hakikatten haberdar olmasını istemektedir.
Soru şu: O haber o hâliyle buna mı hizmet etmiştir, yoksa böylece Taraf, bu iddianın ve benzer iddiaların tümüyle yalan olduğunu söyleyen hükümet yetkililerinin kullanabileceği bir malzeme mi üretmiştir?
Bence ikincisi... Hele ki, bir süre önce bölgeye giden Basın Konseyi üyelerinin basın toplantısında dağıttıkları “muhaliflere gönderilen içi silah dolu TC Sağlık Bakanlığı ambulansı” fotoğrafının dezenformasyon olduğunu kendilerinin de kabul etmesinden sonra... Hükümetin bu asparagası nasıl kullandığını hepimiz yakından izledik.
Kimse yanlış anlamasın: Ben, devletin resmî güçlerinin bu türden tehlikeli işlere bulaşmış olmaları ihtimalini çok güçlü görüyorum. Zaten tartıştığımız mesele de bu: Taraf’ın tartıştığımız haberi, bu güçlü ihtimalin kamuoyunun göz menziline taşınmasına mı hizmet ediyor, yoksa tersine mi?
Bence tersine: Böyle haberler, bu yöndeki haklı kuşkuyu kamuoyunun gündemine taşımaya değil, okurda “sinekten yağ çıkartıyorlar” duygusu yaratarak kamuoyunun gündeminden düşürmeye hizmet ediyor.
Beni asıl düşündüren şey işte bu: Okurların böyle bir manşeti inandırıcı bulabileceğini düşünmek ve kullanmak...
Ben, buna kendisini ikna edebilen bir yazıişlerinin, benim de zaman zaman içine düştüğüm bir gazetecilik tuzağına açık olduğunu düşünürüm: Gazetecilerin, doğruluğuna inandıkları haberleri kullanırken, insani zaaflarının da etkisiyle “iyi gazetecilik”in taleplerini geri plana atmaya meyledebilmeleri tuzağı...
Ben bu tuzağa 2005’te Aktüel dergisinin genel yayın yönetmenliğini yürütürken düştüm ve ancak istifa ederek bir nebze huzur bulabildim.
Hatırlayanlar olacaktır, “Eski Ermeni Patriği Kalustyan’la eski Diyanet İşleri Başkanı Lütfi Doğan kardeş” spotuyla kapaktan sunulan haberin kaynağı Almanya Ermeni Cemaati’nin saygın lideri ve Ermeni Kilisesi Başpiskoposu Karekin Bekçiyan’dı... Bekçiyan, Aktüel’in teybine iki ayrı zamanda aynen şöyle demişti: “Ölümünden önce eski Ermeni Patriği Şnork Kalustyan, eski Diyanet İşleri Başkanı Lütfi Doğan’ın anne bir kardeşi olduğunu bana defalarca anlattı...”
Aslında haberi sadece Karekin Bekçiyan’ın sözlerine dayanarak verebilir, başka da bir şey yapmazdık... Fakat biz yaptık, çok şey yaptık da bir şeyi eksik yaptık...
Ayrıntılarda boğmayayım sizi, yapmadığımız o şeyle, “iyi gazetecilik”in, “Bir iddiayı doğrulamak için gösterilmesi gereken çabanın tamamını göstermeden iddiayı haberleştirmemek”ilkesini ihlal etmiş olduk. Neticede, Karekin Bekçiyan’ın teypte kayıtlı sözlerine rağmen, haberin doğru olmadığı ortaya çıktı ve ben istifa ettim.
Çıkardığım ders şuydu: Ben de, gazetecilerin doğruluğuna inandıkları haberlerin peşinde koşarken, insani zaaflarının da etkisiyle “iyi gazetecilik”in taleplerini geri plana atmaya meyledebilmeleri tuzağına düşmüştüm.
Hatırlayacaksınız, aynı tuzağa Taraf da NTV-Yazıcıoğlu haberinde düşmüş, sonunda gazete özür dilemişti.
Yukarıda zikrettiğim “doğruluğuna inanılan haberlerin taşıdığı gazetecilik tuzağı”, doğruluğuna inanılan düşünceler, tavırlar, tespitler, siyasetler söz konusu olduğunda da geçerlidir. Bunları güçlendireceği düşünülen haber malzemeleriyle karşılaşan gazeteciler, “iyi gazetecilik”in taleplerini geri plana atmaya meyledebilirler.
Bence, “Hür Ordu’ya jandarma servisi” haberi de işte böyle bir gazetecilik tuzağının ürünüydü.
Ahmet Altan, haberin doğru olduğunu gösteren başka şeyler de olduğunu; bunları yaz(a)madıklarını; haberi yapan Tuğba Tekerek’in bu konuda beni bilgilendirdiğini fakat buna rağmen benim yazıda bir değişiklik yapmadığımı yazdı.
Doğru, öyle yaptım, şimdi de neden öyle yaptığımı açıklayacağım...
Öyle yaptım ama bunun nedeni, Tuğba Tekerek’in bana verdiği bilginin değersiz olması değildi; hayır, tam tersine haberi güçlendiren bir bilgiydi. (Şunu da ekleyeyim: Benim ölçülerime göre, “şuna biraz daha bakalım” denmesi gereken bir durumdan söz ediyordu Tuğba.)
Fakat Tuğba’ya da dediğim gibi, okurlar hiç bilmeyeceğine göre, bunun fazla da bir önemi yoktu. Önemli olan, okurun gazetede gördüğüydü ve okurun gördüğü şeyden de maalesef, Taraf yazıişlerinin elindeki malzemeyi “kullanışlı bir tarzda yorumlaması”ndan başka bir anlam çıkmıyordu.
Nasıl çıksın ki?
Bir daha vurgulayayım, benim için asıl burası önemli: Okurların kaçınılmaz olarak böyle yorumlayacakları bir manşetin, böyle yorumlanmayacağını düşünmek, düşünebilmek...
Bu durum, Taraf yazıişleri salonuna, oradaki toplam algı kapasitesini azaltan asabi bir ruh hâlinin hâkim olduğunu göstermiyor mu?
Bu ruh hâlini gösteren başka örneklerin de olduğunu söylemiştim... Balyoz dizisinin ardından tartışmaya o örnekler üzerinden devam edeceğim.
Son olarak, Ahmet Altan’ın bana yakıştıramadığını söylediği, yazımda yer alan bir ifadeyle ilgili birkaç şey söylemek istiyorum... Ahmet şöyle yazdı bu ifademle ilgili olarak:
“Biri Alper Görmüş’e ‘sen kendi fikirlerin nedeniyle manşetleri zorlar ve onları kullanışlı yorumlar mısın’ dese büyük bir ihtimalle ‘hayır’ der, bana ‘Alper böyle bir şey yapar mı’ diye sorsalar ben de ‘hayır’ derim. Alper kendisinin yapmayacağı, ahlaka da pek uygun düşmeyen bir işi benim yapacağıma nasıl bu kadar rahat inanıyor, nasıl kendisini böyle ‘ahlaken’ üstün görüyor, nasıl kendini bu kadar rahat ‘karar mercii’ konumuna yerleştiriyor? Bu yakışık alıyor mu Alperciğim?”
Birincisi: “Haberleri kullanışlı bir tarzda yorumlama”yı, kavgacı bir gazeteciliğin kışkırtıp ortaya çıkartabileceği bir insani zaaf olarak görüyorum; bile isteye işlenmiş bir ahlaksızlık olarak değil... (Bu pratiğin bazı biçimleri, evet, ahlaksızlığa girer ama Taraf’ta ben işlerin buraya vardığını hiç görmedim.)
İkincisi: Ben böyle bir şey yapar mıydım?
Bilmiyorum...
Kavgacı bir gazeteciliğin günlük hayhuyu içinde ben de böyle şeyler yapabilirdim. Fakat muhtemelen,“muhalif” değil “eleştirel” gazeteciliği benimseyen bir gazeteci olarak daha sakin kalabilir, böylece bu türden pratiklerden kendimi sakınabilirdim.
Bitirirken: Bana gelen mesajların bir bölümü, tartışmanın “birbirimize küsme” sonucunu doğurmaması yönünde temenniler içeriyordu.
“Endişeli” Taraf okurlarına cevabım şöyle: Ahmet Altan benim hayatta tanıdığım en dürüst, en vicdanlı, en cesur insanlardan biridir. Bu tartışma, hayatta kıymet verdiğim en temel vasıfların tümünü taşıyan bir insanla konuşamayacağımız bir ortama yol açarsa, tartışma denen şey benim için bütün anlamını yitirir. Bir daha da kimseyle bir tartışmaya girmem.